İçişleri bakanına sunulan rapor: Etno Milliyetçi Bölücü Terör ve Çözüm İhtiyacı
22 Ağustos 2009
Nuri Gürgür
“ETNO MİLLİYETÇİ BÖLÜCÜ TERÖR VE ÇÖZÜM İHTİYACI” KONUSUNDA TÜRK OCAKLARI GENEL BAŞKANI SAYIN NURİ GÜRGÜR’ÜN İÇİŞLERİ BAKANI SAYIN PROF.DR. BEŞİR ATALAY’A SUNDUÐU RAPOR
ETNO MİLLİYETÇİ BÖLÜCÜ TERÖR VE ÇÖZÜM İHTİYACI
GİRİŞ
Türkiye 1984’te başlayan ve çeyrek yüzyıldır sürüp gelen silâhlı bir başkaldırı hareketiyle, bölücü terörle karşı karşıyadır. Bunun ülkemize maliyetinin ne derece ağır olduğunu herkes biliyor. Türkiye’nin güvenliği, huzuru, refahı ve geleceği açısından bu problemin bir an önce çözümlenmesi gerekmektedir.
Bölücü terör eylemleri, etno – milliyetçi Kürtçülük hareketin benimseyip uyguladığı bir yöntemdir. İlk başlarda mevzi bir asayiş olayı şeklinde değerlendirilen PKK hareketi, konunun öneminin algılanmaması nedeniyle hızla gelişti. Örgüt son derece acımasız ve gaddar davranarak bölge halkı üzerinde korkuya dayalı bir egemenlik kurdu. Talimat ve yönlendirmelerine uymayan kimseleri şiddetle cezalandırarak yıldırdı. Suriye ve Kuzey Irak’ta barınma ve eğitim kampları kurarak, yabancı servislerden geniş destek alarak örgüt yapısını güçlendirdi. Sonuçta bugüne gelindiğinde 5–6 bin silâhlı militanı bulunan, 50’den fazla belediyeye sahip olan, siyasi kanadı DTP ile Mecliste temsil edilen, 10 milyarlarca dolarlık parasal kanada hükmeden bir örgütle karşı karşıyayız.
Örgütün silahlı eylemleri ve yoğun propagandasıyla bölgede bir taban oluşturduğu ortadadır. Ancak PKK ve DTP’nin Kürt kökenli yurttaşlarımızın tümünü temsil ettiği ve iradelerine hükmettiği söylenemez. Yapılan son anketlere göre Türkiye genelinde Kürt oranı % 15,7’dir. DTP’nin aldığı en yüksek oy ise, %5,7’dir. İstanbul’da yaşayan Kürtlerin oranı ankete göre %15’tir. DTP İstanbul’da %4 oy almıştır. Ancak ülke genelinde %5 civarında olsa bile belirli bir taban oluşturduğu bir gerçektir.
Ülkenin belirli bir bölgesinde yoğunlaşmak üzere farklı bir aidiyet duygusunun ortaya çıkması, etnik – ırkçı bir zemin üzerinde siyasallaşmak istenmesi, üzerinde durulması gereken ve belki de terör eylemlerinden bile daha ciddi bir meseledir. Bunun tarihi, siyasi ve sosyolojik nedenleri etraflı şekilde incelenmeden, bu coğrafyada bin yıldır sürüp gelen bir kültür ve medeniyet bütünlüğünü son yüzyılda bozulup ayrışmaya dönüştüren faktörler dikkate alınmadan probleme çözüm bulunamaz.
