Rasyonel Siyaset İhtiyacı mı, Eksen Kayması mı?
6 Kasım 2009
Nuri Gürgür
Türkiye’nin bölgesinde kendi siyasî, ekonomik ve güvenlik çıkarları yönünde yaptığı girişimleri batılı müttefiklerimiz çoğunlukla “eksen kayması” şeklinde yorumluyorlar. Özellikle İran ile son dönemlerde yapılan anlaşmalar, siyasî ve ekonomik konulardaki yakınlaşmalar, bu ülkeye sıkı bir ambargo uygulanmasını isteyen, bununda ötesinde askeri bir harekât planlayan ABD ile İsrail’i ciddi şekilde kaygılandırıyor.
AB’nin lokomotifi konumundaki Avrupa ülkeleri bir yandan ülkemizin kendi yörüngelerinde olmasını isterlerken, diğer yandan Birliğin kapılarını bize karşı sımsıkı kapatıyorlar. Müzakerelerin üyelikle sonuçlanmamasını sağlayacak her türlü engellemeyi tereddüt etmeden yapıyorlar. Bu hususta kendilerince belirlenen ve şimdiye kadar eksiksiz uyguladıkları kurallar, Türkiye söz konusu olduğunda geçersiz kılınıyor. Sarkozy ve Merkel’in başrolü oynadıkları bu oyun başta Fransa ve Almanya olmak üzere, bir çok AB ülkesi üyenin iç politikalarında temel malzeme şeklinde kullanılıyor.
Merkel ve Sarkozy gibi AB’nin dümenini tutan ülkelerin liderleri, seçim kampanyalarını Türkiye’nin Birliğe kesinlikle üye olamayacağı vaadi üzerine inşa ediyorlar. Türkiye’nin Cumhurbaşkanı Fransa’da geçen ay ikinci sınıf bir protokolle misafir edildi.
Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin Türkiye’ye “ayrıcalıklı ortaklık” adı altında ikinci sınıf ortaklık verilmesi tezini ısrarla savunması, Almanya şansölyesi Merkeli de kendisi ile birlikte hareket etmeye zorlaması, Ankara’da doğal olarak tepkiyle karşılanıyor. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Türkiye’nin durumunu tartışmaya açan AB liderlerine imzalarını hatırlattı ve ahde vefaya çağırdı. Bu gelişmeler yakın zamana kadar Türkiye’nin Kopenhag kriterleri bağlamında bazı şartları yerine getirmesi ve gerekli uyumu sağlaması hâlinde, AB üyeliğinin gerçekleşeceğine inanan siyasî ve entelektüel çevrelerde giderek artan bir karamsarlığın oluştuğunu açıkça gösteriyor. Gözlerini sımsıkı yumarak Avrupa Birliği’ne ilan-ı aşk eden, ilişkileri bir iman şeklinde mistik bir anlayışla içselleştiren kesimler konuya artık daha ürkek ve kuşkulu yaklaşıyorlar. Hatta bazen hiç değinmemeyi tercih ediyorlar.
Aynı hava siyasetçilerde de hâkim. Türkiye’nin sorumluluklarını yerine getireceği, ekonomik ve sosyal standartlarını yükselteceğini, ancak karar zamanı geldiğinde Norveç gibi Birliğe belki de katılmamayı tercih edeceğini en yetkili ağızlar açıkça ifade edebiliyor.
İngiltere gibi, Türkiye’ye Batı Avrupa ülkelerinden daha farklı bakan bir ülkenin Dışişleri Bakanının Türkiye’yi ziyareti kuşkusuz önemlidir. İngiliz bakan görüşmelerde Kıbrıs probleminin çözümünü ilk planda zikretse bile, Türkiye’nin muhatap olduğu muameleye karşı şikâyetlerini, çözüm hususundaki beklentilerini en azından Fransız ve Alman yetkililerinden daha dikkatli dinledi; Rum tarafını körü körüne savunur duruma düşmemeye özen gösterdi.
Aslında Türkiye’nin Avrupa Birliğinden ilişkilerin geleceği adına ne bekleyebileceği ortadadır. Son İlerleme Raporunda, kabahatli bir çocuk mahcubiyetiyle Kıbrıs konusuna kısaca değinmekle yetinen, Türkiye’yi tehdit etmekten kaçınan ve çözüm yükümlülüğünü Türk tarafına yıkan bir ifadenin kullanılması hayli ilginçtir. Öte yandan Rum tarafının bütün istekleri kabul edilse, Kıbrıs AB üyeliğimizin diyeti olarak bir altın tepsi içinde sunulsa bile, Avrupa’nın tavrında bir yumuşamanın olmayacağı açıktır. Patrikhane, Ruhban Okulu ve Ermenistan ilişkileri konularında da tıpa tıp benzer tablo söz konusudur.
Zihniyet dünyaları bilinen liberal ve ikinci cumhuriyetçilerin yıllardan beri dillerinden düşürmedikleri AB türküsünün tadı çoktan kaçtı; pek dinleyen de kalmadı. Bu labirentte daha fazla zaman kaybetmek yerine aklımız, irademizi kullanarak, bulunduğumuz şartları ve imkânları esas alarak özgüven içinde geleceğimizi inşa etmek mecburiyetindeyiz. Hem komşularımızla hem de Avrupa ülkeleriyle gereksiz yere gerginlikler yaşamaktan elbette kaçınmalıyız. Ancak uluslararası bütün ilişkilerimizde hak ve çıkarlarımızı özenle korumak, bunları sağlayacak tedbirleri almak temel ilkemiz olmalıdır.
Türkiye’nin jeopolitik konumu tarihi ve kültürel havzası, ekonomik ve demografik potansiyeli ülkemizi göründüğünden çok daha güçlü kılmaktadır. Bu imkânları tam olarak değerlendirememek, gereksiz gündem konularıyla enerjimizi israf etmek, bir silsile hâlinde siyasi irade ve beceri eksikliği sergilemek esas problemimizi oluşturuyor. Bu prangalardan ne zaman kurtulabilirsek, gücümüzün idraki içinde cesaretle, inançla yürümeyi başarabilirsek ufuklarımızın pırıl pırıl aydınlanacağından kimsenin kuşkusu olmamalıdır.
Kültür ve medeniyetimizle bizi “devr-i kadimden” beri öteki olarak gören zihinlerinde her zaman saklı tuttukları medeniyetler mücadelesinin karşı tarafı şeklinde değerlendiren, bu yüzden ilişkileri belirli bir mesafede tutmaya özen gösteren batılılar, oryantalist bir dikkatle, sahibi bulunduğumuz imkânların derinliğini ve genişliğini iyi belirlediklerinden de, bizi kaybetmeyi göze alamıyorlar. Kendi aydınlarımız ve yöneticilerimiz de bu gerçeği tam olarak algılayıp, Türk milletimizin değerini fark edip, millî potansiyelimizin kullanılmasını sağlayacak zemini oluşturabildiklerinde, Türkiye milletler arası arenada hakkı olan yerlere rahatlıkla ulaşacaktır.