Dış Politikada İHH Gölgesi ve Türkiye –ABD İlişkileri
Nuri GÜRGÜR
12 Haziran 2010
Abluka altındaki Gazze’ye insani yardım malzemesi götüren Mavi Marmara gemisine yapılan saldırıyı Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu “bizim 11 Eylülümüz” diye tanımladı. İsrail’in açık denizde uluslararası kara sularında hukuku hoyratça çiğneyerek, orantısız güç kullanarak yaptığı katliamın savunulacak bir yanının olmadığı açıktır.
İki yıl önce Gazze halkı üzerine günlerce ateş yağdıran, çocuk-kadın ayrımı yapmadan, gözünü kırpmadan insanları öldüren, daracık bir alanda taş üstünde taş bırakmamaya çalışarak hâlâ yaşamakta olanları da ölüme mahkum eden, hiçbir vicdanın kabul edemeyeceği gaddarca bir ambargoyu uygulamaya koyan bu barbarlığın şimdiye kadar durdurulmaması insanlık adına utanç kaynağıdır; ebedî bir lekedir.
Pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de bu faciaya tepki duyan insanlar, açlıktan kırılma noktasındaki Filistin halkına yardımcı olabilmek için çeşitli girişimler yaptılar. İki yıl kadar önce Türk Kızılay’ı 10.000 ton unu, 120 tırdan oluşan bir konvoyla bölgeye ulaştırıp dağıttı. “Kimse Yok mu Derneği” kanalıyla 3 milyon dolar civarında bir yardımın yapıldığı açıklandı. Geçen yıl İHH’nın düzenlediği ve aralarında AKP’li milletvekillerinin de bulunduğu bir yardım konvoyu karayolundan Refah Kapısı’na ulaştı. Mısır makamlarının sert müdahalesiyle Gazze’ye sokulması engellenen yardım malzemeleri, günlerce süren mücadeleden sonra anlaşma sağlanarak yerine intikal edip dağıtıldı.
İHH yöneticileri bu defa deniz yolunu tercih ettiler. Çoğunluğunu Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının oluşturduğu 600’e yakın yolcunun bulunduğu Mavi Marmara gemisiyle birlikte yardım malzemelerinin taşındığı gemilerden oluşan bir konvoy hazırlandı. Gönüllüler arasında 32 ülkeden insanlar vardı. İnsanlıkla bağdaşmayan bu acımasız ambargoya karşı bütün dünyanın dikkatinin çekilmesi sağlanarak İsrail’in politikasını değiştirmeye zorlanması amaçlanıyordu. Bu tarz bir girişimin İsrail tarafından tepkiyle karşılanacağını düşünüp kendilerini buna hazırlamaya çalışsalar bile, silahlı bir saldırıyla karşılaşacaklarını, terörist muamelesi yapılıp üzerlerine ateş açılacağını, İsrail karasularına bile girmeden gemilerine el konacağını muhtemelen düşünmemişlerdi.
Olayın üzerinden günler geçip ortalık nispeten sakinleştikten sonra, durumu daha serinkanlı ve değişik açılardan değerlendirmek gerekiyor. Sonuçta bir sivil toplum kuruluşu olan İHH’nın bu girişimi Türk dış politikasını doğrudan etkilemiş, Devlet’in kendi karar ve iradesinin dışında yeni kararlar almasını zarurî kılan yepyeni bir süreç başlatmıştır. İHH nedir, kimler tarafından kurulmuştur, kimler yönetmektedir? Amacı nedir; Türkiye’yi emrivakilerle karşı karşıya bırakmak hakkını nereden almaktadır? Bir sivil toplum kuruluşuna bu imkânı kimler vermektedir, son derece geniş bir maddî kapasiteyi gerektiren girişimlerinin kaynağı nerelerdir? Türk Ocakları dahil ülkemizdeki başlıca dernek ve vakıfların İçişleri Bakanlığı müfettişleri tarafından düzenli şekilde günlerce denetlendiği, tüm belgelerinin en ayrıntılı şekilde incelendiği bir ortamda bu derece iddialı girişimleri yapan bir kuruluş benzer denetimlerle karşılaşmış mıdır?
