Zor Bir Yıl Olacak
4 Ocak 2010
Nuri GÜRGÜR
Türkiye yeni yılı sıkıntılarla dolu yoğun bir gündemle girmiş bulunuyor. 2010 her bakımdan zor bir yıl olacak. Öncelikle ekonomik tablo, Başbakanının kanaatinin aksine, krizin teğet geçmediğini gösteriyor. Resmi rakamlara göre işsizlik % 16 nın üzerinde. Yeni yatırım yapılmıyor, kapanan işletmelerin, fabrikalar ve imalathanelerin sayısı artıyor. Geçmiş yıllarda özelleştirmelerden sağlanan gelirler verimli alanlara kanalize edilmediği gibi, kaynaklar önemli ölçüde kullanılıp tüketildiğinde sona yaklaşmış görünüyor.
Ekonominin canlanması ve yatırım yapılması için gereken sermaye dışarıdan gelmeyince, içerden de sağlanmayınca uzun süredir sürüncemede olan İMF ile anlaşma yapılması ağırlık kazanıyor. Ancak bu anlaşmanın getirisi kadar götürüsünün de bulunduğu, özellikle ihracatçımızın döviz fiyatlarının düşmesi durumunda büyük sıkıntılarla karşı karşıya kalacağı şimdiden bellidir. Bu risklere rağmen piyasaları canlandırmak, üretimi ve ihracatı artırmak amacıyla etkili bir hamle yapacak vizyona, heyecan ve beceriye sahip bulunmayan, ekonomiyi sürekli ikinci planda tutan iktidar için İMF ile anlaşmak “sığınak” anlamına geliyor.
Yeni yılın özellikle ilk aylarında Kıbrıs, Ermenistan, Kuzey Irak ve İran gibi Türkiye için hayati önem taşıyan konularda kritik gelişmelerin yaşanması muhtemeldir. Her yıl olduğu gibi Ermeniler, İlkbaharla birlikte, soykırım iddialarını propaganda ve baskın unsuru olarak kullanmak üzere dünya çapında yürüttükleri kampanyayı hızlandıracaklardır. Bu girişimlerin merkezi doğal olarak ABD olacak. Başkan Obama’nın soykırımı açıkça ifade etmesi istenecek. Ermenistan hükümeti ise geçen yıl imzalanan protokollerin TBMM’den geçirilip onaylanması için, Batı kamuoyunu da arkasına alarak, Türkiye’yi zorlamaya çalışacak.
Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı, Başbakanı ve Dışişleri Bakanı Karabağ sorunu çözülmedikçe sınırların açılmayacağını defalarca açıkladılar. Son derece açık ve kesin bir dille yapılan ve “şeref sözü” anlamına gelen bu taahhütler, hem kendilerini hem de doğrudan Türkiye devletini bağlamıştır. Bunca sözden sonra tersine bir tutumun halklı ve inandırıcı izahı olamaz. Taahhütlerin gereğini yapmamak hem ülkemizin saygınlığı ve onuru, hem de şahsi kariyer ve konumları açısından politik bir intihar olur.
Nisan ayına kadar Karabağ sorununda çözüm emaresi gözükmüyor. Türkiye’nin Azerbaycan ile sürdürdüğü temas ve görüşmeler sırasında en yetkili ağızlardan defalarca verdiği sözlere rağmen Azerbaycan’ın tedirginliği devam ediyor. Açıkçası İlham Aliyev rejimin Türkiye’ye güvenmiyor. Bu yüzden ilişkilerde geçen yıl baş gösteren soğukluk giderilemedi. Azerbaycan’ı Moskova eksenine yanaştırmak isteyen iç ve dış çevreler bu ortamdan yararlanmaya, Aliyev yönetimini Türkiye’den uzaklaştırmaya çalışıyorlar. Geçen ay Azerbaycan Dışişleri Bakanı Mahmedyanov’un Ankara ziyareti verimli ve yapıcı geçmedi. Gaz konusundaki anlaşmazlık giderilemediği gibi, Azerbaycan Türkiye’nin büyük önem verdiği vizenin kaldırılması konusuna nedense sıcak bakmadı. Suriye ve Arnavutluk gibi ülkelere seyahat ederken vizesiz gidilirken “bir millet – iki devlet” olduğumuza inandığımız Azerbaycan’a vizeli gitmek elbette hüzün vericidir.