Kürtlerle Türklerin sosyolojik görünümüne bakıldığında kısmi bir etnik ve dil farklılığının dışında bütün kültürel alanlarda, inanç yapısında, günlük yaşayış ve insani ilişkilerde hiçbir farklılığın söz konusu olmadığı görülmektedir. Eğitim ve kültür hayatımızda hâkim olan ve yıllardır uygulanan pozitivist düşünce ve zihniyet sebebiyle toplum hayatımızda ortaya çıkan huzursuzluklar, kırılmalar ve gerginlikler tüm ülkede olduğu gibi güneydoğuda da huzursuzluklara ve tepkilere yol açtı. Kültür ve inanç bütünlüğünün hayati önemi Türkiye’yi yönetenlerce iyi algılanmadığından özellikle 1965’lerden sonra “Halklara Özgürlük” sloganıyla bölgeye nüfuz etmeye çalışan Marksist kesimlerin girişimleri etnik fitneyi kışkırttı. Bu arada 12 Eylül askeri rejim döneminde Diyarbakır hapishanesi başta olmak üzere sergilenen gayri insani yöntemler nefret duygularını pekiştirdi. Ancak bu hususta bir gerçeği vurgulamakta yarar var: Jandarma baskısı, Jakoben devlet tahakkümü, totaliter icraat sadece güneydoğuda değil, Türkiye’nin genelinde sergilenmiş olan bir tutumdur. İstiklâl mahkemeleri, Yassıada mahkemesi unutulmaz örneklerdir. Bu ülkenin başbakanı ve iki bakanı sözde Yüksek Adalet Divanı kararıyla idam edilmişlerdir.
12 Eylülde Mamak hapishanesinde yaşananlar, sağcı ve solcu tutuklulara yapılan ağır işkenceler, çekilen acıların sadece Diyarbakır’a mahsus olmadığının örnekleridir. Kaldı ki, düşünce ve inançları nedeniyle eğitim ve öğrenim imkânlarından mahrum bırakılan binlerce gencin sıkıntısı, Türkiye’nin genelini ilgilendiren demokratik haklar ve hukuk probleminin varlığını göstermektedir.
PKK BİR HALK KURTULUŞ ÖRGÜTÜ MÜDÜR?
Batı Dünyası PKK eylemlerini haklarını ve özgürlüklerini elde etmek için çalışan bir halkın meşru mücadelesi şeklinde değerlendirmektedir. Bu nedenle PKK özellikle batı Avrupa ülkelerinden destek ve yardım görmekte, buralarda bir “diaspora” oluşturmasına müsamaha gösterilmektedir. Ülkemizde de eski solcu, neo liberal aydınlar başta olmak üzere, bazı kesimler meseleye bu açıdan bakmaktadırlar. Etno milliyetçi Kürtçülük hareketinin temel tezi de bölgenin Türkler tarafından işgal altında tutulduğu, Kürtlerin zorla asimile edilmeye çalışıldığı, kimliklerini ifade etme imkânı bulamadıkları, ezcümle “sömürge” ortamında yaşadıkları şeklindedir. Her iki cenahtan Türkiye devletini suçlu ve sorumlu göstermek üzere akıl almaz iddialar ortaya atılmaktadır. Bunlardan biri son dönemde bölgede 17 bin faili meçhul cinayet işlendiği ve bunun güvenlik güçleri tarafından gerçekleştirildiği iddiasıdır. Bu rakamı kimin nerden çıkardığı, hangi belgeye dayandığı, neden 15 veya 20 bin diye telaffuz edilmediği meçhuldür. Ancak bu kuru sıkı iddiaların gerçekmiş sayılarak DTP sözcüleri tarafından sık sık tekrarlanması, liberal kalemlerin yazılarına referans yapılması tipik bir dezenformasyon örneğidir.
PKK-DTP sözcüleriyle neoliberal – demokrat çevrelerin demokratik açılımdan söz ederken meseleye tümüyle etnik açıdan bakmaları, Kürt ulusunun varlığını tanımak şeklinde değerlendirmeleri doğru bir yaklaşım değildir. BM yasasına bakıldığında milletlerin kaderlerini belirleme konusunda self - determinasyon ilkesi olarak belirtilen hususun, BM Genel Kurulunun 1962 tarih ve 1514 sayılı kararında “bir ülkenin ulusal birliğini ve toprak bütünlüğünü tümüyle veya kısmen yok edecek girişimlerin BM Yasasının amaç ve ilkeleriyle bağdaşmadığının” açıkça belirtilmesi suretiyle sarahate kavuşturulduğu görülmektedir. İspanya, Bask ve Katalan milliyetçilerinin bu yöndeki taleplerine karşı onları “ulus”, kendisini de “çok uluslu” devlet olarak tanımlamayı reddetmektedir.
