Türkiye Nereye Sürüklenmek İsteniyor


Nuri GÜRGÜR

24 Temmuz 2010


Türkiye’de bütün dikkatler 12 Eylül’de yapılacak olan referanduma kilitlenmiş bulunuyor. Siyasî liderler bu tarihe kadar hazırladıkları programa göre, şehir şehir dolaşmaya, düzenlenen toplantılarda konuşmaya başladılar. TV ekranlarında, gazete sayfalarında yapılan tartışmalar giderek sertleşiyor. Konu esas anlamından, hukukî mihverinden çoktan uzaklaştı. Erken başlayan bir seçim kampanyasına, Hükümet’e güven oylamasına dönüştü.

Bu durum bürokrasiyi,  yönetim kademelerini doğal olarak olumsuz etkiliyor. 12 Eylül’e kadar başka bir konuyla ilgilenmelerini imkânsız hâle getiriyor; zaten hızlı çalışmayan devlet çarkı daha da yavaşlıyor. Birçok önemli konuda karar alınacak zaman bulunamıyor, uygulamalar erteleniyor.

Anayasa paketinin referanduma sunulmasının gündemi bu derece doldurması, başka kararlara yer kalmaması normal sayılabilir mi? Başka bir ifadeyle, öncelik açısından Türkiye’nin daha acil başka konuları yok mu? Hemen her gün şehit cenazeleriyle vicdan sahibi herkesin yüreğinin dağlandığı bir ortamda bölücü terörü, etnik fitneyi, Türkiye’nin önüne getirilmek istenen uluslararası komployu ne zaman konuşacağız. Referandum tartışmalarında kabaran heyecanlarını kalabalıklarla paylaşmak için yarışan, meydanlara sığmayan, kelimeleri birer kurşun gibi kullanabilen insanların, Cumhuriyet döneminin bu en ağır ve kritik problemi karşısında yerinde saymalarının, alışılmış tekrarlarla tıkanıp kalmalarının ortak politika oluşturmamalarının makbul bir izahı olabilir mi?

Etnik fitne gerekli önlemler alınmadığından her geçen gün derinleşiyor. PKK saldırılarının genel Kürtçülük projesinin bir ayağı olduğu, Türkiye’nin çok yönlü ve kapsamlı bir komployla karşı karşıya bulunduğu giderek daha net görünüyor.

Karakollara, polis birimlerine yönelik saldırılarla kadınların, çocuk ve gençlerin ön plana çıkarıldığı sokak gösterilerinin arasındaki bağlantı ortadadır. Tabloya bütünüyle bakıldığında, şehirlerde ve kırsaldaki PKK eylemlerinin arka planında, medyanın ustalıkla kullanıldığı, siyasetçilerin ve sivil toplum örgütlerinin kendilerini liberal ve demokrat olarak tanımlayan aydınların yer aldığı organize bir propaganda kampanyasının varlığı kolayca fark edilebilir.

PKK’yı Öcalan’ın eşbaşkanı olarak Kandil’den yöneten Murat Karayılan’ın Kandil’den yaptığı açıklamalar bir süredir izlemekte oldukları “ yol haritası” nın ipuçlarını veriyordu. Karayılan’a göre örgüt yerel yönetimlerin özerkliğini ilan edebilir ve PKK devletle görüşüp anlaşarak BM gözetiminde silah bırakabilir.

Bölücü örgüt yıllardır  “demokratik özerklik” adıyla öne sürdüğü “bölgesel otonomi” yi sağlamak amacıyla,  Haziran ayından bu yana eylemlerini yoğunlaştırdı. Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı’nın geçen hafta Güvenlik Müsteşarlığı’nda yapılan terörle mücadele toplantısında basına yansıyan açıklamaları son derece önemlidir. Genelkurmay Yüksekova kırsalında yapılan terörist saldırılara ve şehir içinde düzenlenen eylemlere dikkat çekiyor; bunların “alan hâkimiyeti”  kurmaya yönelik girişimler olduğunu belirtiyor.

Bu açıdan bakıldığında, terör örgütünün Güney Doğu’nun İran ve Irak sınırları arasında kalan Yüksekova, Hakkâri, Şemdinli üçgenini uygulama alanı olarak belirlediği ve kapsamlı bir saldırı başlattığı söylenebilir. Önümüzdeki günlerde bu yerleşim alanlarından birinde yahut bir kaçında herhangi bir vesileyle düzenleyecekleri bir gösteri sırasında,  kaymakamlık ve vilayet gibi doğrudan devleti temsil eden mekânların işgal edilerek özerk yönetime geçtiklerini ilan edebilirler. Yahut ellerinde bulunan belediyelerin başkan ve yöneticilerinin katılımıyla düzenlenecek “yerel yönetimler konferansı”  gibi bir toplantının sonuç bildirisine yerel yönetimler olarak özerkliklerini ilan ettiklerini, Ankara ile devletle ilişkilerini en alt düzeye indirdiklerini açıklayabilirler.

