60. Yılında 14 Mayıs’ın anlamı ve Önemi


Nuri GÜRGÜR
14 Mayıs 2010


14 Mayıs 1950 de iktidarın seçim yoluyla değişmesi Türk ve İslam dünyası açısından tarihî bir olaydır. O yıllarda Türk Dünyasının Türkiye dışındaki büyük bölümü Sovyetler Birliği Çin’in esareti altındaydı. İslam Dünyası ise Batı’lı emperyalist güçlerin egemenliğinden kurtulabilmiş değildi. Bu karanlık ortamda Türkiye’nin bağımsız bir devlet olarak özel bir konumu vardı.
1920’lerde bütün “mazlum milletlere” örnek teşkil eden şanlı bir direnç sonucu bağımsızlığını kazanmış, dağılan imparatorluğun külleri arasında üniter millî devlet olmayı başarmıştı.

Türkiye 2. Dünya Savaşı biterken, siyasî rejim konusunda tercihlerin yapıldığı dönemde demokratik ülkeler platformunu seçmiş, sonuçta çok partili döneme geçilmişti. 14 Mayıs’ta gerçekleşen genel seçimin sonucu iktidarın değişme bu kararın siyasî arenada tescil edilmesi anlamına geliyordu.

DP’nin kısa sürede Türk halkının çoğunluğunun desteğini kazanmış olması rastlantı değildir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (1924) ile Serbest Cumhuriyet Fırkası (1931) kısa faaliyet dönemlerinde iktidarı ürkütecek derecede büyük ilgi görmüşlerdi. Bu durum CHP’nin toplumun çoğunluğunun desteğine sahip olmadığının göstergesiydi.

CHP otoriter ve seçkinci bir anlayışla ülkeyi yönetmeye çalışıyordu. Faşist İtalya’dan esinlenerek düzenlenen örgüt yapısında, valiler ve kaymakamlar aynı zamanda CHP’nin il ve ilçe başkanları olarak görev yapıyorlardı. Devlet ile parti tam anlamıyla bütünleşmişti. Cumhurbaşkanı İnönü’nün ünvanı “ Millî Şef” di. Toplum yukarıdan belirlenen ve jakoben anlayışla yapılan uygulamalarla belli bir kültürel formasyona iletilmeye çalışılıyordu. Toplumun değerleriyle önemli ölçüde çelişen, millî manevî ve tarihî yapıyla, geleneklerle ters düşen bu durum doğal olarak huzursuzluğa yol açıyor, tepki topluyordu.

Diğer taraftan sıkı sıkıya izlenen merkeziyetçi ve devletçi ekonomik politikanın sonucu insanların bilgi ve becerilerini sergilemeleri engelleniyor, halkın çoğunluğu yoksulluk kıskacı içersinde bocalıyordu. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında fert başına 50 Dolar civarında olan millî gelir, 1950’lelere gelindiğinde hâlâ 100 Doların altında seyrediyordu. Parti merkezi devlet bürokrasisi her şeye egemendi. Küçük bir azınlık sınırlı mali kaynaklardan ve imkânlardan yararlanırken, geniş kesimler sert ve ceberut bir bürokratik zihniyete karşı dertlerini anlatamamanın sıkıntısını yaşıyordu.

DP’nin bu ortamda iktidara gelmesine halkın çoğunluğu büyük bir coşkuyla karşılarken, yıllardır iktidarı elinde tutan sivil ve asker bürokrasi bu durumu “tarihî bir yanlış” olarak gördü ve içine sindiremedi. Çünkü bu kesim kendini her şeyden önce “devrimleri” yapan ve Cumhuriyet’i kuran dolayısıyla yönetimde öncelikle söz hakkı bulunan, vesayet hakkına sahip bir zümre olarak görüyordu. Yönetimin kendine kıyasla cahil olarak gördüğü kesimler eliyle devredilmesinden büyük kaygı duyuyor, bunu ülkenin geleceği adına tehlike şeklinde algılıyordu.