Özetle “Kürt Ulusu” kavramına dayalı bir talebin demokrasinin gereği olarak kabul edilmesi doğru olmadığı gibi bu tarz absürt bir talep Türkiye’nin konfederal bir yapılanmaya gitmesini istemek anlamına gelmektedir. Demokratik hukuk devletinde farklılıkları olan grupların kolektif haklarına yer yoktur. Esasen meselenin en kritik tarafı bu noktada toplanmaktadır. Bireysel hak ve özgürlüklerin bütün yurttaşlara en geniş şekilde sunulması ve evrensel standartlara uygun demokratik bir yaşama ortamı sağlanması ihtiyacıyla bu hak ve özgürlüklerin bireysel çerçevenin dışarısına çıkarılarak kolektif haklara dönüştürülmek, siyasal amaç ve hedefler için kullanmaya çalışmak birbirine karıştırılıyor.
Modern ulus devlet anlayışı ve liberal demokrasi, bireysel özgürlüklerin önünü kapatmaz; tam tersine bireysel kültürel özgürlükleri genişletir, kalitesini artırır. Bütün çağdaş demokratik toplumlarda birlikte yaşamayı sağlayan üst ortak kimlik vardır. Ancak bunun dışında ikincil kimlik özelliklerine sahiplenilmesi, yaşanılması doğaldır.
Önemli olan, kültürel ikincil kimliklerin toplumu bir arada tutan ortak kimliğin önüne geçerek egemen bir kimlik haline dönüştürülmemesidir. Başka bir ifadeyle bireysel özgürlüklerin sınırının, azınlık veya grup haklarıyla kesişmesine, yeni azınlıklar ve üst kimlikler oluşumuna imkân verilmemesidir. PKK - DTP ile bazı liberal çevrelerin Kürt etnik kimliğinin anayasal ve yasal çerçevede grup hakkı olarak tanınmasına ilişkin istekleri, üniter yapımıza yönelik bir tehdittir.
PKK-DTP NE İSTİYOR?
PKK – DTP’nin talepleri önce 2007’de Kandil dağında topladıkları kongrenin kararı olarak açıklandı. Ardından Diyarbakır’da “Demokratik Toplum Kongresi” adıyla yapılan toplantıda tekrarlandı. Daha sonra DTP’nin Genel Kurul kararı olarak ifade edildi. Bu açıklamalara göre:
1- Anayasada Kürtlerin temel haklarının, bütün kültürlerin varlığının ve kendini ifade etmesinin güvence altına alınması.
2- Bağımsız Kürt ulus-devlet yerine Öcalan’ın demokratik cumhuriyet talebinin karşılığı şeklinde “ortak devlet”.
3- Kürtlere özerklik verilmesi. Öcalan son açıklamasında bunu “Kürtler devletin varlığını tanıyacak, devlet demokratik ulus olma hakkını kabul edecek” diye ifade etti.
4- Özerk bölgeye bayrak ve sembol kullanma hakkı tanınması. Öcalan da son açıklamasında “Kürtler sporunu, eğitimini, dini örgütlenmelerini, meclisini, belediyelerini kendi yapacak; Kürtlerin kendi ihtilaflarını çözecek bir savunma gücü olacak” diyerek buna netlik kazandırdı.
5- Türk yerine Türkiyelilik; Türk Ulusu yerine Türkiye Ulusu kavramlarının kullanılması. (Liberal yazarların hemen hepsi bu isteği ısrarla vurguluyorlar. Mesela İhsan Dağı şöyle yazıyor: “Kürt meselesinin çözümü son yüzyılda üzerimize giydirilen ulus devlet gömleğinden kurtulmayı gerektiriyor. Zaten sorunun temelinde çoğul ve emperyal bir geçmişten türdeş bir ulus devlet yaratma çabaları yatıyor”. )
6- Bölge meclisleri kurulması.
7- Güneydoğuya pozitif ayırımcılık uygulanması.
