Doğu Türkistan’ın Dünü, Bugünü ve Yarını Üzerine


06 Temmuz 2009
Nuri GÜRGÜR


Yığlama yurdum, eğerci bol küninde yok bahar

Gelgüsi günlerinde baht yıldızı oynap kalar

Çin 5 Temmuz’da Doğu Türkistan’ın Başkenti Urumçi’de Uygur Türkleri’nin protesto gösterisini fırsat sayarak, bilinçli ve planlı bir katliam yaptı. Yüzlerce Uygur vahşice katledildi.
Kaç kişinin öldürüldüğü muhtemelen hiçbir zaman öğrenilemeyecek. Çin resmi makamlarının açıklamalarını gerçeği yansıtmadığını herkes biliyor. Katliamın yapıldığı Urumçi başta olmak üzere, Uygurların yaşadığı bölgeler Dünya’ya sımsıkı kapatılmış durumda. Dışarıya bilgi sızmasını engellemek amacıyla alınan tedbirler, bu olaylardan sonra pekiştirildi. Haberleşme araçları tümüyle susturuldu, yabancılar bölgeden çıkarıldı. Dışarıyla bağlantı kuracağından kuşkulanılan Uygurlar tutuklandı.

Çin, Devlet politikasının ayrılmaz parçası haline getirdiği psikolojik harekat ve dezenfarmasyon yöntemlerini kullanarak olaylarının sorumluluğunu Uygurlara yıkmaya, Dünya kamuoyunu yanıltmaya çalışıyor. Ancak propaganda imkanları ne kadar güçlü olursa olsun, gerçekler gizlenemiyor. Yüzlerce Uygur Türkü’nün can verdiği bu olaylar, Doğu Türkistan’ın açık bir hapishane haline getirildiğini, Uygurlara esir muamelesi yapıldığını, bir milletin acımasızca yok edilmeye çalışıldığını bir kere daha ortaya koydu.

DOÐU TÜRKİSTAN’IN DÜNÜ

Çin’in Doğu Türkistan’ı işgal ederek koloni haline getirme girişimi Mançur Hanedanı döneminde, 18.yy ortalarında başlar. Doğu Türkistanlılar Çin istilasına karşı koymaya çalıştılar; ellerindeki imkanlar ölçüsünde mücadele ettiler.

Mançurlar silah ve asker sayısı bakımından çok üstün durumda olmalarına rağmen, Doğu Türkistanlılar’ın sert direnişi karşısında zor durumda kaldılar. Direnci kırmak için sık sık katliamlar yaptılar. 1763’den başlayarak 1850’lere kadar uzanan bu ilk mücadele döneminde binlerce Doğu Türkistanlı can verdi. Her başkaldırı girişiminden sonra Çinlilerin zulmünden kurtulmak isteyen on binlerce Türk, Batı Türkistan’a sığınmak zorunda kaldı.

1863 yılında başlayan yeni direniş hareketi öncekilerden daha değişik özellikler taşıyordu. Bu defa belli bazı şehirlerde değil, bütün bölgelerde aynı zamanda harekete geçilmişti. Çin güçleri genel karakterli bu ayaklanmaya karşı koyamadılar. Bu başarıda direnişin önderi konumuna gelen Yakup Beğ’in iyi yönetiminin ve toparlayıcı özelliklerinin büyük payı vardı.

Yakup Beğ ufku geniş bir liderdi. Çin güçlerini püskürterek Doğu Türkistan’ı kısa bir süre de olsa esaretten kurtarınca yaptığı ilk iş payitahta bir elçilik heyeti göndermek, padişah Sultan Abdülaziz ile temas kurmak oldu. Halife’ye hürmet ve bağlılığını arz ederek, Osmanlı Devleti’nin Doğu Türkistan’ı himayesi altına almasını, asker ve silah yardımı yapmasını talep etti. Bunun da ilerisinde mümkün olabilirse bir Osmanlı şehzadesinin Doğu Türkistan’daki yeni devletin başına geçmesini arzu ediyordu.

Osmanlı Padişahı bir miktar silahla, askeri eğitim verecek elemanlardan oluşan bir askeri heyeti Doğu Türkistan’a gönderdi. Böylece Türkiye’den gelen yardımlarla seksen bin kişilik bir ordunun kurulması sağlandı. Sultan Abdülaziz’in bu tarz yardımları ileriki yıllarda da devam etti. Doğu Türkistan’da Osmanlı Padişahı adına hutbe okundu, gümüş para bastırıldı.