DP’nin iktidarının ilk aylarında ezanın Arapça okunmasına da imkân veren bir kanunu çıkarmasını kuşkularının somut bir belgesi olarak nitelendirdiler. Gerek asker ve sivil bürokrasi ve gerekse politik nedenlerle TBMM’nde bu karara itiraz etmeyen CHP 1960’a kadar iktidarı irticaya taviz vermekle suçlarken, ezan konusunu sürekli olarak iddialarının dayanağı yapmaya çalıştı.

14 Mayıs 1950’de gerçekleşen iktidar değişikliği siyasî bir olay olmanın ötesinde Türk toplumu için tarihi bir hamlenin kapılarının açılması anlamını taşır. Uzun yüzyıllar boyunca içine kapalı olarak yaşayan, devlet örgütünün dışında olmayı olağan sayan Türk halkı bu tarihten itibaren kabuğunu kırmaya başlamıştır. Köylerden kasabalara ve büyükşehirlere doğru giderek yoğunlaşan intikallerle ticaret ve ekonomi süratle canlanmış millî gelir artmış, şehirleşme giderek yoğunlaşmıştır. Barajlar, limanlar elektrik santralleri, silolar başta olmak üzere alt yapı yatırımları hızlanmış , karayollarına ağırlık verilerek ulaşım alanında güçlü bir hamle başlatılmıştır. Kısa süreye sığdırılmaya çalışılan bu ekonomik ve sosyal atılım çabaları sonucu bir süre sonra enflasyon tırmandı bütçe açıkları çoğaldı sonuçta Hükümet borç para bulma ihtiyacıyla karşı karşıya kaldı. Bu gelişmeler aslında büyümeyi ve gelişmeyi strateji olarak tercih eden ancak geçmişe dayalı ciddi bir birikim ve tecrübeden yoksun bulunan bir iktidarın dramı sayılabilir.

Benzer sıkıntılar özgürlükler, hukuk ve demokrasi gibi alanlarda da yaşandığından ve bu hususlarda da tecrübesizlik ağır bastığından 1950’li yıllarının ortalarından itibaren siyasî çalkantılar ve çekişmeler yoğunlaştı. İktidar muhalefet ilişkileri giderek sertleşmeye başladı. Ancak şartlar ne olursa olsun halkın çoğunluğunun DP’nin yanında olduğu yapılan seçimlerde çok net şekilde ortaya çıkmıştı. 1960’lara gidilirken CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’nün “bahar taarruzu” sloganıyla başlattığı iktidara geçme girişimi, seçim yoluyla başarılı olunamayacağı kanaatinden kaynaklanan nedenlerle mecrasını değiştirdi. DP iktidarını keşin olarak “ al aşağı etme” kararında olan sivil ve askeri bürokrasi, CHP muhalefetiyle psikolojik, örgütsel bağlantılar kurarak, illegal iş birliği ve dayanışma yaparak 27 Mayıs askeri müdahalesini hazırladı.

Bu müdahaleyi yapanlar “karşı devrim” olarak nitelendirdikleri 14 Mayıs’ın rövanşını alma coşkusundaydılar. Ancak müdahalenin maliyeti ağır oldu. Milletimiz 50 yıldan beri bu olayın toplumsal, sosyal, ekonomik ve ideolojik bedelini ödemekten yorgun düştü. Demokrasinin, millî egemenliğin kurumsal anlamda yerleşmesi, demokratik geleneklerin oluşması, bir kültür olarak benimsenmesi 27 Mayıs ve sonrasında yapılan askerî müdahalelerle önemli ölçüde engellendi. Yarım yüzyıldır yaşanan bütün bu sıkıntılara ve toplumun gelişme trendinin kesilmesi girişimlerine rağmen Türkiye’nin ekonomik, sosyal ve politik planda dünyanın sayılı ülkelerinden biri olması, araştırmacılar nezdinde 21. yüzyıla damgasını vuracak birkaç ülke arasında zikredilmesi Türk milletinin engin kabiliyetinin ve büyüklüğünün ifadesidir.