Siyasi Tarihimizin İki Dönüm Noktası: 14 Mayıs – 27 Mayıs
Nuri GÜRGÜR
17 Mayıs 2010
14 Mayıs 1950’de yapılan genel seçimlerde Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi ve 10 yıl sonra, 27 Mayıs 1960’da askerî darbeyle iktidardan uzaklaştırılması sonuçları ve etkileri açısından yakın tarihimizin en önemli olaylarıdır.
O yıllarda Türk Dünyası’nın Türkiye dışındaki büyük bölümü Sovyetler Birliği ve Çin’in esareti altındaydı. İslâm dünyası ise henüz Batı’lı emperyalist devletlerin egemenliğinden kurtulabilmiş değildi.
Bu karanlık dönemde Türkiye’nin bağımsız bir devlet olarak özel bir konumu vardı. Türk milleti 1920’lerde dünyadaki “mazlum milletlere” örnek olan şanlı bir direniş sonucu emperyalistleri püskürtmüş, dağılan imparatorluğun külleri arasından millî devletini oluşturmayı başarmıştı.
“Tek Partili Cumhuriyet” dönemi İkinci Cihan Savaşı’nın sonuna kadar devam etti. Savaş biterken ortaya çıkan Doğu ve Batı blokları arasında bir tercih yapılması gerekiyordu. Türkiye doğrusunu yaptı ve demokratik ülkeler safını seçti. Böylece çok partili dönemin kapıları açıldı. Tartışmalı geçen 1946 seçimlerinden sonra 1950’de hukuka uygun şekilde yapılan genel seçimlerde iktidarın el değiştirmesi demokrasinin zaferiydi. Bu olay Türk ve İslâm dünyası açısından “ilk” olması dolayısıyla tarihi bir anlam taşıyordu.
Ülkemizde aslında çok partili siyaset denemeleri Cumhuriyetin ilk yıllarında da yapılmış ancak başarılı olamamıştı. Bunlardan ilki, 17 Kasım 1924’de resmen kurulan “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası”, kurucuları açısından önemli özelliklere sahipti. Partinin başkanı Kazım Karabekir Paşa başta olmak üzere, Rauf Orbay, Dr. Adnan Adıvar, Ali Fuat Cebesoy, Cafer Tayyar ve Rüştü Paşa’lar millî mücadelenin başından sonuna kadar yönetimde yer alan, önemli görevler yüklenen seçkin isimlerdi. TCF’nın kuruluşundan birkaç ay sonra Şeyh Sait ayaklanması başladı. Bunun üzerine “Takrir-i Sükûn” adıyla hükümete olağanüstü yetkiler veren bir kanun çıkarıldı; uygulanmasını sağlamak üzere iki İstiklâl Mahkemesi kuruldu. Bunlardan Ankara İstiklâl Mahkemesi TCF’nin tüzüğünde yer alan “İtikadat-ı Diniyeye Hürmetkâr Olma” ilkesinin irticayı kışkırtma anlamına geldiğine hükmederek Hükümeti gereğini yapılması için ikaz etti. İsmet Paşa Hükümeti 03 Haziran 1925’de Takrir-i Sükun Kanunu’na dayanarak TCF’nin kapatılmasına karar verdi. Ancak partinin yöneticileriyle asıl hesaplaşma, kısa bir süre sonra İzmir suikastı vesilesiyle yapıldı. Millî mücadelenin önemli komutanlarının idam edilmeleri güçlükle önlendi.