İki Türk Devleti arasında kurulan bu ilişkiler, Rusya ve İngiltere tarafından yakından izleniyordu. İngiliz Hükümeti Yakup Beğ’in kurduğu hükümeti tanıyarak bir elçilik heyeti gönderdi. Amaçları bu yeni oluşumu kontrolleri altına alarak, Rusya’nın Hindistan’a yönelik muhtemel bir girişimini engellemekti. Ancak Yakup Beğ idealist bir insandı; bağımsız hareket etmekte kararlıydı. Bekledikleri tavrı görmeyen İngilizler desteklerini bir süre sonra çekip izleyici olmayı tercih ettiler.

Bu gelişmelere ilişkin olarak Sinolog Eberhard şunları yazıyordu: “Osmanlı Devleti, sırf teknik sebeplerden ve sonra dahili vaziyetten dolayı yardımda bulunamadı. Rusya ile İngiltere, vakıa Türkistan’da Çin hakimiyetinin zayıfladığının görmek istedi. Fakat ne Rusya, ne de İngiltere Yakup Beğ’i kontrolleri altına alamadıklarından, yeni kuvvetli bir devletin kurulmasını da istemiyorlardı. Böylece her iki büyük devlet, Türkistan’ın Çin hakimiyeti altına girmesini tercih ediyorlardı.”

Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesi sonucu, en fazla yardıma ihtiyacı olduğu bir dönemde, Doğu Türkistan’la kurulan ilişkiler kesildi. Oysa Mançurlar Doğu Türkistan’dan vazgeçmek niyetinde değillerdi. Hazırlıklarını yaptıktan sonra 1875’de yeni bir istila hareketi başlattılar. Yakup Beğ çok kalabalık Çin ordusuna karşı kahramanca direndi. Ancak muharebenin en kritik günlerinde büyük bir talihsizlik yaşandı. Yeni Doğu Türkistan Devleti’nin yiğit ve başarılı yöneticisi aniden hastalandı ve vefat etti. Bu acı haber Doğu Türkistanlılar’ı doğal olarak olumsuz etkiledi. Yüzyıllık bir mücadele döneminde zorlukla sağlanmış olan birlik, merkezî sevk ve idare olmayınca Mançurlar’a karşı konulamadı ve Doğu Türkistan bir kere daha Çin esaretine girdi.

Çin, stratejik bakımdan büyük değer verdiği ve ülke savunması açısından vazgeçilmez saydığı Doğu Türkistan’ı ele geçirmek ve direnişleri kırmak için son derece acımasız davrandı; sık sık katliamlar yaptı. Sinolog Dr.Wolfran Eberhard şöyle diyor: “Mançur istila devrinin diğer isyanları hakkında oldukça fazla bilgimiz varken, Çin kaynakları Müslüman isyanlarında susmaktadırlar. Yalnız pek az ve kesin olmayan bilgi veriyorlar. Resmi olmayan kaynaklarda, bu isyanlar bastırılırken pek çok zulüm yapıldığı bildirilmektedir. Kamsuda nüfus 15 milyondan 1 milyona düşerken, Türkistan ihtilali 10 milyon ölüye mal olmuştur.”

DOÐU TÜRKİSTAN ŞİNCAN YAPILIYOR

Mançurlar’in ikinci istilasından sonra, Çin Doğu Türkistan politikasını kökünden değiştirdi. Burayı koloni haline getirmek yerine, doğrudan imparatorluğa bağlı bir eyalet yapmaya karar verdi. Adını da “yeni toprak” anlamına gelen Çince “Shin Chiang” (Şincan) olarak değiştirdi. Aynı işlem şehir adları için de yapıldı. Genel valilik merkezi İli şehrinden Urumçi’ye nakledildi. Bir süre sonra Çin’de yönetim değişikliği oldu. 1911 yılında Mançur Hanedanı devrildi, Cumhuriyet ilan edildi. Ancak Uygurlar’a yönelik asimilasyon politikasında herhangi bir gevşeme olmadı.

Doğu Türkistanlılar’ı ezip sindirmek, kültürlerinden, dillerinden, dinlerinden uzaklaştırmak, Çince öğrenmeye mecbur bırakılarak asimile etmek istiyorlardı. Bölgenin nüfus yapısını değiştirmek üzere Çin’den kitleler halinde Çin’li getirilip yerleştiriliyor, ekonomik kaynaklar ve devlet imkânları bunlara tahsis ediliyordu. Uygurlar ikinci sınıf vatandaş sayılıyor, yönetimden uzak tutuluyor, kenarda yaşamaya mecbur bırakılıyorlardı. Önceki dönemden tek fark, baskı ve eziyetin Bölge Genel Valisi tarafından yapılmasıydı.