Bu ihtimaller abartılı sayılmamalıdır. Çünkü toplumun genelinde bu tarz bir girişimin psikolojik alt yapısını hazırlamaya yönelik yoğun çalışmalar yapılıyor. Bölgede yeni kurulan bazı üniversiteler, bilimsel toplantı adı altında bu amaç için kullanılıyor.  Son günlerde bölgedeki sivil toplum kuruluşlarının “silahlar sussun” adıyla düzenledikleri toplantılarda ortaya çıkan manzara bölgede kimin sözünün geçtiğini net biçimde ortaya koyuyor. PKK güdümündeki kuruluşlar söz konusu çalıştayı kontrollerine aldılar; sonuç bildirisini istekleri doğrultusunda düzenlenmesini sağladılar. Dörtyüz kuruluş adına okunan bildiri yeni bir PKK manifestosudur.  Aralarında farklı düşünen kuruluşlar olsa da bunların örgütün baskısına direnmeleri her zamanki gibi mümkün olamamıştır.

Bildiride yer alan görüşler terör örgütünü bilinen talepleriyle önemli ölçüde örtüşüyor. Bunlara göre çatışmanın sona erdirilmesi için devlet operasyonları durdurmalı, bir yıldan beri yürütülen yasal kovuşturmalar sürecinde tutuklananlar derhal salıverilmeli (KCK’lılar); “kalıcı bir çözümü mümkün kılabilmek için bir diyaloğa süreci başlatılmalı ve bu süreçten kendini sorunun tarafı olarak gören hiçbir aktör dışlanmamalıdır” (yani Öcalan, Karayılan, PKK)

Murat Karayılan’ın BBC’ye verdiği röportajda hazırlanan projenin ana hatlarını ortaya konuyor. Örgüt bu dönemde kendine bağlı siyasetçileri ve sivil toplum kuruluşlarını da devreye sokarak, belediyeleri kullanarak hem bölgesel özerkliğin alt yapısını oluşturmak,  hem de müzakere süreci başlatarak legal hâle gelmek, meşruiyet kazanmak istiyor. Bu bağlamda DTP Milletvekili Sevahir Bayındır’ın sözleri ilginçtir. TBMM’de Anayasa’ya bağlılık yemini etmiş bulunan bu kişi, BM alternatifini dikkatle değerlendirdiklerini, barışçıl bir çözüm tartışılacaksa bunun kaçınılmaz aşama olduğunu söyledi ve “BM dünyanın pek çok yerinde soruna müdahil oldu ne Hükümet’in ne de uluslararası aktörlerin başında gelen BM’nin sorumluluğu üzerinden atma lüksü yok.  Bu baskı sorunun çözüm mecrasına girmesi için hayatidir” diyerek niyetlerini bir kere daha ilan etti.

Kimlerden ve nerelerden destek aldığını, kaynak sağladığını hemen herkesin bildiği TESEV isimli kuruluşun “Kürt Sorunun Çözümüne Doğru Anayasal ve Yasal Öneriler” adıyla yayınladığı rapor,   içeriği gibi zamanlaması açısından da dikkat çekiyor. Raporda demokratikleşme adına öne sürülen öneriler, aslında bilinen çevrelerin sürekli tekrarladığı, son bir yıl içerisinde her platformda dillendirdiği, özellikle açılım süreci başlarında Hükümet’e empoze etmeye çalıştığı isteklerdir.