İsrail’in insanlık dışı uygulamalarına karşı halkımızın sokaklarda ve meydanlarda tepkisini ortaya koyması, saldırıyı lanetlemesi, cenazeler önünde gözyaşı dökmesi inancımız ve insanlığımız adına doğal tepkilerdir. Ancak ülkenin yönetim sorumluluğunu taşıyanların bu duygusal anaforun üzerine çıkarak konuyu farklı açılardan ele almaları, olabildiğince serinkanlı düşünüp konuşmaları gerekir. Duyguları feveran eden topluluklara karşı duygusal konuşmalar yapmak alkış toplasa bile bu tezahüratların ülkemizin hayati çıkarları yönünden ne derece yararlı olacağı iyi düşünülmelidir.
İsrail’in saldırısı meseleyi sıradan bir gerginlik olmaktan çıkardı. İki ülke arasında kısa sürede giderilmesi çok zor görünen bir “soğuk savaş” dönemi başlattı. İsrail’in hamisi ve stratejik ortağı ABD’nin bu kritik dönemdeki pozisyonu kuşkusuz büyük önem taşıyor. Ankara ve Washington arasında 1 Mart tezkeresiyle başlayan kriz tam olarak halledilmeden, İran’ın nükleer silah imalatına yönelik girişimleri bağlamında meydana gelen gelişmeler iki ülkeyi ciddi bir tartışma çizgisine taşıdı. Özellikle Türkiye ile Brezilya’nın Tahran’ı belirli esaslar çerçevesinde Batı’yla anlaşmaya ikna etmiş olmaları Washington’da inandırıcı bulunmadı. İmzalanan protokolün uygulanmasına ilişkin çalışmalar yapmak yerine, tam tersine Birleşmiş Milletler’de İran’a karşı ambargo uygulanmasını sağlayacak bir karar çıkartmak üzere sürdürülen girişimler hız kazandı. Gemi olayı yaşanmasaydı Başbakan Erdoğan ile Dışişleri Bakanı Davutoğlu ABD’ye gidecekler, Netenyahu ve Obama ile bu problemi çözmeye yönelik görüşmeler yapacaklardı.
İsrail’in konvoya silahla saldırarak 9 vatandaşımızı hunharca öldürmesi doğal olarak yurdumuzda büyük tepki doğurdu. Yıllardır Filistin halkına yönelik zulüm ve baskıların acısını duymakta olan halkımız bütün kesimleriyle, yediden yetmişe bir anda ayağa kalktı. Bu kriz esnasında Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun tutumu taktire değer. Olayın Türkiye ile İsrail arasında özel bir mesele gibi algılanmasına imkân vermeden BM’e taşımayı, Güvenlik Konseyi’nden bir kınama kararı çıkarılmasını sağladı. Bu doğru bir politikadır. Çünkü İsrail ve dostları tam tersini yaptılar. Olayı Dünya kamuoyuna radikal İslamcıların yeni bir saldırısı gibi sunmak suretiyle katliamı mazur göstermeye, İsrail askerlerinin kendilerini korumaya çalıştıklarına inandırmaya yönelik propaganda çarkını ilk andan itibaren çalıştırmaya başladılar.