8- Özerk bölgelerin başkentinin olması.
9- Kürtçenin eğitim dili olarak kullanılması, etnik kimliklere siyaset olanağı (etnik parti hakkı) tanınması.
10- Türkiye için önerilen modelin Irak, İran ve Suriye’de de uygulanması; bu dört ülkedeki Kütlerin temsilcilerinin bir üst kurul olarak halk meclisi (KOMA-GEL) kurmaları.
Tablo son derece açıktır. PKK-DTP’nin isteklerinin hangi amaca yönelik olduğu ortadadır. Bunları demokratikleşme iddialarıyla kamufle etmeye çalışmak, gerçekleri gizlemektir, iyi niyetli bir tutum değildir.
Problemi çözmek için yollar aranırken gerçekleri olduğu gibi görmek ve değerlendirmek gerekir. Örgütün sözcüleri isteklerinden geri adım atma niyetinde olmadıklarını her fırsatta belirtiyorlar.
Meselâ DTP Genel Başkan Yardımcısı Emine Ayna “Kürt sorununun muhatabı Kürtler, DTP, PKK ve Sayın Öcalan’dır. Yoksa çözemezsiniz. Hak mücadelesi verenlere terörist derseniz barış dili olmaz.” Söylemlerini daha farklı tonda dile getiren DTP Başkanın Ahmet Türk de “Sayın Öcalan farklı kimlik ve kültürler güvence altına alınsın, silâhlar bir ayda bırakılır diyor. Bu son derece önemli ve tarihi bir çağrıdır” diyerek devlete adres gösteriyor.
KIRMIZI ÇİZGİLERİMİZ
Çözüm plânı hazırlanırken öncelikle “kırmızı çizgilerimizin” çok net şekilde belirtilmesi ve temel parametre olarak kullanılması gerekir. Buna göre:
1- Anayasamızda belirtilen ve devletin kuruluş ilkelerini ihtiva eden üniter ulus devlet ilkesiyle bağdaşmayan hiçbir adım atılamaz.
2- Yerel yönetimlere inisiyatif verilmesi adıyla siyasi ademi merkeziyetçilik anlamına gelen, en kısa sürede otonomiye, bölgesel özerkliğe dönüşeceği kuşkusuz olan, eski Çekoslovakya, yahut Yugoslavya örneklerini çağrıştıran açılımlar yapılamaz. Türkiye Tanzimat’tan bu yana bürokratik hantallığı gidermek, çağdışı merkeziyetçiliği telâfi ederek yerel yönetimleri daha dinamik yapıya kavuşturmak amacıyla çeşitli girişimler yapmış, projeler hazırlamıştır. Bu tarz bir reform anlayışıyla otonom yönetim isteği birbirinden çok farklı şeylerdir.
3- Her çağdaş ülkede olduğu gibi dilimiz toplumsal bütünlüğümüzün ve sağlıklı bir devlet hayatının omurgasıdır. Kültürel anlamı aşikâr olan bu hususun hiçbir gerekçeyle sulandırılmaması gerekir. Çünkü demokratik açılımın ortak değerleri güçlendirmek yerine ortak kimlik değerlerini değil, farklı kimlik değerlerini güçlendirecek şekilde yönlendirilmesi, kültürel bağları güçlendirmeden yapılacak özgürleşme girişimleri ayrışmaya yol açar.
NELER YAPILABİLİR?
Ortada çok zor bir problemin bulunduğu ve çözümün kolay olmadığı açıktır. Bu açıdan kamuoyunu çok yüksek beklentilere ve belirli tarihlerle bağlantılı vaatlere sevk etmemek gerekir. Meselenin çözüm yeri TBMM olmalıdır. Ancak ilgili kurumlarla çok yakın ve sıcak ilişki kurularak, görüş ve düşünceleri alınarak bir “Devlet Plânı” hazırlanmalıdır. İktidar partisiyle iki ana muhalefet partisinin bu plân üzerinde ortak mesai yaparak, görüş birliği sağlayarak “milli politika” oluşturmaları zaruridir. Türkiye’nin kaderi söz konusu olduğundan siyasi hesaplar bir kenara bırakılmalı, müşterek hazırlanacak “milli politika” ekseninde buluşulmalıdır.
