Bir Millet iki devlet bilincinde olmaya mecburuz
21 Nisan 2009
Nuri GÜRGÜR
Türkiye’nin Ermenistan ile sınırlarını açmaya hazırlandığına dair söylentiler Azerbaycan-Türkiye ilişkilerini bir anda tarihî bir kırılma tehlikesiyle karşı karşıya getirdi. Geçen yıl Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün millî maç vesilesiyle Ermenistan’a gitmesi ve kapının açılmasının konuşulmaya başlanması Azerbaycan’da tedirginlik yarattı.
Başkan Obama’nın ülkemizi ziyareti sırasında bu konunun da ele alındığına ilişkin haberler tedirginliği bir anda kuşkuya ve tepkiye dönüştürdü. Tam bu sırada Azerbaycan basınında Türkiye ve Ermenistan diplomatları arasında İsviçre’de sürdürülen örtülü görüşmelerde bu konuda ilke kararının alındığına dair tutanakların elde edildiğine ilişkin haberler yayınlanmaya başladı. Moskova kaynaklı bu haberlere karşı ne Başbakan Erdoğan’ın Karabağ konusunda bir anlaşma sağlanmadan ve Azerbaycan’ın onayı olmadan sınırın açılmayacağını belirten demeci, ne de Hükümet sözcüsü Cemil Çiçek’in “Bakü’yü üzecek bir adım atmayız” sözleri oluşan gerginliği gideremedi. Görünüşe bakılırsa Türkiye-Azerbaycan ilişkileri giderek kontrolden çıkıyor, tehlikeli bir yöne doğru sürükleniyor.
Bu duruma seyirci kalınırsa, gereken önem verilip zamanında etkili önlemler alınmaz ise tarihi bir facianın yaşanması kaçınılmaz olur. İki ülke ilişkileri tıkanırsa “bir millet, iki devlet” söyleminin anlamını yitirmesinin yanı sıra, Türk Dünyası’na dair beklentilerimiz, tasavvurlarımız ölümcül bir darbe alır; Kafkasya’daki bütün politik ve ekonomik dengeler alt-üst olur. Rusya stratejik bir hamleyle yeni baştan bölgenin egemeni haline gelir.
Bütün bu ihtimaller düşünüldüğünde hem Ankara’ya hem de Bakü’ye büyük sorumluluklar düştüğü görünüyor. Türkiye yıllardan beri uluslararası alanda soykırım iddialarıyla ilgili yoğun bir baskıyla karşı karşıyadır. Ermenilerin Dünya çapında yürüttükleri kampanya sonucu, yirmiye yakın ülke bu iddiayı resmen tanıdı. Fransa başta olmak üzere bazı ülkeler, tarihî gerçekleri bir tarafa bırakarak, Ermeni iddialarını kabul etmemeyi suç sayacak derecede tek yönlü yasalar çıkardılar. Her yıl 24 Nisan yaklaştıkça ağırlık merkezi ABD olmak üzere, konunun alevlendirilmesi, saldırılar düzenlenmesi artık gelenek haline geldi. Amerika’daki Ermeni diasporası ekonomik, siyasal ve sosyal bütün gücünü kullanarak parlamentoda soykırım iddiasını resmen tanınmasını, Başkan’ın konuşmasında bu sözcüğe yer verilmesini sağlamak üzere canhıraş şekilde çalışıyor. Obama ve yakın çevresinin konuya bakış tarzları, seçim kampanyası sırasında yapılan vaatler diasporanın ümitlerini hayli arttırmıştı. Ancak her zamanki gibi Türkiye’nin stratejik önemi, bölge dengeleri üzerindeki rolü Washington’un yeni yöneticilerini de bir kere daha düşünmeye sevk etti. Ermeniler bu 24 Nisan’da da hayal kırıklığı yaşadılar. Ancak bu durum kuşkusuz girişimlerini tavsatacakları anlamına gelmiyor. 25 Nisan’dan itibaren bulundukları noktadan yeni hamleler için çalışmaya başladılar.
