Anayasa Değişikliği Ama Nasıl
1 Nisan 2010
Nuri GÜRGÜR
Türkiye’de son elli yılda Anayasa askeri darbeleri takiben iki defa yenilendi. Darbeyi yapanlar yeni bir Anayasa hazırlamak üzere ilkinde “Kurucu Meclis” i ikincisinde “Danışma Meclisi”ni topladılar. Her iki meclisde hazırlanan ve referandumla kabul edilen metinlerde zamanla değişiklik yapma gereği duyuldu. Bu değişiklikler sonucu orijinalinden hayli farklı metinler oluştu; maddeler arasındaki ahenkle bağlantılar kayboldu, dil bütünlüğü daha da bozuldu.
27 Mayıs darbesi DP iktidarının meşruiyetini kaybettiği iddiasıyla yapılmıştı. Millî Birlik Komitesi bir kısım üniversite hocasının görüş ve telkinlerine uyarak devirdiği iktidar mensuplarına Anayasa’yı ihlal ettikleri suçlamasıyla dava açtı. Yargılamayı yapmak üzere Yüksek Adalet Divanı adıyla bir kurul oluşturdu. Hukukun yerine siyasetin egemen kılındığı yargılama sonunda Başbakan Adnan Menderes ile Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan suçlu bulundular ve idam edildiler. Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın idamı yaşı nedeniyle yapılmadı. 36 yıl sonra vefat ettiğinde, cenaze törenine kalabalık bir grup general katıldı ve tabutunu omuzlarında taşıdılar. Bu jest oldukça gecikmiş bir özür anlamına geliyordu.
Milli Birlik Komitesi 61 Anayasası’nı hazırlayan Kurucu Meclis üyelerinin tamamına yakınını CHP cenahından seçti. Bunun sonucu Anayasa Komisyonu üyeleri, başta Başkan Muammer Aksoy olmak üzere, solcu yahut CHP’li idiler.
Bu Anayasa’nın en önemli özelliği ana iskeletinin CHP’nin 1957 seçimleri sırasında yayınladığı “İlk Hedefler Beyannamesi” nden oluşmasıydı. Çünkü her iki metni hazırlayanlar hemen hemen aynı isimlerdi. Onlara göre 14 Mayıs 1950’de iktidarın seçimle değişmesi bir “karşı devrim” di. Eğitimsiz ve cahil halkın, Cumhuriyetin aydınlanma dönemine ve devrimlere yönelik tepkisiydi. Dolayısıyla DP’nin iktidara gelmesi gericilerin zaferiydi. Bu tarz bir gelişmenin tekrarlanmaması için yeni anayasada özel önlemler almaya çalıştılar. Halkın seçeceği yasama ve yargı organlarının aydınlanma rotasından sapmamasını sağlamak üzere yürütme organını kontrol ve gözetim yapacak şekilde geniş yetkilerle donattılar.
61 Anayasa’sının temel hak ve özgürlüklerin vurgulanması, bireysel hakların çerçevesinin genişletilmesi, hukuk devleti kavramını sisteme yerleştirilmesi açısından kuskusuz önemli özellikleri vardı. Ancak ihdas edilen Anayasa Mahkemesine ve Danıştay’a seçilmişler üzerinde vesayet işlevi anlamında yetki verilmesi, demokratik rejimin yerleşmesine, kurumlar tarafından özümsenmesine, halkın tercih ve iradesini kullanmasına olumsuz etkiler yaptı.
12 Mart müdahalesi döneminde Türkiye’nin idaresini kontrolüne alan komuta kademesi ve güdümündeki hükümet, yürütme organının elini rahatlatmak, icraat yapmasına imkân sağlamak için yürürlükteki Anayasa’da bazı önemli değişiklikler yaptı. Sistemdeki tıkanıklığı açmaya çalıştı. Özellikle Anayasa Mahkemesi’ni, yasama organının kararlarına yerindelik denetimi yapmasını önlemek, Danıştay’ın gelişigüzel kullanılmasını engellemek istedi. Buna rağmen Anayasa Mahkemesi eski alışkanlığını bazı kararlarında sürdürdü. Danıştay 8. Daire Başkanı mütevaffa Kâzım Yenice, 1978 yılında verdiği bir demeçte, “Türkiye ideolojik bir mücadele içindedir Danıştay’da bu mücadelede yerini almıştır” diyerek yargının psikolojisini çok net ortaya koymuştu.
12 Eylül 1980’de yönetime el koyan Genel Kurmay Başkanı Org. Kenan Evren’in başkanlığındaki askeri Konsey, çok zaman kaybetmeden normal siyasî döneme geçişin hazırlıklarına başladı. Güvenilir saydıkları isimlerden bir “Danışma Meclisi” oluşturuldu. Bu Meclisde hazırlanan yeni anayasanın mimarı Prof.Dr. Orhan Aldıkaçtı, Kenan Evren ve Haydar Saltık’la yakın ilişki içerisinde gerekli çalışmaları yaptı. 1982’de referanduma sunulan Anayasa’nın en önemli özelliği, devlet yapısının yeni dönemde Cumhurbaşkanı olması kararlaştırılan Kenan Evren’e göre düzenlenmesiydi.
