Dünden Bugüne Alevilik ve Meseleleri
5 Ekim 2009
Nuri Gürgür
Alevilik Türk kültürünün, siyasi ve toplumsal hayatımızın önemli unsurlarından biridir. Son yıllarda Alevilikle ilgili konuların giderek artan oranda konuşulup tartışılması sevindiricidir.
Çünkü böylelikle bir taraftan Aleviliğin üstündeki gizemli örtü kaldırılıp, bilinip anlaşılır olması sağlanırken, diğer yandan Alevilerin talep ve isteklerinin gündeme gelmesi, meselelere çözüm aranması, buna ilişkin adımların atılması mümkün oluyor.
Bu tartışmaların başka bir yararı da, Alevilerin bir an önce öz eleştiri yapmalarının, meselelerini bizzat kendilerinin objektif şekilde incelemelerinin gerekli olduğunun anlaşılmasıdır. Birbirinden çok farklı, hatta aykırı görüş ve inançların her birinin, gerçek temsil hakkının kendilerinde olduğunu öne sürüp istekler sıralamaları, doğal olarak karmaşaya neden oluyor. Özellikle Almanya kaynaklı bu tarz girişimler, Anadolu’daki esas Alevi kitlesinin inanç anlayışıyla büyük ölçüde çelişiyor. Bu karmaşanın giderilmesi Alevi kanaat önderlerinin devreye girmesiyle, etkili müdahalesiyle ortadan kalkacağı düşünülebilir. Başka bir ifadeyle, Aleviliğin inançla ilgili problemleri dışarıdan değil içeriden yani doğrudan kendileri tarafından çözümlenebilir.
Halk dindarlığı olarak da tanımlanan Alevilik, esas itibariyle sufi bir yapılanmadır; tasavvuf olgusu önemli bir yere sahiptir. Tarih içerisinde iki ana damara sahip şekilde var olagelmiştir. Bunlardan Bektaşilik, göçer olgularının izlerini taşımakla beraber, daha çok şehir hayatıyla ilişkilenmiş, bu alanda örgütlenmiştir. Bektaşiliğin tevhit yönü belirgindir. Kızılbaşlıkta ise Türk halklarının eski dinî kültürlerinin, mistik yaşantılarının etkileri açıkça görülür. Göçerlerin sosyal ve kültürel hayat tarzları içerisinde bu mistik olgular, ritüeller sözde anlatımlarla, söyleşilerle şekillenip nesilden nesile aktarılmıştır. Aleviliği İslam’ın dışında bir inanç şeklinde tanımlamak isteyen kesimlerin, her iki damardan aktarılan inanç yapısıyla bağdaşmadıkları, konuyu ideolojik amaçlarla saptırmaya çalıştıkları görülmektedir. Esasen bu girişimlerin yürütücülerinin kimliklerine bakıldığında bunların büyük çoğunluğunun Marksist soldan gelen ateist kimseler oldukları, Almanya ve Fransa gibi ülkelerle özel, kişisel ve kurumsal bağlantılarının bulunduğu, buralardan önemli maddi kaynaklar edindikleri görülmektedir.
Alevilik deyimi, tarihi süreçte Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması dönemine kadar, Hz.Ali ve Ehli Beyt takipçileri anlamında kullanılmıştır. Bununla daha çok Şii’ler işaret edilmiştir. Bu döneme kadar Anadolu’da yaşayan ve Ehli Beyt sevgisi taşıyan topluluklar Bektaşi, Kızılbaş, Kalenderi, Rafizi gibi isimlerle anılmışlardır. Yeniçeri Ocağı’nın ortadan kaldırılması sırasında Bektaşi tekkeleri de kapatıldı. Bu tarihten itibaren hem Bektaşiler hem de Kızılbaşlar için, Hz. Ali ve Ehli Beyt sevgisini ortak paylaşmaları nedeniyle Alevi tanımlanması kullanılmaya başlandı.