Batı dünyasında etkili olan ve özellikle ABD medyasının büyük bölümünü kontrol altında tutup yönlendiren Yahudi lobisi ve sermaye gücü her zamanki işlevini yerine getiriyor. Amerika’nın en büyük birkaç gazetesinde günlerden beri İsrail’i mağdur ilan ederek, teröre karşı son derece duyarlı olan Amerikan kamuoyunun korkularını kışkırtarak Türkiye’yi olayın sorumlusu göstermek isteyen makaleler yayınlanıyor. Güvenlik Konseyi’nden daha etkili bir kınama kararının çıkmamış olması ABD politikaları üzerindeki İsrail etkisinin doğal bir tezahürüdür. Başkan Obama Ankara’nın haklı tepkilerini hesap ederek yuvarlak sözlerle konuyu geçiştirmeye çalışırken, yardımcısı Biden açıkça İsrail’in savunma hakkından söz ederek tutumunu haklı bulduğunu ilan etti. Buna karşılık Mavi Marmara’dan alınarak İsrail’e götürülen ve haklarında takibat yapılmaya hazırlanan çoğunluğunu Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının oluşturduğu yolcuların derhal serbest bırakılması hususundaki Ankara’nın taleplerini ciddiye alan Başkan Obama, vakit geçirmeden İsrail’e gereken baskıyı yaptı; böylece gelişmelerin daha da vahim bir noktaya taşınmasını engelleyerek bu insanların Türkiye’ye dönmelerine yardımcı oldu.
Türkiye ile İsrail arasında başlayan bu “soğuk savaş” neresinden bakılırsa bakılsın, ülkemiz adına yeni bir “cephe” demektir. Bu durumun bir süredir uygulandığı açıklanan komşularımızla “sıfır problem” ilkesine dayalı dış politika stratejisiyle ciddi şekilde çeliştiği açıktır. İsrail’in ABD ile olan özel ve yakın ilişkileri nedeniyle, problemi sadece iki ülke ile sınırlı kalmayacak, Washington eninde sonunda tercihini belirlemek zorunda kalacaktır.
Nitekim uluslararası kara sularındaki İsrail korsanlığının hemen ardından İran konusunda ortaya çıkan gelişmeler Türkiye - ABD ilişkilerinde yeni bir dönemin başladığını işaret ediyor. ABD İran’a nükleer programı nedeniyle yaptırım uygulanması karar tasarısını Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne sundu. Oylamadan önce Başkan Obama Başbakan Erdoğan’ı telefonla arayarak uzun bir görüşme yaptı; Türkiye’nin “evet” oyu kullanmasını istedi. Türkiye iki ülke arasında “en üst düzeyde iletilen talepleri” yerine getirme geleneğini ilk defa dikkate almadı ve Brezilya ile birlikte “hayır” oyu kullandı. Başbakan Erdoğan buna gerekçe olarak “evet” demenin hükümetin kişiliğiyle bağdaşmayacağını öne sürdü.
Türkiye’nin İran ile yaptığı anlaşmaya sadakat göstermesinin hem etik hem de politik nedenleri olsa da içinde bulunduğumuz hassas dengeler ve kritik problemlerimiz dolayısıyla “çekimser” kalmamız pekala mümkündü. Bu tutum sonucu etkilemese bile Batı’dan yükselen “eksen kayması” iddialarını daha anlaşılabilir bir noktaya getirebilirdi. Kısa sürede yaşanan bu gelişmeler iki ülke arasında 60 yıldır süre gelen ve “stratejik ortaklık” diye tanımlanan ilişkilerde ister istemez yeni bir süreç başlatıyor; bölge politikalarında bunun yerine artık “stratejik rekabet” dönemi açılıyor. Başka bir ifadeyle Türkiye ile ABD hasım olmasalar bile rakip hâle geliyorlar. Bu durum Ortadoğu gibi Dünya’nın en kaygan ve kaypak bölgesinde politika oluşturmaya çalışan Türkiye’yi doğal olarak zor durumda bırakacaktır.