Devam eden tek partili yönetim tarzı siyasette istikrarı sağlamış görünse bile, problemler sürüyordu. Özellikle 1929’da patlayan küresel ekonomik kriz Türkiye’yi de etkiledi. Son derece güç şartlar altında yaşamaya çalışan geniş toplum kesimleri, dışarıdan gelen olumsuz dalgalarla büsbütün sarsıldı. Bu ortamda yönetimi elinde bulunduran seçkinlerin çevresinde cereyan eden yolsuzluklar ve nüfuz ticaretine ilişkin haberlerin kamuoyunda yaygınlaşması Hükümeti zor durumda bırakıyordu. Cumhurbaşkanı Atatürk sık sık çıktığı yurt gezilerinde bu tabloyu yakından görüyordu. Yönetimi denetleyecek, ekonomiyi canlandıracak, kontrol edip eleştirecek bir siyasi mekanizmanın kurulmasına ihtiyaç vardı. Otokratik CHP ile bunun sağlanması mümkün değildi.
Gazi bu mülahazalarla 1930 yılının ortalarında yeni bir siyasi deneme yapmaya karar verdi. Paris Büyükelçisi olan Ali Fethi Bey’in bu tarz bir oluşum için en uygun isim olduğunu düşündü. Gençliğinden beri yakın arkadaşıydı ve seviyor, güveniyordu. Dinlendiği Yalova’da kısa bir görüşme, istişare ve protokol malzemesi sayılabilecek mektuplaşmadan sonra plân uygulamaya kondu. Ali Fethi Bey, Atatürk’ün bizzat ve tek tek belirlediği güvenilir bir heyetle “Serbest Cumhuriyet Fırkası” adıyla liberal çizgide yeni bir parti kurdu.
Parti’nin kurucuları Mustafa Kemal Paşa tarafından seçilirken, Asım Us’un hatıralarında anlattığına göre, bir ara Türk Ocakları Umumi Reisi Hamdullah Suphi (Tanrıöver)’nin de bu yapılanmada yer alması düşünülmüştü. Ancak Gazi “Sizi bu oluşan SCF’ na verecektik. Fakat sizinle birlikte Türk Ocakları’nı da vermiş olacaktım. Buna gönlüm razı olmadı” şeklindeki bir mülahazayla son anda vazgeçmişti.
Ali Fethi Bey yeni partinin teşkili için görevlendirilirken, öne sürdüğü bazı istekler makul karşılanmış ve kabul görmüştü. Bunların başında Gazi’nin iki parti arasında tarafsız kalması geliyordu. İlk plânda CHP grubundan isimleri belirlenen 15 milletvekili kurucular arasında yer aldılar.
Serbest Fırka halk arasında beklenmedik derecede büyük ilgi gördü. Özellikle Fethi Bey’in kuruluştan bir ay sonra İzmir’e yaptığı ziyaret sırasında 100 binden fazla insan meydana yığılmıştı. Emniyet güçleri durumu kontrol altına almaya çalışırken karşılayıcılara çok sert muamele yaptı; silah kullandı. Küçük bir çocuk jandarma kurşunuyla hayatını kaybetti. Bundan sonrası toplumun ruh haletini yansıtması açısından ibret vericidir. Fethi Bey bir binanın balkonundan olanları izlemektedir. Babası ölen çocuğunu kucağına alır; Fethi Bey’in karşısına gelir ve şöyle der: “Ben evladımı bu mücadelede kurban verdim. Daha başkalarını da vermeye hazırız. Yeter ki bizi bu zulüm ve baskıdan kurtarın.”
Kısa bir süre sonra yapılan yerel seçimlerde tablo daha da netleşir. Tamamiyle Hükümetin baskısı altında yapılan bu “sözde seçim” ile, CHP’nin toplumun desteğini yitirdiğini göstermiştir. Durumun kontrolden çıkmaması ve geriye dönülmez bir noktaya gelmemesi için Serbest Fırka’nın kapatılmasına karar verilir. Fethi Bey bu kararı uygularken şu açıklamayı yapıyordu: “….Halbuki takip eden şekilde Fırkamız âtiyen Gazi Hazretleri’yle siyasi sahada karşı karşıya kalabileceği anlaşılmıştır. Bu vaziyette kalacak siyasi bir teşkilatın mevcudiyetini Fırka Müessisi sıfatıyla muhafaza ve idameyi muhal bulmaktayım. Bu sebeple SCF’nin feshine karar verdim.”
