Şükür Referandum Süreci Bitti
14 Eylül 2010
Nuri GÜRGÜR
Dört aydır devam eden referandum süreci nihayet tamamlandı. Böylece Türkiye öncelikli meselesine, bölücü terör ve etnik fitne konusuna dönmeye fırsat bulacak.
Referandum sonuçlarından önce, bu hususun irdelenmesinde yarar var. Cumhuriyet döneminin en acil ve yakıcı problemi ortada dururken, ülke gündeminin ilk sırasına başka konuyu yerleştirmenin, dört ay süresince siyasi kadroların, liderlerin tüm zihni melekelerini, zaman ve imkânlarını buna ayırmalarının rasyonel bir izahı yapılabilir mi?
Etnik fitne, bölge halkından başlayarak, toplumun derinliklerine, kılcal damarlarına sızıp yerleşmeye çalışırken, mesele giderek müzminleşirken dört aydan fazla bir zamanın başka bir konuya tahsisi her açıdan yanlış bir tercihtir.
Liderler bu zaman zarfında hemen her gün meydana çıktılar. Çoğu zaman hakarete varan bir üslûbu tercih ederek, birbirlerini ağır ifadelerle suçlayarak erken seçim provası yürüttüler. Anayasanın değiştirilen maddelerine ilişkin pek az şey konuştular. Bu yüzden sandık başına giden seçmenlerin önemli bir bölümü, değişikliklerle ilgili tercihini değil, siyasi eğilimini düşünerek oyunu kullandı.
Referandumun yapılmasıyla siyasi tartışma ve polemik ortamı nisbeten dağılmış sayılabilir. Bu yüzden konu artık esas mahiyetiyle, hukuki ve toplumsal yönleriyle değerlendirilebilir. Bu açıdan bakıldığında, değiştirilen 26 maddenin ikisinin dışında hemen hemen hiçbir tartışmanın yapılmadığı, tersine iktidarla muhalefet arasında uzlaşmanın bulunduğu görülüyor. Zaten Meclis müzakereleri sırasında CHP sözcüleri bunu açıkça dile getirmişler, iki maddenin ayrılması halinde pakete destek vereceklerini belirtmişlerdi. Başka bir ifadeyle tartışmalar tümüyle Anayasa Mahkemesi ile HSYK’nın yapılanması üzerinde yaşandı.
Muhalefet, iktidarın yüksek yargıyı ele geçirmek, kuvvetler ayrılığını ortadan kaldırmak, totaliter bir yönetim kurmak istediğini öne sürerek eleştirdi.
Aslında Türk yargı sisteminin problemleri 1961 Anayasasından beri vardır. Bu Anayasayı hazırlayan öğretim üyelerinin tamamı CHP sempatizanıydı. On yıllık DP iktidarından nefret ediyorlar, 14 Mayıs’ı bir “karşı devrim” olarak görüyorlardı. Cahil olması nedeniyle tercihlerini doğru kullanamayacağına inandıkları halkın oylarıyla oluşacak yasama ve yürütme organlarında karşı bir nevi politik sigorta ve kontrol mekanizması olarak bir yargı sistemi ihdas ettiler. Bu sistemin özelliği, başta Anayasa Mahkemesi olmak üzere özellikle Danıştay ve İdare Mahkemelerine geniş inisiyatif vermesi, “yerindelik” denetimiyle Meclis ve hükümet kararlarını kontrol altında tutması, ilerici aydınların “son söz” hakkına sahip olduğu bir vesayet sistemi oluşturmasıdır.
12 Mart müdahalesiyle asker güdümünde Nihat Erim hükümeti kurulduğunda, mevcut sistemler ülkeyi yönetmenin mümkün olmadığı görülmüş, Anayasada ciddi değişiklikler yapılmıştı. Buna rağmen problem devam etti. Anayasa mahkemesi eski alışkanlığını sürdürerek “yetki gaspı” anlamına gelen kararlar ihdas etti.