Devrik Mançur Hanedanı’na sempati duyan genel valinin, merkezi hükümetle ilişkisini alt düzeye çekerek bölgeyi kendi iradesine göre yönetmesi sonucu baskılar daha da şiddetlendi. Halkın soyulup ekonomik varlıklarının keyfi şekilde talan edilmeye çalışılması memnuniyetsizlikleri arttırdı. Sonunda bu zulüm ve baskılara dayanamayan Doğu Türkistanlılar Kumul şehrinde Hoca Niyaz Hacı ve Salih Dorga’nın yönetiminde harekete geçtiler; Çin kuvvetlerini bozguna uğrattılar. Bu başarı diğer şehirleri de etkiledi. Ayaklanma kısa zamanda bölgenin geneline yayıldı. Sadece Urumçi’de Çinliler’in hakimiyeti devam ediyordu. 1933’de Kaşgar’da bağımsız Doğu Türkistan Devleti kuruldu. Hükümetin başına Cumhurbaşkanı olarak Hoca Niyaz Hacı getirildi ve Kaşgar yeni devletin başkenti oldu.

Doğu Türkistan’da ikinci defa millî ve bağımsız bir devletin kurulması Çin’de olduğu gibi Sovyetler Birliği’nde de endişeyle karşılandı. Sovyet Rusya Urumçi’deki karmaşadan yararlanarak bölgeye asker sevketti. Sovyet askerleri ile Çin birlikleri arasında çatışmalar yaşanırken, Kaşgar’da kurulan yeni bağımsız devleti ortadan kaldırmak için bu iki devlet ortaklaşa hareket etti. Sovyetler Birliği Doğu Türkistan’da kurulacak bağımsız bir devletin, kendi bünyesindeki Türk halklarına örnek olmasından endişe ediyor, buna mutlaka engel olmak istiyordu.

Kaşgar’da ilan edilen devletin ne askeri bir gücü, ne de idari yapılanması vardı. Direnmenin imkansız olduğunu ve mevcut kazanımları da tehlikeye sokacağını gören Hoca Niyaz, Sovyetler’in teklifini kabul ederek, Kaşgar’dan ayrılmayı, Doğu Türkistan Eyalet Hükümeti Başkan Yardımcılığı görevine gelmeyi kabul etti.

Ruslar Doğu Türkistan’daki askeri güçlerini takviye ederek, bölgeyi tümüyle kontrollerine aldılar. Kısa süre sonra Hacı Niyaz Bey başta olmak üzere, Doğu Türkistan liderlerinin tamamını ve on binlerce insanı tutukladılar. O kadar ki hapishanelerde insanlar üst üste yığılı kalıyorlardı. Tutuklananlardan binlercesini ve Hacı Niyaz Bey’i kurşuna dizdiler.

Birkaç yıl sonra başlayan 2.Dünya Savaşı’nın ilk yılları Sovyetler Birliği için tam bir felaketti. Alman orduları Sovyet hatlarını kolayca yarmış, kuzeyden ve güneyden ikili kol halinde Rusya içlerine doğru hızla ilerliyorlardı. Stalingrad’a kadar süren bu ilerleyiş karşısında Sovyetler Birliği’nin yıkılma ihtimali gündemdeydi. Bu durumu fırsat sayan Doğu Türkistan’ın Çin’li genel valisi 1943 yılı başlarında Ruslar’ın bulundukları bütün idari kademeleri boşaltıp bölgede çalışan tüm elemanlarıyla birlikte çekilmelerini istedi. Batı cephesinde can derdine düşmüş olan Sovyet Rusya’nın bu ültimatoma uymaktan başka çaresi yoktu. Kendilerine verilen süre içerisinde bölgenin tamamından çekilip gittiler. Elverişli bir pozisyon kollayan milliyetçi Çin Hükümeti birlikleri Doğu Türkistan’ı kolayca işgal etti.

Çin askerlerinin bölgeye girmeleriyle birlikte asimilasyon girişimleri yeniden başladı. Buna karşı ilk tepki İli’de meydana geldi. Ali Han Töre’nin liderliğinde 1944 yılının Eylül ayında ayaklanma başladı. 1940 yılından beri silahlı mücadele veren ve Uygurlar tarafından çok sevilen Osman Batur bu harekete katıldığını bildirdi. Aynı yılın Aralık ayında bağımsızlık ilan edildi ve Ali Han Töre Cumhurbaşkanı oldu. Ayaklanma kısa sürede diğer şehirlere de yayıldı. Çinliler Urumçi dışında kontrolü kaybettiler.

