Alacakaranlıkta Açılım Denemeleri - 1
3 Ağustos 2009
Nuri Gürgür
İçişleri Bakanı Beşir Atalay, geçen hafta Kürt sorunu konusunda yürütülmekte olan çalışmaların yöntemiyle ilgili açıklamalar yaptı. Konunun toplumun ortak meselesi olduğunu, ilgili bütün kurumların, muhalefet partilerinin, sivil toplum kuruluşlarının, medya temsilcilerinin görüşlerinin alınarak bir çözüm paketinin hazırlanacağını söyledi.
Kuşkusuz bu konu Türkiye’nin birinci problemidir. Ülkemizde huzur ve güven içinde yaşamak, çeyrek yüzyıldır hareket kabiliyetimizi önemli ölçüde engelleyen prangalarımızdan kurtulmak mecburiyetindeyiz. Çözüm yollarının bulunması hususunda şimdiye kadar yeterli çabanın gösterilmemesi, çok yönlü bir plânın hazırlanıp uygulamaya konulmaması ağır bir hizmet kusurudur; bu hiçbir gerekçeyle tevil edilemez. Bu açıdan bakıldığında, devletin üst kademelerinde konuya ilişkin bir çalışmanın başlatılması, toplumun çeşitli kesimlerinin, siyasî merkezlerin görüşlerinin alınarak mutabakata dayalı bir “çözüm paketi”nin hazırlanma girişimi sevindirici bir gelişmedir. Ancak bu açıklamanın hemen ardından Polis Akademi’sinde düzenlenen “Kürt Çalıştayı” yanlış bir adım olmuştur. Toplantının düzenleniş şekli hükümetin meseleyi doğru algılamadığını, bir takım saplantılardan kurtulamadığını gösteren somut bir örnektir.
Birkaç saatlik bir toplantıda son derece çetrefil bir meseleye ışık tutulamayacağı ortadadır. Medya temsilcisi olarak seçilip çağrılanların aynı görüşten kimseler olması hükümetin ana hatlarıyla bir “yol haritası” belirlemiş olduğu anlamına geliyor. Bazı gazete ve televizyonlarda aylardan beri yapılan yayınların rastlantı olmadığı, çok sistemli ve ince ayarlı bir telkin kampanyasıyla toplumun psikolojik yapısının hazırlanmaya çalışıldığı anlaşılıyor.
Her gün yerli yersiz tekrarlaya tekrarlaya anlamsız bir retoriğe dönüştürüp “yalama” haline getirdikleri “demokratikleşme” lafını bir kenara bırakırsak, hükümet nezdinde itibar gören bu kalemlerin görüşlerinin ne olduğunu herkes biliyor.
Bunlara göre Türkler, Cumhuriyet’in kurulmasından sonra Kürtlere büyük haksızlık yapmışlar, dillerini, kültürlerini yok etmeye, asimile etmeye çalışmışlardır: “Zorunlu asimilasyon başarılı olamadı. Osmanlı değil ama Cumhuriyet döneminin kimlik politikaları, zorunlu (yani sistematik) asimilasyonu hedefledi.[1] İçişleri Bakanı’nın yöntemi üzerinde bilgi verdiği ‘demokratikleşme açılımı’ dar ve sınırlı bir kültür içinde eritilmesi politikasının iflas ettiğini ilan ediyor]2[ ama hepsinden önemlisi adaletin ve idarenin terazisi Kürtler için de eşit kalkmalı, yasa önünde eşitlik meselesi mutlaka sağlanmalıdır.”[3] Kendilerine demokrat ve liberal olarak tanımlayan bu yazarlara göre, problemin çözüm yolu bellidir. Türkiye asimilasyon politikasına son vermeli, demokratik açılımlarını tamamlayarak toplumun barış içinde yaşayacağı yeni bir düzene geçmelidir. Bu yapılırsa PKK silahı bırakır, dağdan iner; kendilerini siyasî alanda ifade etme imkânı bulacaklarından silahlı mücadele yöntemini terk ederler.
