YEREL SEÇİMLER VE ETNİK FİTNE


21 Şubat 2009
Nuri GÜRGÜR


29 Mart’ta yapılacak yerel seçimin sonuçları nasıl çıkarsa çıksın, oluşacak tablo siyasî, sosyal ve psikolojik dengeleri büyük ölçüde etkileyecektir. Bunun derecesinin ne olacağını şimdiden kestirmek elbette mümkün değil. Ancak şu andaki ortam, sonuçların 1989 yerel seçimlerindeki gibi doğrudan siyasî partiler üzerinde değil, anayasal düzen, ulus devlet ve millî kimlikle ilgili alanlarda yakından hissedileceğini gösteriyor.

Seçmenin tercihini etkileyecek yaşanan ekonomik kriz ve yolsuzluk suçlamaları başta olmak üzere, önemli faktörler var. Özellikle son aylarda piyasaları sarıp sarmalayan durgunluk, art arda kapanan iş yerleri hızla artan işsizlik, üretimin ve ihracatın önemli ölçüde azalması seçmenin tercihini yönlendirecek, bunların siyasî bir maliyeti mutlaka olacaktır. Başbakanın yoğun bir seçim kampanyası uygulayarak, bir ayda yetmiş ilde meydan toplantıları düzenlemesi bu olumsuz faktörleri dengeleme niyetinden kaynaklanıyor. Bunun ne derece etkili olduğu 29 Mart’ta görülecektir. Aslında yerel seçimlerin aktif kesimi PKK-DTP cenahıdır. Örgütün siyasî sözcüleri bu seçimlerin referandum anlamına geleceğini sık sık tekrarlıyorlar. Seçim kampanyasını herkesten önce başlattılar. Çeşitli vesileler bularak, kitlesel gösteriler düzenliyorlar. Çocukları, kadınları ön saflara yerleştirerek, esnafa kepenk indirterek, güvenlik güçleriyle çatışma çıkartarak ortamı olabildiğince gergin tutmaya, halkı kışkırtmaya çalışıyorlar.

Örgütün esas desteği dışarıdan geliyor. Yabancı istihbarat servisleri ilk yıllardan başlayarak, 25 yıl boyunca PKK’yı politik, stratejik ve ekonomik çıkarlarının taşeronu olarak kullandılar. Bunların yanı sıra Batı’lı ülkelerin kamuoyunda PKK’yı liberal ve demokratik anlayışla değerlendiren, terör örgütü olarak değil bölge halkının hak ve özgürlükleri için mücadele veren bir hareket şeklinde gören kesimler var. Bu iki unsurun sempatisini arkalarına alan, onlardan himaye gören örgüt militanları, Batı Avrupa ülkelerinde serbestçe faaliyet gösteriyorlar, para topluyorlar, eleman derliyorlar, diasporalarını oluşturuyorlar. Mesela ETA örgütüne karşı İspanya ile geniş işbirliği yapan Fransa, PKK militanlarının suçlu oldukları belgelense bile yargılanma kanallarını işletmiyor.

Plânlarını gizlemeye gerek duymuyorlar. Hedefleri %50 lerin üzerinde bir oy oranıyla bölgede birinci parti olmak, ellerindeki belediyelerin sayısını olabildiğince artırmak. Böylece halkın iradesini kendilerinin temsil ettiğini öne sürerek devletle pazarlık masasına oturmayı kurguluyorlar. Bu hesapları tutarsa “demokratik özerklik” sloganı üzerinden Türkiye’yi anayasal zeminde paylaşmak suretiyle, ulus devleti federatif zeminde dönüştürmeye çalışacaklar, bu amaca ulaşmak için içeride ve dışarıda yoğun bir propaganda kampanyası başlatacaklar.

Abdullah Öcalan İmralı’daki duruşmaları sırasında “demokratik cumhuriyette birlik” söylemiyle bu stratejinin ilk işaretlerini vermişti; ancak o sıralarda bunun anlamı üzerinde fazla durulmadı. Zamanla olayların gelişmesi sonucu ortaya çıkan tablo, örgütün bu stratejiyi harfiyen uyguladığını gösteriyor. Demokrasi, kültürel haklar, barış ve kardeşlik gibi popüler kavramları sık sık tekrarlayarak, bunları makyaj malzemesi halinde kullanarak, taleplerine kılıf yaparak haklılık ve meşruiyet kazanmak istiyorlar. Ne yazık ki liberal ve demokratik değerlere metafizik anlamlar yükleyen, bunları birer fetiş haline getirdiklerini fark edemeyen bazı entelektüel kesimler, oyunu kavrayamıyorlar. Derin bir aymazlık içerisinde PKK şemsiyesi altında toplanan etno milliyetçi Kürt hareketine, bu etnik fitneye destek veriyorlar.