Türkiye “Can Azerbaycan” için “kabul edilmez” nitelikteki bir anlaşmayı sırf kendi ekseninde düşünmek suretiyle yapamaz. Bu dikkati göstermek millî ve tarihî sorumluluğumuzun olduğu kadar, ekonomik ve jeopolitik çıkarlarımızın da gereğidir. Ancak Azerbaycan’ının da bu hususlarda aynı anlayışla hareket etmesi, ilişkilerin canlı ve verimli kılınması konusunda kendi yükümlülüklerine yerine getirmesi gerekir. Unutulmamalıdır ki, ilişkilerin derinleşmesine özen göstermeyen, bunun anlamını idrak edemeyen kesimler sadece Bakü’de değil, Ankara’da da var. Bunların varlığına rağmen Türk Dünyası kavramını sözde kalmaması, hayata geçirilmesi, kurumsal bir işlerlik ve işbirliği kazanması için, “Kafkaslardan esen yellere” şu sıralarda her zamandan fazla ihtiyaç var.
İlkbahar aylarında Kıbrıs konusunda da önemli gelişmeler yaşanacaktır. Nisan ayında yapılacak seçimlerde Mehmet Ali Talat’ın Cumhurbaşkanlığı dönemi muhtemelen sona erecek. Dört yıl önce Avrupa Birliği ve Türkiye’nin destekleriyle ve büyük iddialarla bu makama gelen Talat, gerçeklerle yüzyüze gelince ciddi bir şaşkınlık yaşadı. Rum tarafının adil ve onurlu bir anlaşmaya niyetinin bulunmadığını, Türkleri kendi hegemonyasında tutacak bir statüden başka bir şey düşünmediğini, buna evet demenin Türk tarafı için intihar anlamına geleceğini görüp anladı. Öte yandan Talat’ı destekleyen seçmenler de bu tabloyla yüzleşmiş oldu. Avrupa Birliğinden kendilerini Rumlarla eşit konuma getirecek, varlıklarını sürdürmeye imkân verecek adil bir anlaşma için destek gelmeyeceğini herkes anladı. Nisan ayında yapılacak seçimin sonucu şimdiden belirlenmiş görünüyor. Talat’ın kaybetmesiyle birlikte Sarkozy ve Merkel gibi Türkiye karşıtlarının sesleri daha da yükselecek, Rum gemilerine limanlarımızın açılması konusundaki baskılar şiddetlenecek. Altıyüzbin Rum’un yetmişiki milyon Türkiye ile yapılan müzakerelerin bloke etmesinde rahatsız olmayan, Türkiye’ye ikiyüzlü davranmayı diplomatik bir beceri olarak algılayan, Danimarka’nın eski Dışişleri Bakanı Rasmussennü ifadesiyle “ önce oyalayıp, sonra unutmayı” siyaset stratejisi haline getiren Avrupa Birliği ağzındaki baklayı bakalım ne zaman çıkaracak.
