Etnik Fitneye Karşı Milli Politika ve Milli İrade Zarureti
Nuri GÜRGÜR
21 Haziran 2010
Şemdinli ve Elazığ’daki PKK saldırılarında iki gün içerisinde 12 şehit verdik. Böylece üç ayda vatan topraklarını korumak için canlarını veren şehitlerimizin sayısı 47’ye ulaştı. Terörün yaz başlarından itibaren tırmanacağı belliydi. Örgütün çeşitli kademelerinden yapılan açıklamalar geniş bir saldırıya hazırlandıklarını gösteriyordu.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Mayıs ayında bölgede yoğunlaştırdığı operasyonlar başta olmak üzere, alınan önlemlere tepki gösteriliyor, bunların durdurulması isteniyordu. Bu cümleden olarak PKK’nın siyasi kanadı BDP kanalıyla düzenlenen toplantılarda Türkiye Cumhuriyeti Devleti açıkça tehdit edildi, silahlı eylemlerin başlatılacağı ilan edildi.
Bu partinin Diyarbakır İl Başkanlığı tarafından düzenlenen açık hava toplantısında yapılan konuşmaların anlamı üzerinde nedense fazla durulmadı. Oysa her şeyi açıkça söylüyorlardı. BDP Bitlis Milletvekili Nejat Karabaş bir ay kadar önce yapılan toplantıda şöyle demişti: “Bu politikalar sürerse Kürt halkı yemin ediyorum sadece gerilla mücadelesiyle kalmayacak, yaşamı cehenneme çevirecek.” Aynı toplantıda BDP Diyarbakır İl Başkanı “Kürtler eski Kürtler değil; diz çökertmeye çalıştığınız bu halkın önünde diz çökeceğiniz günler yakındır” sözleriyle meydan okumuştu. Devamında BDP Siirt Milletvekili Osman Özçakır “yine bahar geldi, savaş kızıştı, operasyonlar arttı. Tankları, uçakları, helikopterleri Kürdistan topraklarına çıkıyor, bizler bunu durduracağız, onurlu bir barış getireceğiz. Sizin kardeşliğinizi istemiyoruz. Tarih boyunca hep Kürtleri kandırmak istediler. Ancak Kürtler uyanıktır artık, Kürtler artık sizi izlemez. Bizler milyonlarla varız, örgütlerimiz var, bizi kimse artık kandıramaz.”
Terörist başı Öcalan Mayıs ayında avukatları aracılığıyla verdiği mesajlarda örgütün yol haritasını işaret ediyor, pazarlık şartlarını açıklıyor, örgüt sözcülerinin tehditlerini, düzenlenen kitlesel gösterilerin hesaplı ve planlı bir projeye dayalı olduğunu gösteriyor: “Orta yoğunlukta bir savaştan bahsediliyor. Bu dağda olmaz; şehirlerde de bunun etkisi çok büyük olur. Şehirlerdeki serhirdanlar bu yapılanlara direnebilir. Her şekilde büyük katliamlar da gelişebilir. Halkımız bunu bilmeli ve tedbir almalıdır.” Örgüte bu genel talimatı veren Öcalan esas amacının kendi durumu olduğunu, bir an önce İmralı’dan çıkarılarak önce ev hapsi ortamına, sonra da tam anlamda özgürlüğüne kavuşmak istediğini ortaya koyuyor, pazarlık için şartlarını öne sürüyordu: “Önümü açarsanız ben etkimin olduğu bütün kesimleri silahların susması konusu dahil bir hafta içerisinde ikna etmezsem, bana ne derseniz deyin; bana ne yaparsanız yapın. Ben bunu yapma gücümün olduğuna inanıyorum ve bunu yapabilirim. Ben 31 Mayıs’a kadar bekleyeceğim. Bu zamana kadar olumlu bir gelişme olmazsa artık hiçbir şeye karışmayacağım. Kim ne yapacaksa kendi kararıdır.”
Öcalan ve terör örgütünün “uzun ve sıcak bir yaz”a adım atmaya hazırlandığı günlerde, Türkiye’nin uluslararası ilişkileri açısından son derece önemli gelişmeler yaşandı.