Göçerlerin dini hayatları ve inanç algılamaları daha çok yazılı olmayan sözlü söyleşilere dayanır. Bu tarz sözlü anlatım ve intikal kültürü nedeniyle oluşan kültler dini ve mistik sözler Alevilikte geniş yer tutar. Aleviler göçer topluluklar halinde içe kapalı bir kültür ortamında yaşamalarından dolayı, eski dönemlerden çeşitli dini ve tasavvufi çizgileri şifahi nakiller şeklinde devam ettirmişlerdir. Bu durum Aleviliğin içerisinde farklı tarzların meydana çıkmasına yol açmıştır. Günümüzde Alevilikle ilgili öne sürülen isteklere karşı seslendirilen “hangi Alevilik” sorusu bu farklılaşmış inanç dünyalarının sonucudur.
Şehir ve çevrelerindeki Bektaşi tekkelerine yerleşen dervişler ve sufiler dini çalışmalarını yerleşik hayata uygun tarzda yürütmüşlerdir. Bu Bektaşi tekkeleri Osmanlı Devleti’nin Batı’ya doğru yayılma sürecinde, birer “kolonizatör derviş” misyonunu başarıyla yerine getirmişlerdir.
Kır Bektaşiliği de denilen Kızılbaşlar da giriş yahut kabul töreni adet ve göreneklerine uygun şekilde yapılırdı. Bu hususta soy silsilesi belirleyici olurdu. Bu nedenle her Kızılbaş, aynı zamanda Bektaşi kabul edilirken, her Bektaşi Kızılbaş sayılmamıştır.
Kızılbaşlık dinî, mistik inanç ve yaşayış biçimlerini Dede’nin yönetiminde tarikat zikirleriyle yani Cem ayinleriyle canlı tutarak sürdürmüşlerdir. Dede Alevilik geleneğinde hem dini bir önder, postnişin; hem de sosyal hayata nüfuz eden, gerektiğinde anlaşmazlıklara hakemlik yapan, saygı gören mistik ve karizmatik bir şahsiyettir.
Modern zamanlarda şehirleşmenin giderek hızlanması, göç olayının yoğunlaşması toplumsal hayatı ve sosyal yapıları derinden etkiledi. Geleneksel dokulardaki bu çözülme ve yozlaşmalar Dedelik kurumunda da önemli değişikliklere yol açtı. Dede-talip ilişkisinin zayıflaması sonucu Alevi kesiminde, özellikle gençler arasında geleneksel kültürel değerlerin özümsenme ortamı zayıflamış, dinî ve mistik anlatımların önceki zamanlara nazaran etkileri oldukça azalmıştır.
Marksist ve sol örgütlerin kitlesel taban elde etmek amacıyla, özellikle büyük şehirlerde kendi inanç ve kültür ortamından uzaklaşmaya başlayan Alevi gençlere yönelik girişimler başlattıkları, materyalist bir felsefe ve modern zamanların seküler kavramlarıyla yeni bir Alevilik anlayışı inşa etmeye çalıştıkları görülmektedir.
DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIÐI’NIN KURULUŞ FELSEFESİ
Cumhuriyetin ilk yıllarında kuruluş felsefesine uygun olarak, dini nitelikli bütün kurumlar, oluşumlar kaldırıldı. 3 Mart 1924’de, Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu. Böylece bir yandan din hizmetleriyle ilgili boşluğun doldurulmasına çalışılırken diğer yandan yeni kurulan devletin kuruluş ilkeleri çerçevesinde yetkili kılınan bir kurum oluşturuldu. Bu yapılırken, pozitivist anlayış bağlamında mistik tecrübeye ve önderliğe değil, bilgiyi merkeze alan bir anlayışın yerleştirilmesi öngörüldü. Teşkilat yapısı, tarikat ve tekkelerin aksine mistik ve karizmatik önderliklerden arındırılarak doğrudan “din kültürü”ne dayandırıldı.
Günümüzde Alevilerin Diyanet İşleri Başkanlığı konusunda çok değişik, bazen birbiriyle çelişen çeşitli taleplerinin olduğu görülmektedir. Buna göre:
- Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tamamen kaldırılmasını yahut Devlet yapılanmasının dışına çıkarılmasını savunanlar,
- Kendilerine nüfus yoğunluklarına göre bütçeden pay ayrılmasını, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Alevilik dahil tüm İslam inancı kurumlarının temsil edildiği özerk bir kurum olmasını isteyenler,
- Diyanet İşleri Başkanlığı’nın mevcut statüsünün devamını, ancak Alevi-Bektaşi topluluğuyla yakın ve sıcak ilişki kurulmasını isteyenler.