2010 yılı Türkiye – ABD ilişkilerinde de önemli gelişmelere sahne olacak. Irak’tan kısmen çekilmeye hazırlanana Washington, Kuzey Irak’taki prematüre devletin yaşayabilmesi konusunda Türkiye’nin tavrının belirleyici olacağının farkında. Bu yüzden Ankara’yla Erbil’in arasında ilişkilerin sıcak tutulması ve geliştirilmesi için büyük çaba harcıyor. Bunun yanı sıra Türkiye-İran ilişkileri de ABD nezdinde son derece önemlidir. İran nükleer programını ısrarla sürdürüyor ve bir süre sonra atom bombası yapacak konuma geleceği anlaşılıyor. Diğer yandan ABD ve İsrail İran’ın bu kapasitesini ortadan kaldırmaya yönelik hazırlıklarına devam ediyorlar. Ancak müdahalenin zamanını, tarzını ve kapsamını henüz belirleyememiş görünüyorlar. İran’a müdahale hangi tarzda yapılırsa yapılsın, bu girişim bölgeyi derin bir karmaşaya sürükleyecek, dengeler altüst olacaktır. Böylesine bir kaos ortamında Türkiye’nin tutumu, tercihleri gelişmeleri doğrudan etkileyecektir.
Washington hem bölge üzerinde hem de Avrupa genelinde politikalarını uygularken Türkiye’ye ihtiyacı ortadır. Buna karşılık Türkiye’nin beklentilerini karşılamak, problemlerine yardımcı olmak hususunda yeterli desteği verdiği, samimi ve etkili bir işbirliği sağladığı söylenemez. ABD’nin istek ve beklentileriyle verdikleri arasındaki tutarsızlığın en çarpıcı göstergesi PKK konusunda gözlemleniyor. ABD terör örgütünün varlığını sürdürmesi konusunda meselenin can damarını oluşturan Kandil Dağı ve çevresinin teröristlerden arındırılması konusunda sözde kalan vaatlerden öteye geçmiyor. En fazla yaptığı kısmi bir istihbarat paylaşımı ile sınırlı kalıyor. PKK’yı bir yandan terörist ilan ediyor, bazı elebaşlarının adını zikrediyor; diğer yandan örgütün bu bölgeyi terk etmesini sağlayacak önlemler almayı düşünmüyor. Bu tavrının uzantısı olarak doğrudan kendi insiyatifinde bulunan Barzani’ye de telkin ve yönlendirme yapmaya yanaşmıyor.
Hükümetin açılım projesini başlatırken Kandil’in boşaltılması ve PKK’nın silahsızlandırılması hususunda Washington’dan ne vaatler aldığını yahut hangi telkinlere muhatap olduğunu bilmiyoruz. Ancak “alacakaranlıkta açılım denemeleri” başarısız oldu; problemi çözmek bir yana, çok daha karmaşık hâle getirdi. Öcalan sözde tecrit edildiği İmralı’daki odasında seri bir manevrayla insiyatifi eline geçirmeyi başardı. PKK üzerindeki yaptırım gücünü, emir ve komutanın kendisine ait olduğunu gösterdi. Adının uluslararası planda bir kere daha öne çıkardı. Böylelikle kendisinin içinde rol almadığı bir projenin uygulanamayacağını anlatmaya çalıştı.
Şu sıralarda şehirlerde düzenlediği eylemlerle varlığını ortaya koyan, örgütsel bağlantılarını güçlendirerek siyasal zeminde etkili hâle gelmeye çalışan PKK, İlkbaharla birlikte barınaklarından çıkacak, eylemlerine başlayacaktır. Girilen seçim sürecinde siyasetin her geçen gün ısındığı, kurumsal ilişkileri inkâr edilemeyecek şekilde zedelendiği, toplumsal gerginliğin endişe uyandıracak şekilde yükseldiği bir ortamda hükümet ne yapacak? Başarısızlığı belirgin olan açılım denemelerinden hâsıl olan psikolojik tahribatı nasıl telafi edecek?
Gündemin aşırı derecede siyasallaştığı, ele alınması gereken temel konuların dikkatlerden kaçtığı, geri planda kaldığı, politik tartışmaların, içi boş duygusal atışmaların hayatımıza egemen olduğu bugünkü ortamda, aklıselimi bulmak, serinkanlı davranmak, esas meseleler üzerinde odaklanmak elbette kolay değil. Ancak ülkede giderek derinleşen yönetim boşluğunun, gündem karmaşasının giderilmesinin başka bir yolu görünmüyor.