Doğu Türkistan’daki bu gelişmeler Batı Türkistan’a egemen olan Sovyetler Birliği’ni doğal olarak tedirgin etti. İlk başlarda milliyetçi Çin yönetimine karşı ayaklanmayı teşvik ederken İli’de Cumhuriyet’in kurulması üzerine tutumunu değiştirdi. Türkler’e Çin’le uzlaşmaları için çağrı yapmaya başladı. Uygurlar bir kere daha Çin ile Rusya’nın kıskacı altında kalmışlardı. Çaresizlik içinde hükümeti dağıtarak Çin ile barış yapmayı, böylece durumu kurtarmayı uygun gördüler.

Bu sırada Ruslar Ali Han Töre’yi kaçırarak baskı yapmaya başladılar. Sonunda Çin hükümetiyle yapılan anlaşma çerçevesinde Uygurların da içinde yer aldıkları ortak bir yönetim yapısı kuruldu. 1947 yılının Mayıs ayında öğrenimini Türkiye’de yapan Dr.Mesut Sabri Baykuzu Doğu Türkistan Eyalet Başkanı oldu. Bu önemli bir gelişmeydi. Yeni hükümet vakit geçirmeden Doğu Türkistan Türkleri’nin kültürel, sosyal ve ekonomik çıkarlarına hizmet etmek amacıyla girişimler başlattı. Bu durum hem bölgeyi kontrolleri altında tutmaya çalışan Rusları, hem de milliyetçi Çin hükümetinin tepkilerine yol açtı. İki taraf arasında yapılan işbirliği sonunda Dr.Mesut Sabri görevden alındı; yerine Sovyetlerin sadık elemanı Burhan Şehidi getirildi. O sırada Çin’de rejim değişmiş, Mao Tse Tung yönetimindeki komünistler iktidara gelmişlerdi. Komünist birlikler 1949 yılının son baharında Doğu Türkistan’a girdiler ve kısa zamanda bölgenin tamamını işgal ettiler. İsa Yusuf Alptekin ve Mehmet Emin Buğra gibi bazı Türkistanlı liderler, mücadeleyi dışarıda sürdürmek, meseleyi Dünya’ya duyurmak amacıyla ülkeyi terk etmeye karar verdiler. Tibet üzerinden Himalayalar’ı aşarak önce Hindistan’a, daha sonra Türkiye’ye intikal ettiler.

ŞEHADETİ BİLEREK SEÇTİLER

Doğu Türkistanlılar komünistlerin işgaline kahramanca karşı koydular. Osman Batur, Canım Han, Dr.Mesut Sabri, Oraz Beğ, Davut Kadı, Abdülgâfur Sabri, Gani Bahadır, Nuri Beğ, Rozi Muhammed Beğ gibi Uygur liderlerinin yönettiği Doğu Türkistanlılar olağan üstü elverişsiz şartlara rağmen, akıbetlerinin şehadet olduğunun bilinci içerisinde yiğitçe direndiler. Komünist Çin yönetimi o günlerde de, şimdiki gibi gaddar ve zalimdi. Binlerce Doğu Türkistanlı’yı gözlerini kırpmadan kurşuna dizdiler. Osman Batur başta olmak üzere direnişin önderlerine özel işkence yaptılar. Uygur halkının üzerinde korku ve dehşet havası oluşturmak amacıyla yaptıkları vahşeti meydanlarda sergilediler ve eserlerini günlerce insanlara izlettiler.

Komünist rejim Çin’in geleneksel asimilasyon girişimlerine ilave olarak zihinlerde ideolojik bir değişim sağlamak, vicdanlara egemen olmak maksadıyla baskılarını çok daha yoğunlaştırdı. Bir süre sonra Mao’nun ülke genelinde ilan ettiği “kültür devrimi”nin pilot uygulamaları Doğu Türkistan’da yapılmaya çalışıldı. Bütün bu insanlık dışı baskılara rağmen Doğu Türkistan Türkleri kültürel kimliklerini, dillerini, dinlerini korumayı başardılar. İnançları, Allah’a olan tevekkül ve bağlılıkları bu insanları ayakta tutan, yalnızlıklarını telafi eden, çözülmelerini engelleyen en büyük dayanaklarıydı. Zaman zaman ortaya çıkan direnişler, düzenlenen gösteriler komünistleri sürekli tedirgin etti. Her yola başvurmalarına rağmen istedikleri sonucu alamamış olmaları nedeniyle bölgenin geleceği adına karamsar oldular, tedirginlik duydular. Çıkan olaylarda ölçüsüz şiddet kullanmaları, katliama yönelmeleri biraz da bu çaresizliğin sonucudur.