Bir kısım Alevi kesimlerinin yanı sıra, konuyu seküler bir anlayışla irdeleyen laisizt liberal entelektüel çevreler de D.İ.B’nın laik düzende kesinlikle yerinin olmaması gerektiğini, derhal kaldırılmasını sıkça tekrarlıyorlar.
Oysa hem Türkiye’nin sosyal ve kültürel yapısı hem de tarihi geleneğimiz dini hayatın huzur ve istikrar içerisinde sürdürülmesi açısından Diyanet İşleri Başkanlığı’nı zarurî kılmaktadır.
Unutulmaması gerekir ki Diyanet mistik bir tecrübeyi değil de bilgiyi merkeze alan bir din anlayışını geliştirmek, dolayısıyla mezhep, cemaat veya tarikat gibi alt inanç yapılanmalarından bağımsız bir şekilde din hizmeti sunmak üzere kurgulanmıştır. Diyanetin tamamen kaldırılmasını veya Alevilerin Diyanet içinde temsilini savunan görüşler, Cumhuriyetin Diyanet projesiyle çeliştiği gibi, siyasî ve idarî örgütlenme biçimiyle de ters düşmektedir.
Ancak bu kurumun taşıdığı büyük sorumluluğun bilinci içinde daha mükemmel organize olması, yüksek nitelikli personelle takviye edilmesi, İslâm içi inanç gruplarının tamamına hizmet verecek bir faaliyet ortamına ulaşması, yapacağı uygulamalarla bu anlayışı kamuoyuna yansıtması büyük önem taşımaktadır.
DİN KÜLTÜRÜ VE AHLÂK BİLGİSİ DERSLERİ
Alevilerin en fazla eleştirdikleri konuların başında Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersleri gelmektedir. Özellikle Aleviliği Anadolu’ya özgü “otantik bir öğreti” kabul eden Alevi örgütleri bu dersleri Anayasa’nın laiklik ve eşitlik ilkelerine aykırı buluyorlar. Dersin ya tamamen kaldırılmasını yahut zorunlu olmaktan çıkarılmasını istiyorlar. Konuyu AİHM’ne götürerek bağlayıcı bir karar çıkarmaya çalışıyorlar.
Aleviliği İslam’ın özü veya bir alt birimi kabul edenler ise, bu derslerde Aleviliğe ve Bektaşiliğe de yer verilip öğretilmesini istiyorlar. Bu tartışmalar sürerken Milli Eğitim Bakanlığı 2004 yılından itibaren ders kitaplarında geniş değişiklikler yaptı ve Aleviliğin başlıca konu başlıklarından biri olarak kitaplarda yer almasını sağladı. Bu yapılırken Alevilik ve Bektaşiliğin kültürümüzün önemli bir parçası olduğu, bu derslerde Türk kültürünün unsurları ile önemli önder simaları olan dini mistik kişiliklerine ilişkin bilgi verilmesinin dersin amacına uygun düşeceği görüşünden hareket edildi.
Bundan daha fazlasının yapılması zaten mümkün değildir. Çünkü eşitlik açısından çok sayıdaki din anlayışı, tarikat, cemaat ve dini yaşayış biçimlerinin hepsine Din Kültürü ve Ahlâk dersinde yer verilmesi gerek “Tevhid-i Tedrisat Kanunu” gerekse kurumsal amaç ve misyon açısından mümkün değildir.
Bu dersin bir genel kültür dersi olarak mecburiyetinin devam edip etmemesi hususu çok yönlü olarak yeniden değerlendirilebilir. Genel Kültür dersi çerçevesinde zorunluluğu devam edecekse, diğer dinler ve İslam hakkında tasviri bilgilere yer verilmeli, ülkenin inanç ve kültürü hakkında yeterli ve doğru bilgiye ulaşmaları sağlanmalıdır. Din eğitimi ve öğretimi ise, Anayasa’da yer aldığı tarzda ihtiyari olarak devam etmelidir. Çünkü dindar aileler ve dini temayülü olan çocuklar için “Din dersi” verilmesi doğal bir haktır.