TESEV ve benzerlerinin problemi esas itibariyle Türklükle ve Türk kimliğiyle…  Türk’e ait izleri anayasadan başlayarak silmek,  Türk Milleti kavramını zihinlerde sakıncalı hâle getirmek,   bunların değişmeyen amaçlarıdır. “Anayasa’da yer alan Türk Milleti ifadeleri Türkiye vatandaşları ibaresiyle değiştirilmelidir benzer bir düzenleme yasalar, yönetmelikler, genelgeler ve tüzüklerde yani mevzuatın genelinde yapılmalıdır” (rapor sf 24) “… eğitim dilini Türkçe olarak düzenleyen bu madde esasen açıkça belirtmeksizin Kürtçe’nin eğitim ve öğretimde kullanılmasını yasaklamaktadır. Kuşkusuz bu yasak sadece Kürtçe değil, Türkçe dışındaki bütün diğer ana diller için geçerlidir ve bu nedenle Türkiye toplumunun kültürel çeşitliliğini göz ardı etmektedir.” (rapor sf 25)  “Millî Eğitim temel kanununda yapılacak bir değişikle anadili Türkçe olmayan ve Türkçe’yi bilmeyen veya iyi konuşup yazamayan bütün çocukları ilkokul öncesi eğitimi anadillerinde yapmaları… sağlanmalıdır.”

TESEV’in önerileri bunlardan ibaret değil. Anayasa’ya “Türkiye Cumhuriyeti farklı kimlikler ve kültürleri tanıyan bölünmez bir bütündür”  ibaresinin eklenmesini istiyorlar barajın en az %5 indirilmesini terörle mücadele kanunun büyük bölümünün kaldırılmasının, bütün siyasî partilerin büyüklüklerine ve aldıkları oy oranına bakılmaksızın hazineden %3 oranında yardım almalarını, siyasî partilerin kapatılmasının zorlaştırılmasına, örgütün siyasî uzantısına yasal işlem yapılmasını önlenmesini teklif ediyorlar.

Bu rapor bilinen çevrelerde olumlu karşılandı. Benzer görüşleri her fırsatta dile getiren Atilla Yayla “bence bu çok iyi, ılımlı bir çalışma ve Hükümet’e açılımda rehberlik edebilecek vasıfta… Başbakan, Hükümet üyeleri üst düzey silahlı ve silahsız bürokratlar bu raporu iyi incelemeli hiçbir alınganlık göstermeden, bir an evvel onun gösterdiği istikamette icraata geçmelidir”diyerek takdirlerini belirtti. 

Geçen hafta Hakkâri Üniversitesi’nin düzenlediği “21. Yüzyılda Kürt Dili ve Edebiyatı”  konulu konferansın Kürtçe ve Türkçe yayınlanan sonuç bildirisinde benzer görüşler ifade edildi: “Kürt sorunu, Kürt Dili ve Edebiyatı’nın gelişiminin önünü tıkamaya devam etmektedir. Bütün siyasî aktörlere çağrımız tarihsel sorumluklarını yerine getirmeleri, geç olmadan çatışmayı durdurmaları, sorunun çözümü için diyaloğa başlanmalıdır. Kürt diliyle eğitimin önündeki bütün resmî ve fiilî engel ve pürüzlerin en kısa zamanda kaldırılmasını, aynı şekilde Kürtçe eğitim hakkını Anayasal güvenceye alınmasını istiyoruz.”

Devlet’in başta Hakkâri gibi kritik bir şehir olmak üzere, bölgede üniversiteler açarken yakın ihtimalleri öngörüp görmediğini, gördüyse hangi tedbirleri aldığını bilmiyoruz. Ancak daha şimdiden buralardan yükselen sesler endişe vericidir. Etnisite oluşturmaya yönelik organize girişimlerin devletin kurduğu müesseseleri kullanabilmesi yıllardır sergilenen aymazlığın, duyarsızlığın tipik bir örneğidir.

Türkiye’nin nasıl bir açmaza karşı karşıya bırakılmak istendiği ortadadır. Bu tuzağın çapı PKK’nın boyunu aşacak derecede büyüktür.  Washington’da ilişkilerin bölge dengeleri ve PKK terörü konusunda büyük önem taşıdığı bir ortamda, İHH’nın mavi Marmara üzerinden dış ilişkilerimize verdiği zararın bilânçosu bir an önce çıkarılmalıdır. Türkiye’nin ABD ve İsrail gibi bölge politikalarının baş aktörleriyle münasebetinin ne durumda olduğu, 1 Mart teskeresinden başlayarak İran ve Hamas konuları dâhil, gözden geçirilmelidir. PKK ve yandaşları konuyu uluslararası platforma taşımaya hazırlanırken, bu girişimlerine nerelerden ışık yakıldığı, eylemlerin nerelerden planlanıp yönlendirildiği bilinmezse, etkili önlemler alınamaz.

En az iki ay süresince referandum konusuyla bloke edilen, ardından başlayacak seçim sürecinde esas meselelerine eğilme fırsatı bulmayacak olan Türkiye’yi zor bir dönem bekliyor. Öncelikli gündem maddesine ne zaman dönülecek; siyasî akıl ne zaman harekete geçecek, ülke yönetiminden sorumlu olan siyasî merkezler bu millî meseleyle önemiyle orantılı şekilde ne zaman ilgilenme fırsatını bulacaklar? Merakla bekliyoruz.