Bu çevreler demokratik açılımdan neyi kastettiklerini sık sık vurguluyorlar. Anayasa’da Türklük vurgusu yapılan maddeler değiştirilmeli, Türkiye vatandaşlığı üst kimlik olarak benimsenip anayasaya yerleştirilmeli, “Ne mutlu Türküm diyene” sözü her yerden silinmeli, “Türk’üm, Doğruyum” andı kaldırılmalı, genel af çıkarılarak hapishaneler açılmalı, örgüt elemanları ceza baskısından kurtarılmalı, Kürtçe yer isimleri iade edilmeli, bölgede öldürülen örgüt yandaşlarının failleri bulunup cezalandırılmalı, Apo da bir süre sonra özgürlüğüne kavuşturulmalı. Ancak bunları yeterli görmediklerinden daha ilerisini de istiyorlar: “Yerel yönetimlerin yetkilerinin genişlemesi, yerinden yönetim ilkesinin kabulü, ülkenin her yerleşim yeri için önemli ve gereklidir.”[4]
Aslında bunların çok daha ötesine giden, problemin doğrudan üniter ulus devletin varlığından kaynaklandığını düşünen demokratlar da var: “Sorunun adı artık Kürt sorunu değildir, sorunun adı Türkiye’nin ulus-devlete devam etmek isteğidir. Bundan dolayı bugünlerde hükümetin Ağustos ayında Öcalan’ın açıklayacağı ‘çözüm’ paketini kapsamlı bir aftan, bölgedeki korucu müessesesinin tasfiyesine kadar uzayacak ve ilk bakışta ‘radikal’ sayılabilecek bir çok unsuru içeriyor olsa bile, sonuçta Türkiye’nin ‘üniter-ulus’ devlete devam etmesi iradesini ortaya çıkaracağı için, nihai olarak ‘gerici’ olacaktır.”[5]
Türkiye’nin “demokrat – liberal - neo muhafazakâr” aydın kesimiyle PKK-DTP’nin çözüm bağlamında öngördüklerinin ana hatları esas itibariyle büyük ölçüde örtüşmektedir. DTP sözcülerinin ve Öcalan’nın “demokratik özerklik” başlığı altında neler istediklerini yıllardır cümle alem öğrendi. Birkaç aydan beri yeni bir atak başlattılar. Önce Öcalan’ın 15 Ağustos’ta (örgütün ilk eylemlerine başladığı ve kuruluş tarihi olarak her yıl kutladığı tarih) “çözüm paketi” açıklayacağını duyurdular. Buna kamuoyunun dikkatini çekmek için bir seri parti toplantıları düzenlediler. Sürekli olarak devletin PKK’yı ve Öcalan’ı muhatap almasını, meseleyi onlarla müzakere etmesini öneriyorlar: “Kürt sorununun muhatabı Kürtler, DTP, PKK ve sayın Öcalan’dır. Yoksa çözemezsiniz. Hak mücadelesi verenlere taraf değilsiniz derseniz bu barış dili olmaz. Artık herkes kendisini Kürtlerin yerine koymalı, empati yapmalıdır.”[6]
Demokrat-liberal aydınlarda müzakere muhatabı olarak DTP’yi ve Öcalan’ı işaret ediyorlar. Ancak bunun aleni yapılmasını sakıncalı buluyorlar. Çözüme giden süreçte üç aşamadan söz edilebilir diye başlayan Hasan Cemal “…… ilgili tüm taraflar arasında diyalog kanalları açılıp, tam bir gizlilik içinde gel-git ler başlar. İlgili tüm taraflar derken, bunların içinde İmralı-Öcalan’da, Kandil’de, DTP’de, Kürt aydınları da, Kürt diasporası da olmalıdır”. Çalıştayda yaptığı bu konuşmasında Hasan Cemal psikolojik ortam hazırlanması gereğini de unutmuyor: “Bu arada kamuoyunda, medyada, sivil toplum kuruluşlarında, üniversitelerde en serbest tartışma sağlanmalıdır.”[7]
İktidar partisinin Güneydoğu milletvekilleri de bu çabalara seyirci kalmayı kendilerine yakıştırmadılar. Müzakere muhatabı olarak İmralı’yı ve örgütü işaret ettiler. Başbakanlık Müşaviri mahdumu’yle birlikte parti içerisinde etkili bir yeri olan, kısa zamanda edindiği göz kamaştırıcı servetiyle medyada da yer edinen İhsan Arslan çok çarpıcı bir öneri yaptı; çözüm için “Cezayir modeli”ni öne sürdü.
Cezayir Modeli diye zikredilen olay 2005’de Devlet Başkanı Butaflika ile İslamî Selamet Cephesi (FİS) arasında yapılan ve Cezayir’de yıllardır sürüp gelen kanlı çatışmayı sona erdirmeyi amaçlayan anlaşmadır. İhsan Arslan bu teklifiyle terör örgütüne hangi nazarla baktığını, nasıl bir duygu beslediğini ortaya koymuş oldu.
Polis Akademisi çatısı altında düzenlenen toplantının akademik özerkliğe sahip bir kurumun bilimsel faaliyeti olduğunu söylemek, bu çalıştayın resmileşen görüntüsünü ortadan kaldırmıyor. Konu üzerindeki görüş ve düşünceleri bilinen katılımcıların özel olarak çağrıldıkları açıktır. Aralarında farklı bir iki ismin bulunması tabloyu değiştirmez.