DOÐU TÜRKİSTAN’IN ÖNEMİ VE DEÐERİ

Doğu Türkistan Çin için hayati öneme sahip bir bölgedir. 1850 km2 lik alanı, bir taraftan coğrafi konumu, jeopolitiği, diğer taraftan büyük yer altı zenginlikleri burayı “vazgeçilmez” yapmaktadır. Bölgede petrol ve doğalgaz başta olmak üzere, ekonomik değeri yüksek 150 civarında maden çeşidi bulunuyor. Çin kaynakları Doğu Türkistan’ın Çin’in toplam ham petrol rezervlerinin %25’ini, kömür rezervlerinin %20’sini barındırdığını belirtiyor. Son on beş yıldan beri bu kaynakları değiştirmek amacıyla çok yönlü yatırımlar yapılıyor. Yeni yollar, petrol ve doğalgaz boru hatları inşa ediliyor. Bunlar bir taraftan Pasifik sahillerine, diğer taraftan Özbekistan ve Türkistan’a kadar uzatılıyor.

Bu arada Doğu Türkistan’ın tarihi dokusunu eskiyle bağlantı kurulamayacak şekilde bozmak maksadıyla seri halinde yeni inşaatlar yapılıyor. Şehitlerin kimliği planlı şekilde değiştiriliyor. Bu girişimler özellikle turizme yapılan yatırımlarda göze çarpıyor. Bölgenin eskiden beri Çinlilere ait olduğunu ispatlamak maksadıyla, turistlerin ilgilendiği yerlere, tarihi kalıntı süsü verilen taşlar, Buda heykelleri, Çin mitolojisine ait eserler yerleştiriliyor.

Çin’in şimdiki çabaları aslında yeni sayılmaz. Bölgeyi koloni haline getirmek isteyen Mançurlar’dan başlayarak, asimilasyon arzusu her dönemde Çin politikasının eksenini oluşturmuştur. Ancak büyük nüfus üstünlüğüne, askeri ve ekonomik güç dengesizliğine rağmen umdukları başarıyı elde edemediler. Bir milleti yok edememelerinin temel nedeni mücadelenin sadece iki toplum arasında değil, kökleri çok eskilere dayanan iki kültür ve medeniyet arasında cereyan etmesidir. Türkistan halkı sıradan bir insan topluluğu değildir. Tarihi içerisinde Türk-İslâm medeniyetinin en verimli birikimlerine sahip bulunan bir millet söz konusudur. Başka bir ifadeyle yüz elli yıldır uygulanan şiddet ve baskıya rağmen medeniyet kurmuş, buna evrensel bir anlam kazandırmış, cihanşumül alimler yetiştirmiş olan Doğu Türkistan halkını asimile edememelerinin şaşırtıcı bir yanı yoktur. Diliyle, diniyle, kültürüyle bütünleşmiş bulunan Uygurlar, bir başka kadim medeniyet adına kendisini asimile etmeye çalışan komünist Çin’in ideolojik dönüştürme planlarını boşa çıkardılar.

BUGÜNKÜ DOÐU TÜRKİSTAN

Günümüzde Çin’in en büyük problemi 1/2 milyarlık çok kalabalık nüfusun içerisinde 55 farklı etno kültürel kimliğin varlığıdır. Komünist Çin yönetimi faşizan yöntemlerle, zor ve şiddet kullanarak bu farklı kültürleri eğitip bir ulus inşa etmek istiyor. Buna karşı koyan Tibetlilerin Uygurların direnişini ne pahasına olursa olsun, kırmak için her yolu deniyor.

Geçen yüzyıldan beri Çinlilerin bölgeye yerleşmeleri teşvik edilmektedir. Ancak komünist rejim döneminde bu konu istek olmaktan çıktı, devletin temel politikası haline geldi. 1949 da başkent Urumçi’nin nüfusunun %70’i Uygurlardan oluşuyordu. Doğu Türkistan genelinde Çinlilerin nüfusa oranı %10’u geçmiyordu. Oysa son elli yılda güneyden getirilip yerleştirilen Han soyundan Çinlilerle demografik yapı tersine çevrildi. Tipik bir Uygur kenti olan Urumçi bugün %78 oranında Çin nüfusu barındırmaktadır. Benzer tablo daha düşük çapta olmak üzere diğer önemli şehirlerde de gözlemleniyor. Han Çinlilerinin gelip yerleşmeleri için her türlü imkan sunuluyor, maddi ve idari destekler veriliyor.

