Obama’nın Mesajlarının Anlamı
7 Nisan 2009
Nuri GÜRGÜR
Başkan Barack Obama’nın Türkiye ziyareti, rutin bir diplomatik ilişki olmanın ötesinde Türkiye’nin gündemindeki bazı temel meseleleri ve bölgesel dengeleri doğrudan etkileyebilecek önemli bir olaydır. Kanada ziyareti sayılmazsa, yeni başkan ilk resmi ziyaretini ülkemize yaptı.
Bu tercih kesinlikle rastlantı değildir. Gerek TBMM’deki konuşmasında gerekse Medeniyetler İttifakı girişiminin İstanbul’daki toplantısı vesilesiyle İslâm dünyasına yönelik kültür ve medeniyetler arası barış mesajları, Obama’nın küresel planda yeni bir sayfa açmak istediğini gösteriyor. Bunları halkının tamamına yakını Müslüman ve demokrasiyle yönetilen bir ülkeden dile getirmeyi uygun buluyor.Ancak değişimin kolay olmadığını, zaman alacağını kendisi de açıkça ifade ediyor.
Her şeyden önce Barack Obama çok kötü bir miras, politik ve ekonomik enkaz devraldı. Selefi George W.Bush’un neo conların güce dayalı, tek taraflı küresel egemenlik tasarımlarını uygulamaya çalışırken oluşan zararları telafi etmek, kırılıp dökülenleri onarmak sanıldığından daha çetin bir meseledir. Üstelik geçen yıldan beri ABD’nde ortaya çıkan ve kısa sürede Dünya’yı saran ekonomik kriz, sadece finansal kesimi çökertmekle kalmadı; Amerikan toplumunun iliklerine kadar işledi. Sanayi üretimini vurdu; % 13’lere varan görülmemiş bir işsizler ordusu oluşturdu. Hazine kaynaklarını büyük ölçüde kuruttu. Bu durumda önceliği doğal olarak ülkesindeki yangını söndürmeye vermek zorunda olan ABD Başkanı’nın küresel konulardaki imkânları sınırlıdır. Üstelik Irak ve Afganistan operasyonları Amerika’nın sadece Dünya’daki prestijini, saygınlığını değil hazinesini de önemli ölçüde yıpratmış bulunuyor. Dolayısıyla Amerika’nın dış politikasındaki farklılık arayışları politik ve stratejik ihtiyaçların dışında ekonomik zorunluluğun sonucudur.
Barack Obama TBMM’nde son derece dikkatle hazırlanmış etkili bir konuşma yaptı. Bir taraftan küresel ve bölgesel konulara ilişkin mesajlar verirken, diğer taraftan ABD’ni de yakından ilgilendiren ve Türkiye için büyük önem taşıyan konulara değindi. Ayrıca demokratik değerlerin, bunların benimsenip uygulanmasının önemini vurguladı. Böylelikle kimseyle gerginlik oluşturmadan, herkesi bir dereceye kadar memnun etmeye, ümit dağıtmaya çalıştı.
Obama’nın uluslararası konularda çizdiği resim, ABD politikalarında bundan böyle “yumuşak güç” anlayışının egemen olacağını, ihtilaflı konularda çatışmadan kaçınılacağını, görüşme ve uzlaşma yolu aranacağını işaret ediyor. Mesela bölgenin en önemli anlaşmazlık konularının başında gelen İran ile ilişkilerde, çözümün bu ülkenin nükleer silahlanma hevesinden vazgeçmesiyle mümkün olacağını söyledi: “Ortak menfaat ve saygıya dayalı ilişki arıyoruz. İran çok büyük medeniyettir. Ancak İran liderleri halkları için daha iyi bir gelecek inşa etmek ile silah yapmak arasında tercihini yapmalıdır.” Bu sözler görüşme kapısının aralık tutulacağını ancak İran’ın nükleer güç haline gelmesini önlemeye yönelik girişimlerin sürdürüleceğini gösteriyor.
Irak konusuna değinirken “Irak hükümeti, Irak’ın Kürt liderleri ve Türkiye arasında işbirliğine ilişkin bağların kurulması son derece önemlidir” cümleleriyle bu ülkeden önümüzdeki yıl çekilirken geride çatışma ve gerginlik ortamı yerine, kendi kontrol ve gözetiminde anlaşma zemini kurulmasını istediğini gösteriyor.
Filistin meselesinde “iki devletli bir çözümü desteklediklerini, İsrail ile komşuları arasında kalıcı bir barış istediklerini, bunun Annapolis’te ortaya çıkan bir hedef olduğunu, ABD Başkanı olarak bunu izleyeceğini” söyledikten sonra “ABD ve Türkiye Filistin ve İsraillilere yardımcı olabilirler” dedi ve devam etti. “Terörü dışlamalıyız ve İsrail’in güvenlik kaygılarının meşru olduğunu kabul etmeliyiz.”