Bu tabloyu hazırlayanlar Oktay Ekşi’nin yazdıklarının cevabını vermek zorundadırlar. Çünkü Ekşi’nin tespitleri milyonlarca yurttaşın kanaatini yansıtıyor: “ Kimin ne dediğini, en azından bu satırların yazıldığı sırada, bilmiyoruz ama toplantıyı düzenleyenlerin hemen hemen hep aynı havayı çalan ‘ver-kurtul’cuları dinlemek istediğini anlıyoruz. Doğrusu DTP ileri gelenleri ile Abdullah Öcalan’ın avukatlarını da çağırsalardı, öyle fazla vakit kaybetmeden ‘demokratik çözüm’ü bulup ortaya koyarlardı. Böyle bir kompozisyonda PKK zaten yeterince güçlü şekilde temsil edilmiş olurdu.
Oysa konu o kadar ucuz değil. Hele DTP’nin Eylül-2008 de resmen açıkladığı ‘çözüm projesi’ni göz önüne alırsanız, demokratikleşeceğiz derken postu deldirtebileceğimizi görürsünüz.
Tamam, ‘demokratikleşelim’ ama bunu yapmak için DTP nin istediği gibi ‘Türkiye’de iki ayrı halkın var olduğunu kabul ederek’ mi başlayalım.
İçişleri Bakanı Atalay çalışmalar hakkında bilgi verirken hazırlanacak paket öncesinde ilgili kurumların görüş ve önerilerini de alınmakta olduğunu vurguladı. Bu kurumların en başında kuşkusuz Genelkurmay yer alır. Silahlı Kuvvetlerin bu konudaki görüşlerini Genelkurmay Başkanı Başbuğ 24 Nisan’da Harp Akademileri’nde yaptığı konuşmasında çok net şekilde açıklamıştı. Modern ulus-devlet anlayışının bölgesel özgürlüklerin önünü kapatmadığını ifade etmiş ve bu konunun en can alıcı noktasını işaret etmişti: “Çağdaş demokratik toplumlarda üst-ortak kimliğin dışında kültürel ikinci kimlik özelliklerinin de dile getirilmesi ve yaşanması mümkündür. Önemli olan kültürel ikinci kimliklerin, bizi bir arada tutan üst-ortak kimliğin önüne geçerek, onu parçalayan egemen bir kimlik haline dönüştürülmemesidir.
Netice olarak ikinci kimlikler ancak ikincil kültürel kimlik şeklinde bireysel seviyede yaşanabilir, geliştirilebilir ve korunabilir. Bunu kültürel bir zenginlik olarak görüyoruz. Bireysel özgürlüklerin sınırının, azınlık veya grup haklarıyla kesişmesine, yeni azınlıklar ve üst kimlikler yaratmasına izin veremeyiz. Tarihsel hafızamız, ulusumuzun mutlu ve müreffeh geleceği ve anayasal düzenimizin korunması bunu gerektirmektedir.
İkincil kültürel kimliklerin anayasal ve yasal çerçevede tanınması –ki grup hakkı olarak tanınması- anlamına gelir. Türkiye Cumhuriyeti anayasası, ulus devlet yapısı içinde bu mümkün değildir”
Basının demokrat – liberal - neo muhafazakâr kesimlerinden oluşan “ortak cephe”nin bu hususta ne düşündüklerini net şekilde açıklaması gerekiyor. Millî hassasiyetleri “küçük Türkiye milliyetçiliği” gibi küçümseyici ifadelerle hafife almakla meseleyi halletmiş olmuyorlar; geçmişlerini unutmaya çalıştıklarını gösteriyorlar. Bu problem artık aşılmalı diye başlayıp çoğu sıradan temennilerden ibaret kalan ve altını dolduramadıkları yazılarıyla örgüte cesaret veriyorlar, umutlandırıyorlar.
Etno-milliyetçi Kürt hareketinin hedefleri, amaçları, beklentileri bellidir. Bireysel kültürel haklarla ilgisi olmayan, tümüyle kolektif haklar kategorisine giren taleplerle Türkiye anayasal zeminde iki kimlikli ortak bir yapıya dönüştürülmek isteniyor. Demokrat, liberal ve yeni muhafazakâr kesime mensup yazarlar bu taleplerle ilgili düşüncelerini açıkça ortaya koymalı, demokratik kültürel haklar ve benzeri içeriği belirlenmeyen terimlerle insanları oyalamaktan, zihinleri bulandırmaktan vazgeçmelidirler. “Açılım” adına başlatılan girişimler belki de herkesin nerede durduğunu, ne düşündüğünü açığa çıkarmak gibi bir fayda sağlayacaktır.