CEMEVLERİNİN KURUMSAL KONUMU VE BÜTÇEDEN PAY ALMASI
Cemevinin kurumsal konumu, ibadethane sayılıp sayılmayacağı, ibadethane sayılması halinde caminin alternatifi olup olmayacağı gibi hususlar yoğun şeklide tartışılmaktadır. Konunun teolojik-dinî boyutunun yanında hukukî, siyasî ve sosyo kültürel boyutları da vardır. Bu çok yönlü meselenin sağlıklı şekilde incelenmesi için öncelikle ibadet ve ibadethane kavramlarından hareket edilmesi gerekir.
Din duygusu gibi ibadet ihtiyacı da doğuştan vardır. Yaratıcıya olan sevginin sonucu, insanın sırf Allah için yaptığı her bilinçli fiil ibadet olur. Dolayısıyla ibadet bilinci ve zevki için yapılan Cem töreni de bir ibadettir. Buna göre cem töreninin icra edildiği mekân olan cemevi de ibadethane olmaktadır. Ancak cem evinin ibadethane olarak kabul edilmesi onu camiye alternatif kılar mı? Aleviliğin İslam dışı bir din ve inanç öğretisi olarak tanımlanması durumunda Aleviliğe özgü bir ibadethane olan cem evi camiye alternatif olamaz. Bu konuda esas mesele Aleviliğin İslam içi bir algı, yorum ve yaşama biçimi olarak tanımlanması durumunda ortaya çıkmaktadır. Ne var ki bu durumda da camiye alternatif olamaz. Çünkü her şeyden önce cem evi bütün Müslümanlara değil sadece Alevilere özgü, mistik kurumsallıkla ilintili, “özel bir ibadethane” konumundadır. Üstelik geleneksel Alevilikte Muharrem cemi hariç, âyin-i cem’e (cem törenine) musahip olmayanlarla çocuklar katılamamaktadır. Cem evi “cemaat evidir, cemiyet evi değildir” sözü buranın özel ibadethane konumunu yansıtmaktadır. Oysa cami bütün Müslümanlara açık bir ibadethanedir.
Bunun yanı sıra caminin “mabet” özelliği vardır. Her dinin itikat sistemi olduğu gibi Yahudilerin havrası, Hıristiyanların kilisesi, Müslümanların camisi bulunmaktadır. Başka bir deyişle dini temsil eden mabet tektir.
Aleviliğin tarihi tecrübesi içinde geleneksel olarak cem evi tarikat zikirlerinin yapıldığı, aynı zamanda ibadet edilen mekândır. Dini mistik bir kurum olarak cem evi çoğunlukla tekkenin olmadığı yerlerde zikir ve ayin yapmak üzere inşa edilmiştir. Bu imkandan yoksun Alevi köylerde ise köyün en müsait binası bu amaçla kullanılmıştır. Bunun yanı sıra özellikle Bektaşiler arasında caminin bir ibadet yeri olarak kabul edildiği görülmektedir.
Cem evi konusunda siyasal ve sosyal etkili istemler ve baskılarla dile getirilen taleplerin, Alevilik kadar yerleşik geleneklere ve örgütleme biçimine sahip diğer tarikatlar tarafından da benzer doğrultuda gündeme getirilmesi sürpriz olmayacaktır. Bu durumun Anayasal ve yasal sorunlar doğuracağı açıktır.
Ancak Aleviliğin toplumsal konumu ve inanç kimliği göz önüne alındığında, cem evinin bir ibadethane şeklinde kamusal alana çıkarılması isteğinin dini gerekçeleri kadar, sosyal, siyasal ve kültürel özellikleri üzerinde düşünmek gerekir. Aslında bu isteğin arka plânında Alevi geleneğinin en önemli figürlerinden biri olan dedelik kurumunun geleneksel misyon ve fonksiyonlarının devamı düşüncesi yer almaktadır.
