İsviçre’deki Referandum Yararlı Olmuştur
02 Aralık 2009
Nuri Gürgür
İsviçre kendine has özellikleri bulunan bir ülkedir. Kurulduğu andan beri Avrupa’daki ve Dünya’daki politik mücadelelerden, kavgalardan özenle uzak kaldı. Savaşta ve barışta tarafsızlığını korudu. Dünya finans sisteminin yakın zamanlara kadar başlıca cazibe merkeziydi. Bankalarının kasaları Dünya’nın her yanından aktarılan çuval dolusu paralarla tıka basa dolu kaldı.
Farklı etnik kökenlerden gelen İsviçre halkı ticari kazançlarını, çıkarlarını ön plânda tutarak müthiş bir kendini beğenmişlik duygusuyla onlarca yıldır huzur ve refah içinde yaşantılarını sürdürüyorlar.
Kasım ayının sonunda yapılan halk oylamasıyla, bu ülkede yaşayan Müslüman azınlığın camilerine minare inşası yasaklandı. Halkın % 57 sinin yasaktan yana tavır koyması sıradan bir tavır değildir. İki ırkçı siyasi partinin yürüttüğü yoğun kampanya fanatiklerin diledikleri şekilde sonuçlandı. Aslında İsviçre de fiili bir yasak zaten uygulanıyordu. Çeşitli bahanelerle başvuruların geri çevrilmesi sonucunda 200 camiden sadece 4 ünde minare var.
Mesele minare yapılıp yapılmamasından kaynaklanmıyor. Avrupa’nın birçok ülkesinde olduğu gibi, İsviçre’de de derinden derine yoğun bir “İslamifobiya” yaşanıyor. Minare oylamasında da ortaya çıktığı gibi, halkın çoğunluğu İslâmiyet’i kendi kültür ve inançları için tehlike sayıyor. Önlem alınmaması halinde Müslümanların toplumsal hayata egemen olacaklarından ve yönetime el koyacaklarından korkuyorlar. Bu kampanyayı yürütenler bundan bir süre önce Müslümanların kurban kesmelerini gayri insani bir davranış olarak nitelendirip yasaklamaya kalkmışlardı. Neyse ki bu kararın Yahudileri de etkileyeceğini ve bu çevrelerden büyük tepki alacaklarını düşünüp durakladılar.
İsviçre halkındaki bu İslâm karşıtlığı ırkçı ve bağnaz tavır Avrupa genelinde giderek yaygınlaşıyor. Çok kültürlülük, kültürel çoğulculuk gibi popüler değerleri dillerinden düşürmeyen, kendilerinin dışındaki toplumlara ve Türkiye’ye bunları benimsetip uygulamaya koyması için yoğun baskı yapan Avrupalılar, kendilerine farklı bir standart uyguluyorlar.
Avrupa’da çeşitli Müslüman ülkelerden ve Türkiye’den gelip yerleşen 20 milyon kadar Müslüman yaşıyor. Bu insanların büyük çoğunluğu ilk başta çalışma niyetiyle gelseler de artık bulundukları ülkelere yerleşmiş, düzenlerini kurmuş durumdadırlar; ülkelerine dönmeyi düşünmüyorlar. Avrupa ülkeleri Müslüman göçünü önlemek amacıyla aldıkları tedbirleri sıkılaştırsalar bile, bir yandan çeşitli yollarla gelişlerin sürmesi, diğer yandan doğumlar nedeniyle Müslümanların sayısının giderek artması tedirginliklerini artırıyor. Bu tablo doğum oranları her geçen gün düşen, önümüzdeki yirmi yıl içinde ciddi nüfus azalması yaşaması beklenen Avrupa ülkeleri için vahim bir tehlike olarak algılanıyor. Hatta Fransa, Danimarka ve Hollanda gibi bazı ülkelerde bu yüzyılın ortalarında Müslüman nüfusun % 50’lere ulaşmasından korkuluyor.
Bu korkular özellikle Batı Avrupa ülkelerini bünyelerindeki Müslüman nüfusu asimile edecek tedbirler almaya yöneltiyor. Mesela Almanya bazısı Alman vatandaşı olan üç milyondan fazla Türk’ün dillerini ve kültürlerini unutmalarını sağlayacak bir eğitim sistemi uyguluyor. Türkiye’de Aleviliği bile istismar ederek, bir etnisite gibi tanıtmak ve azınlık haline getirmek için yoğun çaba harcarken, kendi bünyesindeki Türk’lere kültürel bir hak tanımıyor.
Bu duyguların temelinde Avrupa kültürünün Hıristiyanlığa dayalı olması nedeniyle, kadim ve ulusal Avrupa kültürünün özelliğini kaybetme endişesi yatıyor. Seküler toplum yapıları ve laiklik anlayışları bile bu korkuları gideremiyor. Kendi kültür ve medeniyetini Dünya’nın en üstün ve tartışılmaz değeri gören Avrupalı için, kültürel çoğulculuk, çok kültürlülük, azınlık hakları kendilerinin motomot benimseyip uygulamak zorunda oldukları kriterler değildir. Duruma, şartlara, ihtiyaçlara göre bunları esnetmek yahut değiştirmek hakkına sahip olduklarına inanırlar. Toplum yapılarını, sosyal düzenlerini, kurumlarını ve yasalarını her anlamda mükemmeliyete ulaşmış saydıklarından temel insanî, hukukî ve kültürel kriterler kendilerinin dışındaki, Türkiye gibi medenî tekâmülünü tamamlayamamış toplumlara uygulatılacak esaslardır. Çünkü medenî Avrupa’nın esas misyonu Batı dışı toplumları eğitmek, kuralları öğretmektir.