1982 Anayasası hazırlanırken bu meseleyi kökünden halletmek amacıyla metne açık hüküm kondu. 148. maddede Anayasa mahkemesinin anayasa değişikliğine ilişkin yasa değişikliklerini ancak “şekil” yönünden inceleyebileceği belirtildi. Anayasa Mahkemesi 2008 yılına kadar bu madde hükmüne bağlı kaldı. Ancak 2008 yılında başörtüsü konusunu halletmek üzere MHP ile AKP’nin 411 milletvekilinin oyuyla yaptığı değişiklik, Mahkemeyi yeniden eski alışkanlığına sevk etti. Bunun ne kadar yanlış bir tercih olduğu, toplumda geniş kesimleri ciddi şekilde rahatsız eden bir meselenin halledilmesini engellemenin nasıl huzursuzluk doğurduğu ortadadır. Referandum sürecinde CHP liderinin meseleyi halletme vaadi, aslında bu partinin ideolojik bağnazlıkla yaptığı yanlıştan dönme çabasıdır.
Anayasa mahkemesi son yıllarda, başka kararlarıyla da yetki gasplarını alışkanlık haline getirmiş bulunuyor. Danıştay ve İdare mahkemelerinin verdikleri pek çok kararda ideolojik eğilimler ön plana çıkmaktadır. Mehmet Moğoltay’ın, Seyfi Oktay’ın yüksek yargıda kendi inanç ve görüşlerin uygun bir yapılanma için nasıl çaba harcadıkları ortadadır. Bu gerçeklerin varlığı ortada iken, yüksek yargı kurumlarının normalleşmeleri, kendi işlevlerini yapacak bir konuma gelmeleri, hukuk ve adalet adına kimsenin itiraz etmemesi gereken bir tercihtir.
HSYK’nun 10 üyesi beş binden fazla hâkim ve savcı tarafından seçileceğine göre, bunun iktidarın güdümünde olacağını öne sürmenin kuşkunun ötesinde çok ciddi bir dayanağı yoktur.
Anayasa Mahkemesine gelince, 82 Anayasası son tercihi, üyelerin tamamı için zaten Cumhurbaşkanına vermiştir. Başka bir ifadeyle bu makamda bulunan zat, hangi düşüncedeyse tercihleri hep aynı olmuştur. Ahmet Necdet Sezer’in soysal demokrat ve solculardan başka tercih yaptığını kim söyleyebilir? Milliyetçi düşünceye sahip insanlar çok uzun zamandan beri bu tercihlerin özenle dışında tutulmadılar mı?
Kaldı ki kısa vadede bu organlarda değişiklik yapmaya zaten imkân yok. Şu anda Anayasa Mahkemesinin 11+4 üyesi mevcutlarla belirlenmiş durumda. Bunların süreleri eski yasa maddelerine göre belirlendiğinden, daha uzun zaman mevcut yapı devam edecektir.
Referandum süresince yapılan tartışmalar şu gerçeği ortaya koydu: Toplumun geniş kesimleri daha aydınlık, huzurlu ve mutlu bir gelecek sunan, buna ilişkin projeleri bulunan, ciddi hazırlığı olan siyasi merkezler arıyor.
Başta bölücü terör ve etnik fitne olmak üzere, somut ve inandırıcı şeyler söylemeyen, çözüm önerileri olmayan, slogandan ibaret kalan çıkışlara inanılmıyor. Bu referandumda “evet” oylarının %58 çıkmış olması yedi sekiz ay sonra yapılacak seçimlerin belirleyicisi sayılmamalıdır. Seçmen artık son derece seyyaldir. Kitle halinde tercihini değiştirebiliyor; 1999 seçimlerinden beri bunu yaşadık.
Genel seçimlere epeyce bir zaman var. Duygusal etkilerden, partizanca yorumlardan, lidere yaranma kaygusundan başka bir anlamı olmayan saplantılardan kurtularak objektif değerlendirmeler yapılması, en önemlisi ciddi bir “otokritik” yaşanması durumunda tablolarda çok şey değiştirilebilir.
Ancak bunun için köklü bir tavır değişikliği zarureti iyi görülmelidir. Kendi camiası ile barışık olmayı beceremeyen, beynini yüreği ile buluşturarak sevgi ortamı kuramayan, gönül seferberliğini genel ve inandırıcı bir aşamaya taşıyamayan bir siyasi hareketin toplumun geneline ve farklı kesimlere söyleyebileceği fazla bir şey olamaz.