Bu çabalara Uygurların sistemli olarak asimile edilmeleri amacıyla kültürel projeler uygulanıyor. Varoşlara itilen, gettolarda yaşamak zorunda bırakılan Uygurların dillerini unutmalarını, dinlerinden uzaklaşmalarını ve çoğalmamalarını sağlamak amacıyla özenle hazırlanan planlar çerçevesinde her yola başvuruluyor. İlkokuldan başlayarak, eğitim tümüyle Çince yapılıyor. Konfüçyus’tan esinlenen geleneksel Çin kültür politikasında dillerinin öğrenilmesi, kültürlerinin benimsenmesi Çinli olmak anlamına gelir.

Doğu Türkistan Türkleri’nin milli kimliklerini korumaları açısından büyük önem taşıyan dil faktörünü ortadan kaldırmak asimilasyon politikasının temel amacıdır. Bu maksatla medreselerin büyük bölümü kapatılmıştır. Kalanlar yönetimin kontrolüne alınarak, rejime sadık insanların yetiştirileceği ideolojik eğitim merkezleri şeklinde kullanılmaktadır.

Camilerin pek çoğu, özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra terör merkezleri oldukları iddiasıyla kapatılmıştır. Devlet memurlarının, işçilerin, öğrencilerin ibadet yerlerine gitmeleri ve ibadetle meşgul olmaları yasaklanmıştır. Buna aykırı davrandıkları belirlenen kişiler cezalandırıyorlar; işlerinden, okullarından atılıyorlar. Açık olan camilerde ise, İslami değerler değil Çin Komünist Partisi’nin görüşleri tebliğ edilmektedir.

Çin yönetimi Dünya kamuoyunu kandırmak ve insanlık dışı uygulamalarına haklılık kazandırmak amacıyla, Batı dünyasının en fazla tedirgin olduğu terör ve radikal İslam konularını sürekli kullanarak Uygurların direnişini terör eylemi şeklinde tanıtmak, onları terörist göstermek istiyor. On beş yıldan beri Şincan Komünist Partisi sekreteri olan Wang Lequan 2002’de verdiği demeçte Uygur dilinin bilim ve teknolojiye hizmet vermeyen ilkel bir dil olduğunu, Uygur gençlerinin Han Çinlileriyle eşit düzeyde olabilmeleri için Çince öğrenmeleri gerektiğini söylemişti.

Komünist rejimle yönetilen Çin, uygulamalar açısından Dünya’da benzeri olmayan, komünist yönetimler tarihinde başka örneği bulunmayan çok farklı bir ülke. Ekonomik düzen yirmi yıldan beri liberal piyasa kurallarına göre işliyor. Özel mülkiyet ve ticaret serbest bırakılmış durumda. Buna karşılık devlet kurumları, idari ve siyasi yapı, silahlı kuvvetler, eğitim kurumları komünist ideolojiye sıkı sıkıya bağlı çalışıyor. Çin devleti toplumsal olaylarda, özellikle azınlıklar konusunda hiç çekinmeden faşist uygulamalar yapıyor. 1989’da Tianannen Meydanı’nda özgürlük isteyen gençleri kitle halinde katlederken, Tibetlilere aynı yöntemle bastırırken, Doğu Türkistanlılar’a karşı da yıllardır aynı yöntemi kullanıyor.

26 Haziran’da Urumçi’den 2500 km kadar uzakdaki Guangdong Eyaleti’nde bir oyuncak fabrikasında başlayan olayların hızla tırmanmasının temel nedeni, yönetime egemen olan faşizan zihniyettir. Doğu Türkistan’lı gençler, birkaç yıl önce alınan bir karar uyarınca, ailelerinden koparılıyor, iç gücü ihtiyacı gerekçe gösterilerek binlerce km uzaktaki fabrikalara çalışmaya götürülüyor. Bu uygulamanın esas sebebi 16-20 yaş civarındaki Uygur gençlerini en az beş altı yıl süresince kendi kültür ortamlarından uzaklaştırmak, ailelerinin etkilerini kılmak, Çinlilerle harmanlamak suretiyle sosyo kültürel dönüşümlerine ortam hazırlamaktır.