Cumhuriyet’in ilk dönemlerindeki bu iki deneme, CHP’nin halkın çoğunluğunun güven ve desteğine sahip olmadığını net şekilde ortaya koymuştur. Bunlar dikkate alındığında DP’nin 14 Mayıs’ta kazandığı ve 54-57 seçimlerinde de tekrarladığı başarı rastlantı değildir. Bu sonuçlar toplumda yıllardan beri birikip gelen tepkilerin seçim sandığına yansıması anlamına gelir. CHP iktidarı halktan kopmuş, içine kapanmış, denetimden uzak, tek doğrunun kendi düşünce ve tercihlerinden ibaret olduğuna inanan otoriter bir anlayışla ülkeyi idare etmeye çalışmıştır. Her ne kadar temel ilkelerinden biri “Halkçılık” idiyse de, toplumun geniş kesimleri yıllarca itilip kakılmış, inanç ve değerlerinin sürekli horlanmasının, yok sayılmasının ezikliğini yaşamıştı.
DP iktidarının ilk icraatlarından biri ezanın Arapça okunabilmesine ilişkin yasağın kaldırılması oldu. Karar Meclis’te oy birliğiyle alınmış, CHP’li milletvekilleri de desteklemişlerdi. Ancak bu konu sonraki yıllarda laisist kesimler tarafından irticaya taviz verilmesi olarak sunulacak ve sürekli eleştirilecektir. Nitekim 27 Mayıs darbesini yapan subaylar da bu yöndeki ilk girişimlerinin temel gerekçesinin bu karar olduğunu açıklamışlardır.
14 Mayıs’taki iktidar değişikliği yıllardır yönetimin dışında tutulan, tercihleri, talepleri görmezlikten gelinen, ekonomik sıkıntılar içinde bunalan “çevre” nin seçkinci ve jakoben “merkez”e karşı sağladığı başarıdır. İkinci Cihan Savaşı’ndan sonra demokrasinin Dünya genelinde sağladığı itibar, Türkiye’nin bu saflarda yer alma kararı, “merkez”in bu sonuca karşı direnme ihtimalini tümüyle izale edecek derecede etkiliydi.
Yeni hükümet alt yapı yatırımlarına büyük önem verdi. Birbiri ardına limanlar, barajlar, elektrik santralleri inşaatı başlatıldı. Yüzlerce km. karayolu yapıldı. Hava şartlarının elverişli gitmesi sonucu tarımsal gelirler zirve yaptı. Ekonomi ve ticaret süratle canlandı ve genişledi. Küçük yerleşim yerlerinden büyük şehirlere doğru giderek yoğunlaşan bir akış başladı. Kalkınmanın somut göstergeleri olan şehirleşme, ticarileşme, sanayileşme hız kazandı. Bu durum doğal olarak millî gelire de yansıdı. Böylece yüz yıllardan beri içine kapalı bir toplum görünümünü kabullenerek yaşamaya alışmış Türk halkı kabuğunu kırdı; insanlar becerilerini, bilgilerini, heveslerini kullanabilecekleri bireysel girişimciliğin geleneksel devletçiliğin yerini aldığı bir dönem başlamış oldu.