Çeyrek yüzyılı aşkın bir süreden beri Türkiye’nin birinci problemini oluşturan bölücü terörün dış kaynaklarını bilmeyen kalmadı. Türkiye ile hesabı olan komşularımızın bir çoğu PKK’yı taşeron olarak kullanmak suretiyle ülkemiz üzerinde baskı oluşturmaya, Türkiye’yi bu problemle bloke etmeye çalıştılar. İsrail gibi özel harp yöntemini son derece ustalıklı kullanan, bu hususta büyük deneyimi bulunan bir ülkenin PKK ile ilişki kurmayacağını düşünmek safdillik olur. Konvoya saldırıların yapıldığı saatlerde İskenderun’da askeri birliğimize yönelik bir saldırının yapılması rastlantı sayılabilir mi? Unutmayalım ki Kenya’da Yunan Büyükelçiliği’nde yakalanan Öcalan’ın cebinde Kıbrıs Rum Kesimi’nin pasaportu vardı. PKK militanlarının arasında İran ve Suriye uyruklu Kürtlerin yanı sıra Ermeniler’in de olduğu bilinen bir gerçektir. Türkiye’nin önünde açılan bu yeni cephe, etnikçi Kürt hareketiyle Rum ve Ermeniler arasında yıllar önce oluşturulan ortaklığa yeni bir unsur ekleniyor.
Yahudiler’in dinî ve tarihî kriterlerle belirledikleri bir alanda, 20-30 yıllık yoğun bir çaba sonrası silahlı güç kullanarak kurulan İsrail Devleti, aynı yöntemleri eksiksiz sürdürüyor. Böylece tümüyle kendine özgü özellikleri bulunan, kuruluş yıllarında yeraltı mücadelesini yapan örgütlerden esinlenen bir Devlet yapısı ortaya çıkıyor. Bu devlet kurallarını evrensel değerler, uluslararası teamüller ve hukuk yerine kendisi belirler; her şeyi doğrudan İsrail’in çıkarları açısından değerlendirir, kimseyi umursamaz. Bütün Dünya ülkelerine gerekli gördüğünde meydan okumaktan çekinmez. Birleşmiş Milletler’in yüzden fazla kınama ve yaptırım kararı sonuçta çöpe atılmıştır. Sadece varlığını borçlu olduğu ABD’ye karşı, muhtaç olmaktan kaynaklanan nedenlerle farklı bir muamele uygulamaya çalışır. Washington için de “Dünya bir tarafa, İsrail bir tarafa” telakkisi geçerlidir. Kuruluşundan bu yana 62 yıldır küresel gücün himayesi altında olmayı, ekonomik ve siyasal imkânlarını kullanmayı alışkanlık haline getiren İsrail bölgede ve Dünya’da barışı ve huzuru tehdit etmekte sakınca görmüyor.
Türkiye şimdi bunca probleminin arasında ve özellikle öncelikli meselemiz olan bölücü terörle boğuşurken zamanını, şartlarını ve çapını belirleme imkânına sahip olmadığı yeni bir problemle karşı karşıya kaldı. Bu gelişmelerin kapısını açan İHH’nın iktidar çevreleriyle eskiden beri sürüp gelen yakın ilişkileri, ortak dostlukları, Türk dış politikasını asla etkilememelidir. Yaklaşan genel seçimler ve ondan önceki referandum süreci konunun siyasetçiler tarafından bir oy malzemesi şeklinde kullanılmasına neden olmamalıdır. Türkiye’nin kendi çıkarları ve hayatî meseleleri vardır. Ankara’nın kaderinin Gazze ile ortak olduğunu öne sürmenin rasyonel bir izahı olamaz. Esasen ülkemizin güvenliği ve milletimizin geleceği heyecanlı topluluklar huzurunda ölçünün ve endazenin söz konusu olmadığı taahhütlerle, duygusal bağlantılarla tehlikeye atılmamalıdır. Başta siyasetçiler ve yöneticiler olmak üzere herkes serinkanlı olmaya, durumu doğru okumaya ve değerlendirmeye, özellikle ülkenin sokaktan, halkın içinden yönetilemeyeceği kuralını unutmamaya mecburdur.