Oyuncak fabrikasında çalıştırılan 600’e yakın Uygur ile Han Çinlileri arasında yaşanan gerginlik, 26 Haziran’da asılsız olduğu tespit edilen bir tecavüz haberiyle patlayıverdi. Han Çinlileri yakaladıkları iki Uygur gencini feci şekilde döverek katlettiler. Uygurlar doğal olarak olayın aydınlatılmasını, faillerin belirlenip cezalandırılmasını beklediler. Çin yönetimi oralı bile olmadı. Gençlerin alınıp götürüldüğü Urumçi’de olayın duyulması üzerine çoğunluğunu öğrencilerin oluşturduğu Uygurlar, protesto gösterisi düzenlediler. Çin güvenlik güçleri serinkanlı davranarak gösterinin sakince cereyanını sağlamak yerine tam tersini yaptı. Uygurlar’ın üzerine ateş açıldı. Yüzlerce Uygur kendilerine çevrilen namlulardan çıkan kurşunlarla can verdi. Bölgenin Parti Genel Sekreteri olan Wong Lenquan’ın bir TV kanalında yaptığı şu konuşma güvenlik güçlerine katliam talimatının verildiğini gösteriyor: “Başlarını çıkardıklarında hemen vurmalıyız. Saldırmalarını beklemeden hemen vurmalıyız. Bu kış ve önümüzdeki baharda bütün bölgede bağımsızlık hareketine karşı ıslah faaliyeti başlatıyoruz.”

Çin Devleti’nin yetkili bir yöneticisinin bu sözleri Pekin tarafından ne kınandı ne de yalanlandı. Bu tavır şiddetin Çin Hükümeti tarafından onaylandığını gösteriyor. Nitekim bu doğrultuda talimat alan Çin güvenlik güçleri doğrudan Uygurlar’ın kafasını hedef alıp ateş açtılar. Bu cinayetler yeterli görülmemiş olacak ki, ellerine çivili sopalar ve kesici aletler verilen Han Çinlileri, Uygur mahallelerini bastılar. Evlerin kapılarını kırıp katliamı tamamladılar. Benzer olaylarda vakit geçirmeden etkili müdahaleler yapan ve kontrolü elinde tutan Çin güvenlik güçleri saldırganları önlemek yerine yaptıklarını beğeniyle izlediler.

DOÐU TÜRKİSTAN’IN YARINI

Dünya Uygurlar’a uygulanan vahşet karşısında suskun kaldı. Dünya’da barışı ve huzuru sağlamak, hukukun, insan haklarının uygulanmasına hizmet etmekle yükümlü uluslararası kuruluşlardan ses çıkmadı. Oysa Tibet için Dünya ayağa kalkmıştı. Türk ve Müslüman bir topluma reva görülen vahşete sessiz kalmak düşündürücüdür. İnsan hakları, demokrasi, hukukun üstünlüğü gibi evrensel değerler sadece bazı ülkeler ve bazı kurumlar için geçerli görülüyorsa bu utanç verici bir standart farklılığıdır. Kendini Dünya’ya nizam vermekle görevli sayan G-8 zirvesinden en ufak bir tepkinin bile çıkmaması, güçlü ülkelerin ahlakî değerlere değil, ulusal çıkarlarına öncelik verdiklerini gösteriyor.

Diğer taraftan Şanhgay İş Birliği Örgütü çatısı altında Çin ile birlikte olan Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan ile Türkmenistan ve Azerbaycan da sessiz izleyici olmayı tercih ettiler. İki yüz yıldan beri Çin zulmünden kaçan yüz binlerce Doğu Türkistanlı’nın sığındığı komşu ülkelerin, yani Batı Türkistan’ın olaylara seyirci kalmasının haklı bir gerekçesi olamaz. Bu elem verici tablo Türk Dünyası kavramının algılanmasında ne derece yetersiz ve naif kalındığını, bu hususta alınması icap eden çok mesafelerin bulunduğunu gösteriyor.

Türkiye’ye gelince; uzun yıllardan beri “dış Türkler” konusuna ilk defa Türk halkı sahip çıktı. Uygur Türkleri’nin acıları içtenlikle paylaşıldı; yürekten dualar edildi. Basın ve TV’lerin olaylar geniş şekilde vermeleri, yazılar yazılması konuyu bilmeyenlerin bilgilenmeleri ve öğrenmeleri bakımından çok yararlı oldu. 1997’de Mesut Yılmaz’ın Başbakanlığı döneminde, Çin’den gelen yoğun baskılara karşı direnilmemiş, Başbakanlık genelgesiyle Doğu Türkistan meselesine ilişkin faaliyet düzenlenmesi neredeyse yasaklanmıştı. Milletimiz Doğu Türkistanlılar’ın acılarını paylaşarak, onları içtenlikle bağrına basarak bu utanç verici tutumun gönüllerde bıraktığı pası silmiş oldu.