Ancak alt yapı yatırımlarına yapılan harcamalar doğal olarak bütçeyi ve malî dengeleri, piyasayı olumsuz etkiledi. Daha önce statik bütçe uygulamaları sonucu karşılaşılan problemler ortaya çıktı, enflasyon arttı. Fiyatlar hızla tırmanmaya başladı. Temel ihtiyaç maddelerinde karaborsa oluştu. Bu arada iklim şartlarının tersine dönmesi, bu defa tarım kesimine darbe oldu. Sonuçta Türkiye’nin dışarıdan borç para bulma ihtiyacı doğdu. İstenen para günümüzle karşılaştırıldığında komik kaçacak kadar düşüktü. O yıllarda bu tarz dış kaynaklar devletten devlete yapılırdı. DP iktidarı doğal olarak NATO’da müttefikimiz olan, soğuk savaşın bu kritik döneminde en yakın dostumuz ve müttefikimiz bilinen ABD’ye başvurarak, 280 milyon $ borç istedi. Bu sırada 1958 devalüasyonu yapılmış, paramızın değeri önemli ölçüde düşürülmüştü. Böylece malî bilançolarda ciddi bir düzenleme gerçekleşmiş, piyasada sükûnet sağlanmış, ekonomi kontrol altına alınmıştı.
Bu yardım alınabilseydi Türkiye dar boğazdan büsbütün çıkacak, ekonomi ve ticarette yeni bir hamle yapma fırsatını bulacaktı. Ancak Washington çok katı ve soğuk bir tavırla yardım talebimizi geri çevirdi. Bir süre sonra 27 Mayıs darbesi yapılmasaydı, Başbakan Menderes Moskova’ya gidecek ve muhtemelen Sovyetler Birliği ile ekonomik alanda önemli bir anlaşma imzalayacaktı.
Washington’un soğuk savaşın yoğun döneminde Batı savunması için kilit ülke konumunda bulunan Türkiye’nin Sovyetler Birliği’yle yakınlaşmasına sıcak bakmadığı açıktı. Bu faktör DP iktidarının gözden çıkarılmasına ve darbeye yeşil ışık yakılmasına yol açmış mıdır? Başka bir ifadeyle, darbe girişimlerini bilmemesi imkânsız olan ABD yönetimi Menderes’i ikaz gereğini neden duymadı?
Bunlar şimdiye kadar zihinleri kurcalayan ve cevaplandırılmayan sorulardır. İleriki yıllarda Washington’daki arşiv bilgileri gün ışığına çıkarılırsa, bu kritik soruların cevabı bulunmuş olacak, tarihimizin dönüm noktası olan bir olaya ışık tutulacaktır.
Dış faktörler bir yana bırakılırsa, 27 Mayıs darbesinin en önemli nedenleri şöyle sıralanabilir:
Gücünü ve etkisini kaybeden, yönetimin dışında kalan geleneksel “merkez”in, sivil ve askeri bürokrasinin “karşı devrim” diye nitelendirdiği, içine kesinlikle sindirmediği 14 Mayıs’a karşı bir rövanş ve öç alma duygusu ağır basmaktadır. 1957 seçimleri arifesinde darbe yapmaya hazırlanan cuntanın önemli isimlerinden F.Güventürk İnönü’nün yakın mesai arkadaşı Faik Ahmet Barutçu ile görüşür ve Cumhuriyet Bayramı törenleri sırasında hükümet erkanını kutlayarak iktidarı devirmeyi plânladıklarını anlatır; İnönü’nün icazetini ister. Barutçu bu bilgiyi Genel Başkanı’na nakleder. Ancak İnönü seçimi kazanacaklarını ifade ederek teklifi kabul etmez. Oysa 57 seçimleri de CHP açısından hüsranla sonuçlanır. Normal şartlarda 1961 de yapılması gereken seçimlerin de sonucu belirsizdir.
Başbakan Menderes Londra’daki uçak kazasından sonra yurda dönerken, İstanbul ve Ankara’da görülmemiş kalabalıklar tarafından karşılanmıştı; adeta yer yerinden oynamıştı. Bu tablo toplum nezdinde siyasi ibrenin DP’nin lehinde olduğu anlamına geliyordu. Durumu değerlendiren CHP ve İnönü gelişmeleri rastlantıya bırakmamak için kapsamlı bir proje hazırlar. 1959’un Mayıs ayında siyasi tarihimizde görülmeyen bir atak başlatılır. Proje “Bahar taarruzu” diye adlandırılmıştır. Büyük zaferin kazanılmasında önemli bir aşama olan ve Yunan Kuvvetleri Başkomutanı General Trikopis’in teslim olduğu Uşak, bu plânın başlangıç yeri olarak seçilir. Böylece Garp Cephesi Komutanı İsmet Paşa’nın geçmişe ilişkin imajı üzerinden güncel politikayı yönlendirmek düşünülür.