Meselenin göründüğünden daha karmaşık ve zor yönleri bulunmaktadır. Her şeyden önce dedelik kurumu ciddi bir çöküş yaşamaktadır. İlgi ve nitelik bakımından geleneksel yapıya uygun, temsil liyakatine sahip Alevi dedelerinin mevcudu önemli ölçüde azalmıştır. En son liyakat ve ehliyet değerlendirilmesinin 1905 yılında yapıldığı dikkate alınırsa oluşan boşluk daha net ortaya çıkar. Problem sadece dedelere maaş bağlayarak bu kurumu cazip hale getirmeye çalışmaktan ibaret değildir.
Bu meselenin halledilmesinde sorumlu ve muhatap olması gerekenler doğal olarak Alevi inanç önderleridir. Aleviler adına hareket ettiklerini öne sürerek konuşan, yazan, sık sık medyada görünen bir takım insanlar, aslında şahsi çıkar ve hesap peşinde olduklarından, çözüm değil problem yapıyorlar. İddialarının aksine ciddi bir toplumsal desteğe sahip bulunmuyorlar. Bunların devreden çıkarılarak konuyu istismar etmelerinin önlenmesi durumunda, Alevilikle ilgili problemlerin kısa zamanda çözüleceğinden kimsenin kuşkusu olmamalıdır. Çünkü Alevilik bu ülkenin ve kültürümüzün gerçeğidir. Alevilerin sorunları sadece Alevileri değil toplumun bütününü ilgilendirmektedir. Toplumsal huzurun, barışın ve istikrarın sağlanması bu sorunların bir an evvel halline bağlıdır. Dolayısıyla başta Devlet olmak üzere, bütün kesimlere düşen görevler vardır.
ÇOK KÜLTÜRLÜLÜK VE AZINLIK İDDİALARI
Bazı Avrupa ülkelerinin ve özellikle Avrupa Birliği’nin Alevilikle ilgili tanımlamaları ve buna ilişkin talepleri konuyu kendi mihverinden saptırarak siyasal bir projenin uygulamaya konulması çabalarının olduğunu gösteriyor. Çünkü bu çevreler Aleviliği İslâm içi bir inanç olarak değil, İslâm’dan farklı bir din olarak algılıyorlar. Bu nedenle Alevi kimliğinin dini bir azınlık olarak kabullenilmesini ve bu çerçevede haklar ve imkânlar verilmesini öne sürüyorlar. Bunun kültürel çoğulculuğun gereği olduğunu iddia ediyorlar. Oysa aynı ülkeler Avrupa’da yaşayan Türk yahut Müslüman topluluklar için bu görüşlerini geçerli kılmıyorlar. Almanya’da bulunan üç milyondan fazla Türk çok kültürlülük teorisi içinde değil “göçmen” diye tanımlanıyorlar. Aynı bakış tarzı Fransa, Belçika, Hollanda gibi ülkelerde yaşayan yoğun Müslüman nüfus için de geçerli kılınıyor.
Müslüman toplumların tarihi gerçeklerinde ve Osmanlı tarihinde Alevilik bir azınlık olarak sayılmamıştır. Çünkü Alevilere hiçbir zaman gayrimüslim nazarıyla bakılmamıştır. Avrupa Birliği’nin bu konudaki baskı ve isteklerinin iyi niyetli bağdaştırılması mümkün değildir. Aleviliğin İslâm dışı sosyolojik bir gerçekliğe dönüştürülmesinin Alevilik ve Müslümanlık çatışması şeklinde kültürel bir kırılmaya neden olacağını bilmemeleri imkansızdır. Almanya’da kurulu bazı Alevi örgütlerinin bu ülke kaynaklarından aldıkları maddî destekle bu anlayışı Türkiye’ye taşımaya çalışmaları, Aleviler içinde taraftar kazanmak istemeleri dikkat çekicidir. Hem Türkiye’nin toplumsal huzuru ve bütünlüğü hem de Aleviliğin geleceği açısından önemli bir tehlike oluşturan bu girişimlere karşı ülkemizdeki Alevi çevrelerinden yükselen tepkiler sevindiricidir. Bunun daha etkili tavırlara dönüştürülmesi ve Aleviliği gerçek kimliğinin dışına taşımaya yönelik projelerin önlenmesi Alevi kanaat önderleri başta olmak üzere tüm ilgililere düşen önemli bir görevdir.