Siyasi çevrelerin tepkileri Türk Dünyası’na ilişkin meselelerde her zamanki gibi hazır olmadıklarını, anlık düşünüp hüküm verdiklerini gösterdi. Başbakan’ın “adeta soykırım” şeklinde değerlendirmesi, Rabia Kader’in isterse Türkiye’ye gelebileceğini söylemesi bir cümlelik retorikten ibaret kalırsa, bazı somut adımlar atılmazsa bu hükmün fazla bir anlamı kalmaz. Hem Türkiye’nin hem de Doğu Türkistan dışında yaşayan Uygurlar’ın bir an önce sağlıklı bir strateji belirlemeleri gerekiyor. Uzun yıllardan beri Türk aydınının zihin dünyası dar bir çembere sıkışıp kalmış durumda. Ufkumuz uzun süreden beri Anadolu ile sınırlı olduğundan tarihsel hafızamız zayıflamış, kültür coğrafyamızla ilgimizi kaybetmişiz. Bu fasit daireyi yeterli saymak, rasyonel bulmak, ne siyasi ve ekonomik çıkarlarımıza, ne de tarihi ve kültürel potansiyelimize uyuyor. Öte yandan Doğu Türkistan meselesi hamasi nutuklarla örtülüp, egoların tatmininden başka anlam taşımayan yüzeysel çıkışlarla halledilmeyecek derecede ciddidir.

Çin gibi, Dünya’nın en kalabalık nüfusuna sahip olan katı bir merkeziyetçi disiplinle yönetilen, ABD’den sonra Dünya’nın en büyük ekonomisine sahip bulunan bir güce karşı politika oluşturmanın ne derece zor olduğu ortadadır.

Vatanlarından uzakta hür dünyada yaşayan Doğu Türkistanlılar’ın Dünya kamu oyuna sunacakları istek ve beklentiler konusunda bir an önce karar vermeleri gerekiyor. Doğu Türkistan’ın bağımsızlığını mı, Doğu Türkistan’da yaşayan Türk halkının yaşama şartlarının temel insan hakları çerçevesinde ıslahını mı önerecekler?

Son olaylar ABD’de sürgünde yaşayan Rabia Kader’i bu hareketin lideri konumuna getirmiş bulunuyor. Sayın Kader TV’lere yaptığı açıklamalarda son derece başarılı ve etkiliydi. Sivri bir duruştan, kışkırtıcı bir dil kullanmaktan özenle kaçındı. Çin’deki rejimi değiştirmek, düzeni yıkmak gibi bir niyetlerinin olmadığını açıkladı. Hem Amerikan toplumunun hem de Dünya kamuoyunun rahatlıkla anlayıp hak vereceği yapıcı bir üslup kullandı. Bu doğru bir yaklaşımdır. Böylece insan haklarını ve evrensel değerleri savunan çevrelerle sıcak ilişkiler kurup, başta Birleşmiş Milletler olmak üzere, ilgili uluslararası kuruluşlarda konunun gündeme alınması mümkün olacaktır. Doğu Türkistanlılar’ın iki asırlık yalnızlığı ortadan kalkacaktır. Sivil Toplum Kuruluşları’yla, medyayla, entelektüel çevrelerle, siyasal destekler arayarak, dantela örer gibi özenle inşa edilmesi gereken uzun ve yorucu bir süreç söz konusudur. Şu andaki en acil problemin Doğu Türkistan’da kapalı bir hapishane ortamında her türlü güvenlikten yoksun şekilde esir muamelesi gören milyonlarca Uygur’un, hukukun geçerli olduğu insan haklarına uygun bir yaşama ortamına kavuşturulması olduğu herkes tarafından bilinmelidir. Bu öncelikli hedefe ulaşmak için uluslararası planda yoğun bir işbirliği ve çalışma başlatılmalıdır. Dikkatli ve sabırlı davranmanın, şartları doğru okumanın gerekli olduğu unutulmamalıdır.

Türkiye bu vesileyle Türk Dünyası ile ilişkilerini bugünkü seviyesinin yetersiz kaldığını, çok daha yakın temaslar kurmak gerektiğini bir kere daha görmüş oldu. Doğu Türkistan meselesine beklenen duyarlılık gösterilmiyorsa bunda kuşkusuz bizim de payımız var. Türkiye Türk Dünyası’na daha fazla zaman ayırsaydı, daha yakın ve sıcak temaslar kursaydı, temel meseleleri daha özel yollardan anlatma becerisi gösterseydi tablo elbette farklı olurdu.



Dr.Wolfran Eberhard, Çin Tarihi TTK Yayınları, Ankara 1947

Ebergard, Age, sayfa 322