Olaylar süratle gelişti, tansiyon yükseldi, toplumsal gerginlik yer yer çatışmalara yol açacak derecede tehlikeli bir çizgiye geldi. Başta Bayar ve Menderes olmak üzere, DP yönetiminin böylesine çok yönlü ve kapsamlı bir “harekât plânı”nın anlamını ve sonuçlarını değerlendirebilecek öngörüye, siyasi ferasete sahip olmadıkları yaşanan olaylarla ortaya çıktı. Üstelik Başbakan’ın sinir sistemi yaşanan gerginliğe direnemeyecek derecede nahifti. 1957’den itibaren darbe hazırlıklarıyla ilgili bulgular, bilgiler ellerine ulaşmasına rağmen bunların anlamını çözemediler. 9 subay olayında görüldüğü gibi üzerine gidemediler.
1960’ın ilkbaharında çok yersiz bir girişimle TBMM’nde “Tahkikat Komisyonu”nun kurulması olayları büsbütün kışkırttı. Hükümet İstanbul ve Ankara Üniversitelerinde CHP Gençlik Kolları’yla bir kısım öğretim üyelerinin hazırlayıp yönlendirdikleri öğrenci olayları karşısında paniğe kapıldı. Oysa bu olaylarda yer alan gruplar son derece sınırlıydı. DP iktidarı basiretli bir yöntemle kontrol altında tutabileceği olaylara karşı tedbir almaya çalışırken büyük yanlışlar yaptı. Basını ve muhalefeti zecri tedbirlerle, ceza tehdidiyle susturmaya, gazetecileri hapse atarak sindirmeye çalıştı. Bu yöntemin tam tersi sonuçlara yol açtığını muhalefete haklılık ve meşruiyet kazandırdığını göremedi. Üst üste yapılan bu yanlışlar doğal olarak entelektüel kesimlerde ve gençlik arasında mağduriyet psikolojisi ve haksızlığa karşı direnme duygusu oluşturdu.
İktidarın basiretini kaybetmesinin ve durumu algılayamamasının en son ve çarpıcı örneği dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Org.Cemal Gürsel’in emekliliğini istemek üzere izne ayrılırken, Başbakan’a yazdığı ikaz mektubudur. Menderes’i eleştirmek bir yana sahiplenen mektubun anlamını çözemeyen bir iktidarın 27 Mayıs darbesini önlemesi doğal olarak mümkün olamadı.
Milletimiz 50 yıldan beri 27 Mayıs’ta askerî müdahale ile alt üst edilen siyasal ve toplumsal dengelerin huzursuzluğunu yaşıyor. Türk toplumu bu olayın toplumsal, sosyal, ekonomik ve ideolojik bedelini ödemeye çalışmaktan yorgun düştü. Demokrasinin, millî egemenlik ilkesinin kurumsal anlamda yerleşmesi, demokratik geleneklerin oluşması, bir kültür olarak benimsenmesi 27 Mayıs ve sonrasında yapılan askerî müdahalelerle önemli ölçüde engellendi. Yarım yüzyıldır yaşanan bütün bu sıkıntılara ve toplumun gelişme trendinin engellenmiş olmasına rağmen Türkiye’nin ekonomik, sosyal ve politik planda Dünya’nın sayılı ülkelerinden biri olması, araştırmacılar nezdinde 21.yüzyıla damgasını vurarak birkaç ülke arasında zikredilmesi Türk milletinin engin kabiliyetinin ve büyüklüğünün ifadesidir.