Türkiye elbette bu müzmin meseleyi çözümlemek, Ermenistan ile ilişkilerini normalleştirmek isteyecektir. Bunu sadece hakketmediği suçlamaları bertaraf etmek, uluslararası baskılardan kurtulmak için değil, Kafkasya’daki dengeler ve bölgedeki çıkarları açısından da yapmak isteyecektir. Aslında ilişkilerin düzelmesinin bizden çok Ermenilerin yararına olduğu bir gerçektir. Çünkü Ermenistan bağımsızlığını kazandığı yıllardan beri ekonomik zorlukların, yoksulluğun pençesi altında kıvranıyor. Yüz binlerce Ermeni geçimlerini sağlamak üzere çevre ülkelere göç etti. Halen İstanbul’da en az elli bin Ermeni’nin çalıştığı tahmin ediliyor. Sınır kapısının açılması Ermenistan’a nefes aldıracak, Dünya ile ekonomik ve sosyal bağlantılar kurmalarına imkân verecektir.
Ancak bu denklemde sadece Türkiye ile Ermenistan değil, Azerbaycan’da var; Onun çıkarlarını, beklentilerini, meselelerini hesaba katmadan, bunlara ilişkin mutabakat sağlamadan tek yanlı adım atamayız. Türkiye ve Azerbaycan her şeyden evvel aynı kaderi paylaşan ve geleceği birlikte oluşturması şart olan bir milletin iki ayrı devletidir. Bu bilinç içinde hareket edilmediği taktirde tarafların kayıpları telafisi imkansız derecede büyük olur.
Türkiye’de bu gerçeği reddeden, millî tarih, millî kültür ve Türk Dünyası gibi konuları hafife alan, hatta Erivan’ın iddialarını haklı bulup destekleyen çevreler yok mu? Bunların basındaki, üniversitelerdeki ve politikadaki uzantıları yıllardan beri Gökalp’in ifadesiyle “milletimize bühtan etmek” için yarışmıyorlar mı? Sınırın derhal açılması amacıyla hükümete ısrarlı talepler yapılmıyor mu; bunun ne kadar insanî ve yerinde bir karar olacağı telkine çalışılmıyor mu?
Medyadaki imkânları nedeniyle bu bilinen çevreler seslerini ne kadar yükseltirlerse yükseltsinler Türkiye’nin gerçekleri, milletimizin sağduyusu bu konuda yanlış bir karar alınmasını çok şükür engelliyor. Bu ülkede hiçbir hükümet Azerbaycan’ı dışlayarak, görmezlikten gelerek, olup-bitti anlamında tek yanlı bir adım atamaz. Nitekim sınırın açılacağına ilişkin haberler karşısında gösterilen tepkiler milletimizin ezici çoğunluğunun konuya ilişkin iradesini ortaya koymuştur.