Cumhurbaşkanı’na örnekleri ancak başkanlık yahut yarı başkanlık sistemlerinde görünen yetkiler veriliyor, yasama ve yürütme organlarının işlevi önemli ölçüde sınırlandırılıyordu. Böylece Cumhurbaşkanlığı makamında kim bulunuyorsa, üniversite rektörlüklerinden Anayasa Mahkemesi’ne, yüksek yargı organlarından en önemli kamu kurumlarına kadar çok geniş bir alan, O’nun uygun gördüğü, görüş ve düşüncelerini beğendiği kimselerle donatılıyor, devletin yapısı doğrudan Cumhurbaşkanının isteği doğrultusunda oluşuyordu. Üstelik bu temel kurumların yapılanmasında kapalı devre bir “kast” sistemi kuruldu. Üyelerin birbirini seçtiği, farklı görüş ve düşünce sahiplerine kapalı tutulduğu bu sistem içersinde ortaya çıkan oligarşik yapı, demokratik anlayışa uygun bir tablo değildir. Eski Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer görevine başladığı ilk günde yetkilerinin fazlalığını işaret etmiş ve bu düzeni gözden geçirilmesi gerektiğini söylemişti. Ancak kısa bir süre sonra makamın kudretine ve yol açtığı cazibeye O da alıştı, yetkilerini benimsedi. Görevi bitinceye kadar atama yetkisini tümüyle kendi fikir ve düşünce dünyasından insanları tercih ederek kullandı.
1960’dan beri atanmışlarla ve seçilmişler arasında sürüp gelen rekabetin sonuçları ortadır. Toplumun büyük çoğunun isteği doğrultusunda çıkarılan bir yasa Anayasa Mahkemesi üyelerinin inanç ve düşünceleriyle örtüşmüyorsa iptal edilebiliyor. Bunun çarpıcı bir örneği iki yıl önce Anayasa’nın 10 ve 40. maddelerinde yapılan ve üniversitelerde başörtüsünü kullanılmasını mümkün kılan yasa değişikliğinde yaşandı. 411 Milletvekilinin oylarıyla yasama organında yapılan değişiklik, Anayasa Mahkemesi tarafından yorumlandı; değiştirilemez maddelere dolaylı müdahale olarak nitelendirilip iptal edildi.
Oysa anayasa maddeleriyle ilgili değişiklikleri sadece şekil yönünden incelenebileceği, esasa ilişkin bir yerindelik kararının verilemeyeceği metinde açık açık yazılıdır. Tanınmış Anayasa hukukçusu Prof. Dr.Ergun Özbudun bu durumu açık bir “yetki gaspı” olarak nitelendirdi.
82 Anayasası’nın elliden fazla maddesi zaman içersinde değiştirildi. Böylelikle metnin bütünlüğü önemli ölçüde bozuldu. Buna rağmen Cumhurbaşkanının yetkileri daraltılmadı. Anayasa üzerinden oligarşik bir bürokrasi ve yüksek yargı vesayeti oluşturmaya yönelik anlayış günümüzde de hükmünü icra ediyor.
Anayasalar, gelişen ve değişen toplumsal şartlara cevap veremediği zaman doğal olarak sıkıntılar yaşanır. Türkiye hâlen bu durumla karşı karşıyadır. Ülkenin ihtiyaçlarına cevap verecek, egemenliğin millete ait olduğunu teyid edecek, sistemdeki oligarşik kabuğu kıracak bir Anayasa’ya ihtiyacımız vardır. Ancak böylesine hassas bir konuda yöntem ve üslup son derece önemlidir. Mesele siyasî polemiklerden olabildiğince uzak tutularak irdelenmeli, bir parti etiketi taşımasına kesinlikle izin verilmemelidir.
Hükümetin hazırlayıp meclise sevk ettiği tasarı, ihtiyaçları karşılamaktan çok, AKP’nin problemlerini çözmeye, kapatılma ihtimalini ortadan kaldırmaya yönelik bir girişim şeklinde sunulduğundan, daha ilk adımda yoğun tartışmalara neden oldu. Böylesine önemli bir konuda daha başlarken bu tablonun oluşması her bakımdan sakıncalıdır.
İlerleyen günlerde ve özellikle Mecliste yapılacak görüşmelerde doğal olarak tartışmalar yoğunlaşacaktır. Kurumlar arası ilişkiler ve toplumun huzuru adına tansiyonun kontrol altında tutulması gerekir. Anayasa Mecliste 330’un üzerinde bir oyla kabul görür mü? Şayet referanduma sunulup onaylanırsa, CHP Anayasa Mahkemesine başvurarak iptaline çalışır mı? Mahkeme iptal eder mi?
Her şey bir yana, siyasî merkezlerin hem usul hem de esas bakımından daha baştan reddettikleri yeni anayasa mevcut problemleri halletmeye zemin hazırlar mı?
Bütün bu soruların cevapları ne kadar belirsiz ve kaygı verici olursa olsun, Türkiye’nin yeni bir Anayasa’ya ihtiyacı vardır. Bunu kimse görmezden gelemez. Siyasî çevreler ve ilgili kurum ve kuruluşlar konuya ilişkin tartışmaları bir taraftan yapsınlar; ancak Türkiye’nin ihtiyacını karşılayacak bir temel yasanın çıkartılması için kendi açılarından gerekli hazırlıkları mutlaka sürdürmeli ve vakit geçirmeden görüşlerini kamuoyuna sunmalıdırlar.