******

Bu yazı yazıldıktan sonra, bölücü-ayrıştırıcı örgütün aylarca önceden hazırladığı bilinen yol haritası çerçevesinde girişimleri devam etti. İnegöl’de ve Dörtyol’da ciddi gerginlikler yaşandı; toplumsal çatışma tehlikesi bir kere daha ön plâna çıktı. Geçen ay İskenderun’da deniz üssüne çok cüretkâr bir saldırı düzenleyen PKK, bu defa Dörtyol’da polis aracını hedef aldı. 4 polisimiz şehit düştü.

Tunceli’de düzenlenen “Kültür ve Doğa Festivali” tam bir PKK gösterisine dönüştü. 1937-38 Dersim ayaklanmasının elebaşısı olarak yakalanıp idam edilen Seyit Rıza’nın gösterişli bir heykeli kent merkezine dikildi. Böylece bir yandan Türkiye Devleti’ne ve yasalara meydan okunurken, diğer yandan bölge halkına bölgesel özerklik projesine ilişkin güçlü bir mesaj iletilmeye, psikolojik alt yapı hazırlanmasına çalışıldı.

Festivalde düzenlenen toplantıda konuşan Osman Baydemir, ayrışmaya yönelik bölgesel özerklik taleplerini çok net biçimde dillendirdi. BDP Grup Başkan Vekili Bengi Yıldız, bu hezeyanın kendi düşündükleriyle tam olarak örtüştüğünü söyleyerek Baydemir’e destek verdi.

Osman Baydemir lafı gevelemeye gerek görmeden Türkiye’nin bölünmesi anlamına gelen özerk bölgeler sistemine geçmesini, bu bağlamda “Kürdistan Özerk Bölgesi” kurulmasını istedi.

Şu sıralarda örgütün siyasî sözcüsü konumunda görünen Osman Baydemir, kendilerini liberal ve demokrat aydınlar olarak tanımlayan çevrelerde yıllardır hüküm süren “ahmaklık” ve “algılama zafiyeti”ne bakarak sürekli yaptıkları zemin yoklamalarında da ciddi bir tepkiyle karşılaşmamalarından, tam tersine sırtlarının sıvazlanmasından cesaret alarak soruyor: “Belediye binamızın önünde ay yıldızlı Türk bayrağı ile sarı, kırmızı, yeşil bayrağımız dalgalansa ne olur?”

Bölücü etnik fitne özenle hazırlanan bir stratejiyi adım adım uygulamakta kararlı görünüyor. Önümüzdeki günlerde de, dikkatlerin referandum üzerinde yoğunlaşmasından yararlanarak, terör saldırılarını sürdürürken milletimizin ve devletimizin sinir uçlarını sürekli sıkıştırarak toplumsal bir çatışma ortamı hazırlamaya çalışacak. Böylelikle kaos ortamı oluşturabildiği ölçüde bunu Dünya kamuoyuna en çarpıcı şekilde duyurmaya çalışacak. Yoğun bir propaganda kampanyasıyla Batı dünyasını yaptıklarının terörist eylemler değil, halkın kurtuluş mücadelesi olduğuna inandırıp meseleyi uluslararası bir konu haline getirerek, Türkiye Devleti’yle masaya oturmayı plânlıyorlar. Böylelikle ilk olarak Öcalan’ın dillendirdiği “demokratik özerklik” projelerine uluslararası kamuoyunun desteğini sağlayacaklarını, meseleyi uluslararası bir konu haline getireceklerini, içeriden ve dışarıdan Türkiye Devleti’ni sıkıştırarak amaçlarına ulaşacaklarını hesaplıyorlar. Basında, siyasî ve entelektüel çevrelerde sempatizanlarının bulunuşundan, ideolojik ve felsefi mülahazalarla kendilerine arka çıkanların oluşundan her zaman ki gibi cesaret alıyorlar.

Türkiye’de hâlâ bu tarihi ve siyasal problem bütün boyutlarıyla ve çapıyla orantılı şekilde algılanmadığından, yeterli derecede önemsenmediğinden, çözüm adına sürekli hatalar yapıldığından, siyasî merkezlerde ve TBMM’de “ortak akıl” üretme alışkanlığı bulunmadığından bu karmaşa ne yazık ki devam edecek gibi görünüyor.