Bu meselede en büyük sıkıntı PKK’nın bölgedeki varlığıdır. 5–6 bin silâhlı militanın bölge halkı üzerindeki tehdidi ortadan kaldırılmadan, insanların iradelerini özgürce sergileyebilecekleri bir ortam oluşturulmadan atılacak her adım havada kalmaya mahkûmdur. PKK’yı silâh bırakmaya yönlendirmek için ABD ve Kuzey Irak yönetimiyle gerekli ilişkiler kurulmalı, Kandil dağındaki varlığı tecrit edilerek, lojistik destekleri kesilerek silâh bırakmaya ikna edilmelidir.
Çeşitli alanlarda kısa vadede atılabilecek adımlar vardır ve bunlar doğru tespit edilmelidir. Meselâ üniversitelerde Kürt Dili ve Edebiyatı Bölümü açmayı düşünmek fevkalâde yanlıştır. Çünkü Kürtçenin ne enternasyonal bir zenginliği ve derinliği, ne de bir devlet dili olma özelliği var. Bunun yerine “Kürt Araştırma Enstitüsü” açılabilir. Ancak bu tip bir enstitünü açılacağı yer henüz tabelâ görünümünde bulunan bölgedeki çiçeği burnunda üniversiteler değil, İstanbul yahut Ankara Üniversitesi gibi alt yapısıyla, öğretim elemanlarıyla ve birikimiyle bu işe uygun olan üniversitelerdir.
Keza Kürtçenin ilk ve orta dereceli devlet okullarında okutulması son derece yanlıştır.
Problemi çözmeye çalışırken iki hususa özen gösterilmesi gerekir: Birincisi güvenlik güçlerinin ülke genelinde olduğu gibi bölgedeki varlığı ve etkinliği son derece önemlidir. PKK her ne kadar göstermemeye çalışsa bile, güvenlik güçlerimiz karşısında başarısız kalmıştır. Doğrudan çatışmaya girmemeye, uzaktan kumandalı mayınlarla varlığını sürdürmeye çalışmaktadır. Güvenlik güçleri inisiyatifi elinde bulundurmaya devam edecek şekilde yönlendirilmelidir. İstihbarat çalışmaları çok daha güçlendirilerek PKK adım adım izlenmeli ve gerekli tedbirler zamanında alınmalıdır. Geçen yıllarda saldırıya uğrayan karakollarda ortaya çıkan yerleşim zaafları ortadan kaldırılmış olmalıdır. Güvenlik güçlerinin moralini üst düzeyde tutmak için gerekenler yapılmalıdır.
Bölgenin sağlık ve eğitim alanları başta olmak üzere doğrudan insana hizmet veren birimleri ıslah edilmelidir. Bölgede görevlendirilecek valiler, kaymakamlar, bütün kamu görevlileri nitelikli, becerikli ve misyon bilincine sahip kimselerden seçilmelidir. Sosyal ve kültürel faaliyetler artırılmalı, karşılıklı değişim programlarıyla orta ve yüksek öğrenim öğrencileri değişik bölgelerde misafir edilmelidir. GAP projesinin tamamlanmasına ilişkin girişimler hızlı bir şekilde devam etmeli, bölgeye yatırım yapmaya niyetli özel girişimciler desteklenmelidir.
Kısa, orta ve uzun vadeye insicamlı bir şekilde yayılacak bir “makro plânın” başarılı olmasının temel şartının PKK’nın silâhlı tehdidinin ortadan kalkması olduğu gerçeği göz önünde tutularak, bunu sağlayacak girişimcilere öncelik verilmelidir.
Bu problemin çözümünün Türkiye’nin geleceğini belirleyecek en güçlü faktör olduğu bilinci içerisinde milliyetçi bir sivil toplum kuruluşu olarak her zaman olduğu gibi üzerimize düşeni yapmaya, katkı sağlamaya çalışacağız.