İHH adlı kuruluşun Gazze’ye yardım malzemeleri götürmek üzere yola çıkardığı konvoy, uluslararası kara sularında İsrail Güvenlik Güçlerinin silahlı saldırısına uğradı. Mavi Marmara gemisinde 9 yurttaşımız katledildi; gemilere el konuldu. Türkiye buna doğal olarak büyük tepki gösterdi. Birleşmiş Milletler bünyesinde bir araştırma komisyonunun kurulmasını, İsrail’in özür dilemesini, tazminat ödemesini istedi. Türkiye-İsrail ilişkileri böylece bir sivil toplum kuruluşunun yaptığı emrivâkiyle tam manasıyla “krize” girdi. Bu gerginlik Yahudilerin Amerikan toplumu içerisinde ve yönetim üzerinde bilinen etkileri nedeniyle Türkiye-ABD ilişkilerine de yansıdı.
Aynı günlerde İran’ın nükleer enerji projesini durdurma gerekçesiyle Güvenlik Konseyi’nden bu ülkeye yönelik bir yaptırım kararı çıkarmaya çalışan ABD’nin hazırlanan tasarıyı Konsey’e sunması Türkiye’yi bir tercih mecburiyetiyle karşı karşıya bıraktı.
Çekimser kalınarak ilişkilerde daha derin bir krizin yaşanması muhtemelen bir ölçüde önlenebilirdi. Ancak Başbakan Erdoğan bunun imzamızı inkâr anlamına geleceğini ve Türkiye’ye itibar kaybettireceğini öne sürerek Brezilya’yla birlikte “hayır” oyu kullanmayı tercih etti. Sonuçta Türkiye bir anda hem İsrail hem de ABD ile bölge politikalarında çatışır duruma geldi.
Etno-milliyetçi Kürtçülük hareketi ve PKK terörü gibi son derece “sıcak ve kritik” gaile ile yıllardır iç içe yaşayan Türkiye’nin Gazze meselesi üzerinde uluslararası planda büyük “sıkıntılar” anlamına geleceği açık, ağır bir yükün altına girmesinin rasyonel bir izahı olabilir mi?
Kudüs ve Mescid-i Aksa konusunda hassasiyeti yüksek olan halkımızın, İsrail’in arsız ve saldırgan tutumuna karşı Başbakan’ın hamasi üslubundan, ağır suçlamalarından haz duyması, rahatlaması doğaldır. Ancak bunu bir siyasi kazanım malzemesi şeklinde kullanmaya kalkışmak, her seferinde suçlamaların dozajını biraz daha yükseltmek, meydanlardaki kalabalıktan alkış alsa bile, rasyonalitesi tartışmalı bu tutum dış politikayı kilitler; açmaza düşürür. Nitekim kısa sürede oluşan ortam, alınan işaretler Türkiye’nin Atlantik ötesi ilişkilerinde sıkıntılı bir döneme girdiğini, Dünya kamuoyunda etkili propaganda gücüne ve küresel medya imkanlarına sahip Yahudi lobilerinin aleyhimizde yoğun bir kampanya başlattıklarını gösteriyor.
İskenderun’daki deniz üssümüze yönelik PKK saldırısıyla Mavi Marmara’ya baskının aynı gün içerisinde yaşanmasını çok kimse Türkiye’ye “ihtar” anlamına geldiği şeklinde yorumladı. Hemen ardından Şemdinli’deki karakola yapılan saldırı, bu kuşkuları artırdı. Başbakan’ın saldırılardan bir gün önce yaptığı konuşmasındaki “PKK yeni bir ihale aldı” cümlesi sıradan bir ifade olmasa gerek. Üstelik bu cümle aynı konuşmadaki “terörün arkasında kimlerin bulunduğunu biliyoruz” açıklamasıyla birlikte düşünüldüğünde, Devletin son derece önemli bilgilere sahip olduğu anlamı çıkarılabilir.
Başbakan sözlerine açıklık getirmese bile, üç ay içerisinde elliye yakın şehidin acısıyla yüreği kavrulmakta olan milletimizin zihninde PKK’yı taşeron olarak istihdam eden güç merkezi kolaylıkla şekilleniyor. Kalabalık bir PKK grubunun Kuzey Irak’tan Türkiye’ye sızarken tespit edilemeyişi yahut bunlara ilişkin bilgi aktarılmayışı doğal olarak Türkiye ile ABD arasındaki istihbarat paylaşımına ilişkin anlaşmanın rafa kaldırılması olarak yorumlanıyor.