Başkan Obama’nın Türkiye’ye ilişkin konulardaki mesajının en önemli yanı on yıl önce Başkan Clinton’un TBMM’ndeki konuşmasında vurguladığı “stratejik ortaklık” deyimi yerine “model ortaklık” şeklinde yeni bir kavramdan söz etmesidir. Ancak bu soyut kavramın içeriğinin ne olacağını, altının nasıl doldurulmak istendiğini açıklamış değil. ABD gibi küresel güçlerin “ortaklık” olarak tanımladıkları bu tarz ilişkilerde aslan payını kendilerine ayırdıklarını, güç dengesizliğinden kaynaklanan asimetrik bir görünümün geçerli olacağını ilişkilerin kazanımından büyük oranda egemen gücün yararlandığını yakından biliyoruz. Çünkü devletler arası ilişkilerde tarih boyunca sürekli şekilde pragmatik ve çıkarcı eğilimler geçerli olmuştur. Günümüzde de daha farklı, adil ve dengeli bir anlayışın egemen olduğunu düşünmek hayalperestlik anlamına gelir. “Ortak çıkarlar birlikte belirlenecek” şeklindeki sözler genellikle söylendiği yerde kalırlar, uygulamalar kendi tabiatına göre cereyan eder. Bu defa farklı bir durum yaşanır mı; bunu hep birlikte göreceğiz.
Bizim açımızdan kuşkusuz en önemli meselemiz, Obama’nın PKK terörü ve bunun siyasal etkileri konusundaki düşünceleridir. O’nun “ABD Başkanı ve bir NATO müttefiki sıfatıyla ne PKK’yı ne de hiçbir terörist örgütü desteklemiyorum” sözleri problemin büyüklüğüyle orantılı olmayan naif bir yaklaşımdır. Son zamanlarda demokratik açılımlar adına uygulamaya geçirilen TRT Şeş gibi girişimlerden övgüyle söz etmesi, bunları teşvik edici sözleri karşı karşıya olduğumuz etnik başkaldırı olayının gereken ciddiyetle anlaşılmadığını, konuya farklı bir perspektiften bakıldığını gösteriyor. Washington’un bölgede politik etkinlik kazanmak ve kendi açısından güveneceği bir oluşum hazırlamak maksadıyla Kürt kartını sürekli elinde bulundurmaya çalıştığına ilişkin kuşkuları tümüyle giderecek somut tavırlar ortaya konulmadığı sürece, Türkiye ABD’nin bu meseleye ilişkin yaklaşımlarını ihtiyatlı karşılamak, farklı niyetler aramak mecburiyetindedir.
ABD Başkanı’nın Türkiye-Ermenistan ilişkileri ve soykırım iddiaları konusunda neler söyleyeceği merakla bekleniyordu. Başkanlık kampanyası sırasında soykırımı tanıdığını açıkça ifade eden, Ermeni lobisine karşı taahhüt altına giren, benzer görüşteki insanları yetkili yerlere getiren Obama’nın “masanın bu tarafına” geçtikten sonra tutumunu değiştirme ihtiyacı duyacağını tahmin edenler az değildi. Nitekim TBMM’ndeki konuşmasında bu tahminleri doğrulayan bir dil kullandı: “1915 yılında yaşanan kötü olayları da gündeme getirmek gerekir. Bunlar Ermeniler ve Türklerin birlikte çözeceği sorunlardır… Bu anlamda açılan sınırlar Türk ve Ermeni halklarının tekrardan daha barışçıl ve refah içinde geleceğe adım atmalarını sağlayacaktır” dedikten sonra, “beraberinde Karabağ’da yapılabilecek şeyler var” ifadesiyle meselenin diğer yönünün de ardında olduğunu ortaya koydu.
Bu konuşmasında Obama’nın 24 Nisan’da soykırım sözcüğünü telaffuz etmeyeceği hemen hemen kesinleşiyor. Ancak Ermeni lobisini tatmin etme düşüncesiyle Türkiye’nin adım atmasını, vakit geçirmeden sınırın açılmasını bekliyor. Bu isteğin Türkiye’nin temel politikalarına, stratejik çıkarlarına aykırı olduğu ortadadır. Türk Dünyası kavramına ruhen ve fikren yabancı olan aydınlarımızın, yazarlarımızın Obama’nın işaretini sevinçle karşılamaları, buyruk saymaları, bunu gerçekleştirmek üzere derhal siyasî karar alınmasını istemeleri zihin ve karakter yapıları açısından yadırgatıcı değildir. Ancak meseleyi asılsız safsatalarla, saplantılarla ele almayı düşünmek tarihî bir faciaya yol açar. Azerbaycan ile ilişkilerimiz onarılmaz şekilde yara alır. Bunun siyasal ve kültürel kayıplarının yanı sıra büyük bir ekonomik maliyeti oluşur. Doğal olarak önümüzdeki dönemleri de etkileyecek olan bu olumsuz sonuçların altından kimse kalkamaz.
ABD Başkanı’nın ilk dış ziyaretini ülkemize yapması, Ankara’da ve İstanbul’da verdiği mesajlar elbette önemlidir. Bu olay Türkiye’nin jeopolitik ve kültürel konumunun, stratejik potansiyelinin somut bir göstergesidir. Ancak bunu abartarak, “Obama romantizmi”ne kapılarak içeride ve dışarıda amacı ve zihniyeti bilinen çevrelerin dolduruşuna gelerek PKK ve Ermeni meselesinde yahut Ruhban Okulu açılması konusunda yanlış bir adım atmak Türkiye’ye pahalıya mal olur. Sadece iç dengelerimiz değil Türk Dünyası’yla ilişkilerimiz, geleceğimiz telafisi imkânsız zararlar görür.