İki Yüz Yıldan Beri Süre Gelen Millî Varlığımıza Yönelik Psikolojik Savaş
09 Haziran 2009
Nuri GÜRGÜR
Ümit Özdağ ve Özcan Yeniçeri’nin birlikte hazırladıkları “Talat Paşa’dan Alican Kapısı’nın açılmasına Ermeni Psikolojik Savaşı” isimli kitapta Türk Ermeni ilişkileri değişik bir açıdan ele alınıyor; psikolojik faktörlerin yıllardan beri aleyhimize nasıl kullanıldığını gösteren örnekler veriliyor.
Ermeniler bu gelişmeleri gıptayla izlediler; aynı yöntemi kullanarak sonuç alabileceklerini düşündüler. Ancak hem uluslar arası konjonktür hem de kendi durumları Rumeli’deki Hıristiyanlardan farklıydı. En başta egemen olmayı hesapladıkları bölgelerden hiç birinde nüfusun çoğunluğuna sahip değillerdi. Gerçi büyük devletler Berlin Konferansı’nda altı Osmanlı vilayetini ıslahat adı altında Ermenilerin kontrolüne vermeyi kararlaştırmışlardı. Fakat bunu icraya koymaya zaman kalmadan aralarında tarihin en kanlı boğazlaşması başladı. Üstelik Türkler Rumeli’de yaşananlardan sonra daha dikkatli davranıyorlar, gidebilecekleri başka bir yurdun olmadığının bilinci içerisinde, direnmekte kararlı görünüyorlardı. Bu gergin ortamda Taşnaksütyun gibi fanatik Ermenici örgütlerin kışkırttığı Ermenilerle Türkler arasında, Ziya Gökalp’in “mukatele” diye tanımladığı kanlı bir mücadele dönemi yaşandı. Karşılıklı çatışmalar sonucu iki taraftan çok sayıda insan öldü, şehirler, köyler yakıldı yıkıldı, harabeye döndü.
Ermeniler bu acı olaylardaki rollerini, sorumluluklarını hiçbir zaman kabule yanaşmadılar. Tam tersine bu olayları “mukatele” yani karşılıklı çatışma diye nitelendirmek yerine, Türklere karşı duydukları kin ve nefreti ileriki nesillere aktararak, bir kan davasına dönüştürerek, soykırım yaşandığını iddia ederek günümüze taşıdılar.
Özdağ ve Yeniçeri Ermeniler’in yürüttüğü yoğun kampanyanın psikolojik boyutunu, uluslararası alanda kullanım amacını açıklarken çok önemli bir hususu vurguluyorlar. Yakın tarihte yaşadığımız ayrılıkçı etnik hareketlerden biri olan Ermeni meselesinin psikolojik yönünü anlatırken, bugün karşı karşıya olduğumuz bir başka etnik fitnenin psikolojik saldırı yöntemine de ışık tutmuş oluyorlar.
Kitapta psikolojik savaşın amacı şöyle anlatılıyor: “Psikolojik savaşın amacı savaşılan milleti/orduyu karşıt güç olmaktan etkili bir engel olmaktan çıkarmak, uyumlu ve bağımlı hale getirmek veya yok etmektir…. Bir milletin düşman olarak gördüğü bir başka milleti karşıt güç olmaktan çıkarmak, uyumlu ve bağımlı hale getirmek hatta yok etmek için muhakkak ordusuyla saldırması şart değildir. Hasım gücün iradesini başka yöntemlerle eritmek, çürütmek, çözmek ve tahrip etmekte mümkündür. Hasım gücün iradesine yönelik sürdürülen savaşa psikolojik savaş denir.”
Günümüzde Türkiye’nin devlet yapısını, güvenlik güçlerini, anayasal kurumlarını yıpratmak amacıyla sistemli bir kampanya yürütüldüğü ortadadır. Türk millî kimliği, millî kültürümüz ve değerlerimiz, bayrak ve millî marş gibi simgelerimiz demokratik ve liberal bir görünüm altında sürekli şekilde eleştiriliyor; bu yönde bir baskı kurularak zihinlerde telaffuzlarını bile sakıncalı hale getirecek psikolojik bir ortam yaratılmak isteniyor. Bu girişimlerin hedefi açıktır. Bir taraftan devlet paralize edilerek, iktidarsız kılınarak etkisiz hale getirilecek; diğer yandan etnikçi, ayrılıkçı harekete siyasî ve idarî hareket alanları hazırlanmak suretiyle kitle tabanı oluşturulacak, aidiyet bilinci geliştirilecek. Sonuçta geçen yüzyıldaki “ıslahat” başlığı altında sunulan hareket serbestisinin yerini “demokratik özerklik” diye sunulan istekler alacak. Devletten bu ad altında tavizler koparabildikleri ölçüde bölgede ayrılıkçı bir yönetim kurulmasına adım adım yaklaşmış olacaklar.