Türkiye ve Azerbaycan’ın jeopolitik konumunu, bunun bölge politikaları üzerindeki stratejik değerini herkes görüyor. Bu iki ülke sadece Kafkasya’nın değil tüm Avrasya’nın geleceğini şekillendirecek tarihî, kültürel ve psikolojik alt yapıya, toplumsal zenginliğe sahiptir. Mevcut potansiyelin çok kapsamlı politik ve ekonomik ilişkiler kurulmasına sağlam bir zemin hazırladığını fark eden emperyal güçler kendi projeleri ve çıkarları açısından engel saydıkları bu ihtimali ortadan kaldırmak amacıyla ilişkilerimizi sabote etmek istiyorlar. Daha başka bir ifadeyle Türkiye’nin Doğu kapısına kalın bir duvar örülmek isteniyor. Bunu başarabilirlerse Azerbaycan’dan başlayarak Kazakistan ve Türkmenistan’a uzanacak, Türkiye üzerinden Avrupa’ya ve tüm Dünya’ya ulaştırılacak petrol ve doğalgaz güzergâhı hayal olarak kalacak. Böylelikle Türk Cumhuriyetleri’nin ekonomik bağımsızlıkları, Türk halklarının refah ve zenginlikleri önlenmiş olacak. Anadolu’dan Türkistan’a kadar geniş bir coğrafyada Türk devletleri arasında ekonomik ilişkilerin yanı sıra, kültürel ve siyasal alanlarda yaşanacak dönüşüm ve atılımların önü kesilecek. Son iki yüzyılda bu bölgeleri böl-yönet yöntemiyle kontrolü altına almayı başaran Rusya’nın bu gibi konularda zengin bir deneyime sahip olduğu biliniyor. Moskova’nın yanı sıra Washington ve Brüksel Kafkasya başta olmak üzere her açıdan son derece değerli olan bölgeyi kendi haline bırakmak, bölge ülkelerinin inisiyatifine terk etmek niyetinde değiller. Rusya’nın geçen yıl Gürcistan’a yönelik askerî operasyonu, Kafkasya’daki güç dengelerinin aleyhine değişmekte olduğunu görmekten kaynaklanan stratejik bir çıkıştır. Hesabı tuttu ve ABD’nin Karadeniz ve Kafkasya’ya yönelik açılım niyetleri baştan engellenmiş oldu. Ancak Moskova bunu yeterli saymıyor. Azerbaycan’ın petrole ilaveten yeni doğalgaz yataklarıyla sahip bulunduğu büyük ekonomik rezervi kontrolüne almayı, Bakü üzerinde 1991’de kaybettiği nüfuzunu yeniden kazanmayı, bir başka gücün “arka bahçe” olarak nitelendirdiği alana girmesini önlemeyi düşünüyor.
Azerbaycan yönetiminin elindeki kozları değerlendirmek istemesi ne derece doğalsa, Batı’dan Ermenistan konusunda bulamadığı desteği Moskova’da aramaya çalışması aynı derecede yanlıştır. Her şeyden önce topraklarının beşte birini ve Karabağ’ı işgal eden Ermeniler’in arkalarındaki gücün Rusya olduğunu, Erivan’ın Azerbaycan’dan gelebilecek askerî bir operasyona karşı Rusya’nın güvencesi altında olduğunu kimse unutmamalıdır.
Azerbaycan’ın mağduriyetini uluslararası camia önemsemedi. Topraklarının işgaline, yapılan katliamlara, yüz binlerce insanın göçe zorlanmasına Dünya ilgisiz kaldı. Ancak Moskova ile ilişkilerde ölçü doğru ayarlanmaz ise hesaplar karma karışık olur. Ne Türkiye’nin Azerbaycan’dan daha yakın bir dostu, güvenilir bir muhatabı ne de Azerbaycan’ın Türkiye’den daha hasbi bir yakını olabilir. Her iki ülkenin hem ortak çıkarları ve projeleri hem de başka iç ve dış meseleleri, problemleri vardır. Bunlar çözümlenmeye çalışılırken iki ülkenin yöneticileri birbirlerine danışmalı, görüşmeli, bilgi aktarmalı, yakın ilişki içerisinde olmalıdırlar. Devlet Başkanları arasında doğrudan irtibatı sağlayacak bir hat yoksa bir an evvel kurulmalıdır.
Azerbaycan ve Türkiye’nin Devlet Başkanları’nın, üst düzey yöneticilerinin zihinlerinde birbirlerine karşı hiçbir kuşkunun ve tortunun bulunmaması şarttır. Onların aralarında karşılıklı güven ve samimiyetin olması durumunda problemlerin kolaylıkla çözüleceğinden kimse kuşku duymamalıdır. Bölge üzerinde çeşitli hesaplar yapan, oyunlar tezgâhlayan merkezlere karşı ortak tavırlar alınabildiği ölçüde bu tarz girişimler başlamadan bitirilir.
Türkiye ve Azerbaycan kopmaz bağlarla irtibatlı olduklarının, aynı kaderi paylaştıklarının bilincinde oldukları sürece her şey kolaylaşır; tersi olursa gelecek her ülke için çok meşakkatli ve çekilmez olur.