İsviçre’deki referandum sonuçları hem Avrupa’da hem de Dünya genelinde geniş yankı buldu. Uluslararası Af Örgütü kararın insan haklarını çiğnediğini ve İsviçre Yüksek Mahkemesi yahut AİHM’de bozulmasını beklediğini açıkladı. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Başkanı Maria de Paig de sonucun Avrupa Komisyonu’nun benimsediği diyalog, hoşgörü ve farklı inançlara saygı gibi temel değerlere ters olduğunu söyledi. Başta Almanya olmak üzere, Avrupa basınında da referandum sonucu geniş şekilde eleştirildi. The Guardian Gazetesi’nde İsviçre doğumlu, Mısır kökenli Oxford Üniversitesi’nden Prof. Tarık Ramazan makalesinde şöyle diyor : “Avrupalılar küreselleşen ve göç yaşanan bir Dünya’da kendilerini şu soruları sorarken buluyor: “Köklerimiz nerede?”, “Biz kimiz?”, “Geleceğimiz neye benzeyecek?”. Etraflarında, alışık olmadıkları yeni vatandaşlar, yeni deri renkleri ve yeni semboller görüyorlar…. İslâm’ın yayılmacı bir din olduğu fikri alttan alta verilirken, bu sorular daha da fazla şüphe içermeye başlıyor. Ülkemizi İslamileştirmeye mi çalışıyorlar?.... Nüfusun çoğunluğu Müslüman vatandaşlara açık bir mesaj gönderiyor: Size güvenmiyoruz ve bizim için en iyi Müslüman göremediğimiz Müslüman’dır”
Batı medyasında, bazı siyasetçiler ve aydınlar arasında oluşan bu tepkilere karşılık farklı düşünenler ve referandum sonucunu açıktan açığa destekleyenler, kendi ülkelerinde de benzer bir tavrın alınmasını isteyenler de var. Mesela Almanya’da yapılan geniş bir anket sonuçlarına göre katılanların % 82’si minare yasağına destek verdi. Ancak %18’i dinin Anayasal bir hak olduğu görüşünü savunup yasağa karşı çıktı. Keza The Welt gazetesi okurlarına “minare yasağını mantıklı buluyor musunuz?” sorusunu yönelttiğinde, okurların % 86’sı soruya “evet” yanıtını verdi. Stern dergisi de “minare yasağı sizin görüşünüzü yansıtıyor mu?” diye sordu. Katılımcıların % 80’i “evet” dedi.
Bazı Avrupalı politikacılar da kararı açık açık övdüler; ülkelerinde de benzer bir tavır alınması arzusunu dile getirdiler. Hollandalı İslâm karşıtı politikacı Geert Wilders referandum sonucunu “harika” olarak nitelendirdi, benzer bir referandumun Hollanda’da da yapılmasını, hükümetin buna yanaşmaması halinde alternatif bir yasa teklifi hazırlayacaklarını söyledi. Önümüzdeki aylarda Danimarka, Hollanda, Avusturya, Fransa ve Almanya gibi ülkelerde bu seslerin giderek yükselmesi, benzer girişimlerin yapılması sürpriz olmayacaktır.
Türkler yıllardan beri Avrupa toplumunun büyük çoğunluğunda etkili olan bu ırkçı ve kültürel bağnazlığın muhatabıdır. Türkiye-AB ilişkilerinin yürümemesinin, sürekli şekilde istiskal edilmemizin, kaba ve incitici muamelelere maruz kalmamızın temel nedeni Avrupalıların pek çoğunda görünen ve bağnazlıktan kaynaklanan korku ve husumettir. Birkaç yıl önce Türkiye’nin Fransa Büyükelçisi Paris’te düzenlenen bir toplantıda “Türkiye Hıristiyan bir ülke olsaydı şimdiye kadar çoktan Avrupa Birliği’ne girmiş olurdu” demiş ve Fransızlar bu doğru ve gerçekçi değerlendirmeye büyük tepki göstermişlerdi.
Bu referandum aslında son derece yararlı olmuştur. Karar öncelikle sağduyu ve vicdan sahibi olmak kaydıyla, her Avrupalı’nın zihniyet dünyasına ışık tutacak, küresel ilişkilerinde öne çıkan parametreleri net biçimde görüp özeleştiri yapabileceği bir ayna işlevi yapacaktır. Türkiye gibi İslâm ülkelerinde ise Batı’yı her yönüyle taklit edip benzeşmeye özenen Batı’cı aydınların nasıl bir hayal dünyasında yaşadıkları ortaya çıkmıştır. Özellikle Brüksel’den gelen ve Türkiye’nin toplumsal ve kültürel yapısını değiştirmeyi, alt üst edip yeni bir biçim vermeyi amaçlayan istekleri can-ı gönülden destekleyen, bunlara karşı çıkanları çağdışı ve statükocu ilan eden kesimlerin abesle iştigal ettikleri bir kere daha görülmüştür. Milletimizin kafasını karıştırmaya, yörüngesini şaşırtmaya çalışanlar için bu karar etkili bir şamardır.