Şehit cenazelerinin kaldırılması sırasında oluşan hüzün ve acı dolu tablolar dağılmaya başlayınca, çeyrek asırdır yaşadığımız görüntüler tekrarlanacak mı? Yani yeni bir saldırıya kadar kayıplarımızı istatistik rakamları olarak kaydedip acılarımızı unutmaya, silahların geçici olarak sustuğu zaman aralığında örgütün varlığını, faaliyetlerini, hedeflerini yok sayarak kendimizi rahatlatmaya çalışacak mıyız? Kendilerini liberal ve demokrat olarak tanımlayan medyadaki sempatizanlarının, yandaşlarının zihinleri uyuşturarak örgütü meşru ve haklı göstermeye yönelik çabalarına seyirci kalacak mıyız? PKK’nın başta çocuk ve gençler olmak üzere bölge halkına farklı bir aidiyet bilinci kazandırmaya, militanlaştırmaya, Türkiye Devleti’ni düşman haline getirmeye yönelik girişimlerini susarak izleyecek miyiz? Terör örgütünün siyasi uzantısı olan partinin kontrol ve güdümünde olan belediyeler aracılığıyla Devlet’in dışında alternatif bir siyasi ve idari yapılanma oluşturma çabalarına nereye kadar seyirci kalınacak?
Türk Silahlı Kuvvetleri ve güvenlik güçleri aylardan beri sinsi ve sistemli bir kampanyayla baskı altına alınmaya, yıpratılmaya, sindirilmeye, felç edilmeye çalışılıyor. İtirafçı denilen şeref ve karakter yoksunu satılık ağızların suçlamalarıyla yakın geçmişte bölgede PKK ile cansiperane mücadele vermiş, doğal olarak örgütün husumetini kazanmış olan Türk subayları tutuklanıyor. Asit kuyularında yok edilen yahut kitleler halinde kurşuna dizilip gömülen insanlar olduğu iddiasıyla, topraklar kazılıyor, her taraf didik didik ediliyor; bulgular aranıyor. Bu esnada çıkarılan patırtı ve gürültüden, gazetelerde çarşaf çarşaf haber yapılan iddialardan sonra ortalığı garip bir sessizlik kaplıyor. Kazılardan birkaç hayvan iskeletinden başka bir şeyin çıkmaması haber yapılmıyor. Başka bir ifadeyle suçlamaları doğru sayarak yapılan yorumlardan, verilen hükümlerden sonra gerçeği ifade etme yürekliliğini gösteren bir kalem erbabı çıkmıyor. Zihinlerde kuşkular oluşturmakla amaç hasıl oluyor. Böylesine ağır bir psikolojik baskıya maruz bırakılan TSK personelinin yıkılan moralini, sarsılan gururunu kim düzeltecek; bunun her şeyden önce insanî bir vecibe olduğu, tek yanlı ve peşin hükümlü bir yayın anlayışının basın ahlâkıyla bağdaşmadığı ortadadır.
Etnik fitne içeriden ve dışarıdan beslenip büyütülmüş, yıllar boyunca yeterli önlemler alınmamasından yararlanarak doğrudan ülkemizin geleceğine, millî bütünlüğümüze yönelik tehdit aşamasına gelmiştir. Cumhuriyet döneminin bu ağır probleminin çözümünün geniş ve kapsamlı bir “millî mücadele” iradesi gerektirdiği, ne kadar erken fark edilirse sonuç almak o ölçüde kolaylaşır. Cumhurbaşkanı’nın, Hükümetin yanı sıra CHP ve MHP Genel Başkanlarıyla görüşmesi rutin bir siyasi temas olarak kalmamalı; üç parti arasında bu hayatî meselenin halledilmesine yönelik temas ve arayışların başlangıcı olmalıdır. PKK sözcülerinin terörü tırmandırmak, ülke geneline yaymak niyetinde olduklarını açıkladıkları bir ortamda, Türkiye siyasî polemiklerle tıkanıp kalamaz. Cumhurbaşkanı’nın AKP, MHP ve CHP liderleriyle yapacağı görüşmelerde, ülke şartları esas alınarak, parti hesapları bir kenara bırakılarak asgari müşterekler üzerinde millî bir politika oluşturulmasının adımları atılmalıdır. Türkiye’nin bütünlüğünü, millî birliğini korumak uğruna canlarını veren binlerce şehidimize borcumuzu, yükümlülüğümüzü ancak böylelikle ödemiş oluruz.