DTP’nin 26-28 Ekim 2008 tarihlerinde Diyarbakır’da gerçekleştirdiği demokratik toplum kongresinin sonuç bildirisinde neyi amaçladıklarını gizleme gereği duymadan açıkça ortaya koyuyorlar: “Köklü bir siyasî-idarî reform yapılmalı. Kongremiz ülke bütünlüğü içinde halkın yerelde söz ve karar sahibi olmasını sağlayacak ve tüm farklılıkların kendini özgürce ifade edebileceği düzeyde özerklik kazanması temeline dayanan modelin çağdaş kavramlaştırılışını ‘Demokratik Özerklik’ biçimde tanımlamaktadır.
…..Her bölge ve özerk birimin kendi renkleri ve sembolleriyle demokratik öz yönetimi oluşturmasını ön görür.
…..Anayasa’da mevcut “ulus” kavramının etnik vurgularla değil, demokratik uluslaşmanın bir ifadesi olarak ‘Türkiye ulusu’ olması gerekir. …Türkiyelilik üst kimliği çerçevesinde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı esas alınmalıdır. Yeni anayasada ‘bütün kültürlerin demokratik bir şekilde varlığını ve kendisini ifade etmesini kabul eder’ hükmünün yer alması, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun barışcıl çözümünde ön açıcı bir yaklaşım anlamına gelecektir.”
Bu etnik Kürtçü ayrılıkçı hareketin “barışçıl çözüm” adına her vesileyle dile getirilen taleplerinin kabulünü sağlayacak toplumsal bir ortamın hazırlanması amacıyla medyada yoğun çaba harcanıyor. Millî üniter devlet, millî değerler çağdaş demokrasi iddiasıyla saldırı hedefi yapılıyor. Bunların günümüzde geçerliliğinin kalmadığı, esasen Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinin yanlış temellere oturtulduğu, yapay bir proje olduğu, Türk milliyetçiliği anlayışının toplumsal uzlaşıyı, barışı engellediği her vesileyle işlenip zihinlere yerleştirilmeye çalışılıyor. Fikirleri ve ideolojileri farklı bazı çevrelerin bu konularda geniş bir mutabakat sağlamaları, ortak bir cephe oluşturmaları ülkemize has ilginç bir tablodur. Bunun düşündürücü örneklerinden birini DİSK adına hazırlanıp kamuoyuna sunulan “Anayasa Raporu” nda görüyoruz. Düşünce yapısını herkesin bildiği bir anayasa profesörüne hazırlattırılan metinde millî kimliğin, Türk milleti kavramının anayasamızdan tasfiye edilmesi, Türk yerine “yurttaş” yahut “Türkiye yurttaşları” ifadesinin kullanılması öngörülüyor.
Liberal siyaset düşüncesinin kurumsal temsilciliğini yapan Atilla Yayla da sorunun çözümünü DTP’nin talepleri paralelinde adımlar atılmasında görüyor: “Türk tarafı, bir başka deyişle Türkiye Devleti demokratik standartları geliştirmek için hemen harekete geçmeli, Kürtçe’nin eğitim ve yayın dili olarak kullanılabilmesinin önü açılmalı, mahalli idarelerin yetkisi genişletilmesi, her şehir halkının kendi kendini idareye hakkı olduğu ilkesine göre idari yapılanmayı yenilemeli. Mahalli yönetimlerde bölge insanlarının ana dilini kullanması engellenmemeli”.*
Bir başka yazar ise örgütün siyasal sözcülerini aratmayacak bir üslupla iddialar öne sürüyor: “Güneydoğu’da 17 bin faili meçhul cinayet işlendi. Bu cinayetlerin büyük çoğunluğunun orduya bağlı JİTEM tarafından işlendiği artık yavaş yavaş anlaşılıyor.” Yazarın böylesine ağır bir ithamı hangi belgelere dayanarak yaptığı açıklanmıyor; esasen her zamanki gibi buna gerek de görmüyor. Ancak bu kesin hükümden hareket ederek ordumuzu, silahlı kuvvetler mensuplarını, güvenlik güçlerini bir örgüt militanını aratmayacak üslupta suçlayıp “Güneydoğu’da terör uygulayan bir örgüt” olduğunu ilan ediyor. Bununla da yetinmeyerek örgütün taleplerinin haklılığını savunma anlamında bir “hüküm sıçraması” daha yapıyor. “….Sorunun esas sebebi bir halkın haklarının gasp edilmesidir. Kürtlere ‘hakkını verme’ gücü Türklerin elinde bulunduğu sürece bu sorun devam eder. Kimsenin kimseye ‘hakkını verme’ yetkisinin bulunmadığı bir ülke kurmak, herkesin hakkının toplumsal bir uzlaşmayla garanti altına alındığı bir devlet oluşturmak zorundayız. Genelkurmay Başkanı ‘kültürel haklar verilebilir ama bireysel olarak verilir’ diyor. Kürtlerin siyaseti olamayacağını söylüyor. Bunu söyleyemez.” (Ahmet Altan, Taraf Gazetesi, 06.06.2009)
Genelkurmay Başkanı’nın doğrudan hedef alınması, Silâhlı Kuvvetlerimizin ciddi bir belgeye dayanmadan, meşrebi herkesçe bilinen ve yurt dışında oturmayı tercih eden bazı itirafçıların suçlamaları doğru sayılarak yıpratılmak istenmesi tipik bir psikolojik savaş uygulamasıdır. Orgeneral İlker Başbuğ’un ABD’den verdiği mesajlar son derece nettir. Bilinen çevrelerin son aylarda özenle hazırlayıp gündeme getirmek istedikleri oyun bozulmuştur. Devleti PKK ile pazarlık masasına oturtmak, üniter yapımızı, anayasal ilkeleri yok sayarak çözüm adına devletin ayrışması anlamına gelecek bir çizgiye getirme projeleri tam zamanında durdurulmuştur. Genelkurmay Başkanı problemin çözümüne ilişkin arayışlarda çerçeveyi kesin şekilde çizmiştir:
- Türkiye’nin üniter devlet ve ulus devlet yapısına dokunulamaz.
- Kültürel farklılıklar zenginliktir. TSK kültürel farklılıklara saygılıdır.
- Kültürel farklılıklar “bireysel düzeyde” özgürce yaşanabilir.
- Kültürel özgürlüklerin siyasal alana taşınması, üniter devlet - ulus devlet yapımızla bağdaşmaz.
- Üniter devletin çivisi oynarsa, Yugoslavya örneğindeki gibi riskler doğar.
Orgeneral Başbuğ dağda silahlı teröristler gezdikçe silahlı mücadelenin süreceğini, terörün sadece ekonomik ve sosyo kültürel önlemle biteceğini sanmanın yanılgı olduğunu belirtmiştir.
Bu açıklamayla medyada ve bazı siyasi çevrelerde TSK’nın PKK’yı muhatap alıp “ateşkes” ilan edeceğini, örgütle eşzamanlı silah bırakacağını hayal edenler, bu hedefe ulaşmak için psikolojik zemin oluşturmaya kalkanlar bir kere daha hüsrana uğradılar.
Ancak PKK ve terör örgütüne yakınlık duyan sözde demokrat, liberal ve Marksist çevreler faaliyetlerini sürdüreceklerdir. Türk toplumu bu tarihi problemi bütün boyutlarıyla görüp, oyunun aktörlerini doğru tespit ettiği sürece bu fitneyi durdurmayı başaracaktır. Yeter ki beyinlere nüfuz ederek düşünme kabiliyetimizi felç etmeyi amaçlayan sinsi ve sistemli propaganda çabalarını geçersiz kılalım. Milletimizin moral yapısını, insanımızın ümit ve heyecanlarını çökertmek üzere üzerimize salınan, toplumsal hafızamızı kontrolüne almaya çalışan psikolojik bombardımanı püskürtelim.