Dışarıda ise Belçika ve Almanya gibi ülkeler terör örgütüne çifte standart uyguluyorlar tolerans gösteriyorlar. Derhal yakalanıp yargılanmaları gereken PKK’lıların eylemlerine göz yumuyorlar. Türkiye ile işbirliğine yanaşmıyorlar.

2007 genel seçimlerinde örgütün belirlediği isimlerin bağımsız milletvekili olmaları, meclise girip DTP çatısı altında grup oluşturmaları bazı çevrelerde sevinçle karşılandı. Bu tablo silahların bırakılacağı, siyasi mücadele yönteminin benimseneceği böylece terörün biteceği şeklinde yorumlandı. Aradan geçen bir buçuk yıl zarfında bu ümitlerin, beklentilerin hayalden ibaret olduğu ortaya çıktı. Örgütün hiyerarşik disiplini en katı şekilde sürüyor. Milletvekili sıfatı siyasî açılım yönünde değil örgütün amaçlarına hizmet için kullanılıyor.

Genel seçimleri izleyen ilk aylarda, başta Ahmet Türk olmak üzere birkaç milletvekili, kendi inisiyatiflerini kullanmaya kalkışınca sert tepkiyle karşılaştılar. Etnik Kürt milliyetçiliğinin çatı örgütünün sadece PKK olduğunu, siyasete devam edebilmek için itaate mecbur olduklarını bir kere daha anladılar; hizaya sokuldular. Artık içeride ve dışarıda düzenlenen toplantılarda, eylemlerde ön saflarda yerlerini alıyorlar. PKK ile irade beraberliklerini her fırsatta tekrarlıyorlar, sıfatlarını kullanarak valileri, kaymakamları, güvenlik görevlilerini baskı altına almaya, sindirmeye, militanlarına yönlendirerek moral destek vermeye çalışıyorlar.

Milletvekili sıfatıyla başta AB kurumları olmak üzere dış ülkelerde kurdukları çeşitli ilişkilerde, görüşmelerde hareketin sözcülüğünü yapıyorlar. Bunun son örneği geçen Ocak ayının son haftasında Brüksel’de yaşandı. Avrupa Parlamentosu çatısı altında beşinci kez düzenlenen “Türkiye’de Değişim Zamanı” temalı Kürt konferansının baş konuşmacısı DTP Genel Başkanı ve milletvekili sıfatını taşıyan Ahmet Türk idi. Her zaman ki gibi demagoji yaptı, olayları çarpıtarak Türkiye’yi suçladı. Devlet’in “Kürt sorununu terörize ederek Dünya’ya sunmaya çalıştığını” iddia etti.

Ahmet Türk’ün konuşmasında örgütün bir süre önce Kandil Dağı’nda yaptığı toplantıda belirlediği, daha sonra DTP’nin bazı sivil toplum kuruluşlarıyla birlikte Diyarbakır’da düzenlediği toplantıda tekrarlanan talepleri bir kere daha dile getirdi. Avrupalılardan bunları desteklemelerini, Türkiye’yi “arabulucu” sıfatını kullanarak kabule zorlamalarını istedi ve özetle şunları söyledi: “Projelerimiz demokratik özerklik üzerinde şekillenmiştir. Kürtlerin kendi coğrafyasında, kendilerini özgürce yönetebileceği sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel alanlarda kendilerini ifade edebileceği bir yönetim anlayışı; Türkiye’nin bütünlüğü içinde kimliğinin anayasal güvence altına alınması ve ana dilde eğitim yapma hakkı istenmektedir. AB’nin çözümsüzlüğün kimden geldiğini görmesi gerekiyor. Birileri barışçıl çözüm için müdahil olmalı. Avrupa Birliği bir izleme komisyonu oluşturmalıdır. İnanın ki Kürt sorunu, Filistin ve İsrail arasındaki sorundan daha büyük ve daha kapsamlıdır.”

Aynı toplantıda konuşan örgütün diğer sözcüsü Leyla Zana da, Avrupa Birliği’nden hakem rolü oynamasını beklediğini ancak bunun gerçekleşmediğini, sorunun uluslararası hukuk normları gözetilerek çözülebileceğini, bölgenin Kürdistan olduğunu iddia etti.

Türkiye, Avrupalılara arabuluculuk misyonu yüklemek isteyen bu tarz girişimlerin yabancısı değildir. Rumeli 19.yüzyılın ikinci yarısından sonra, Osmanlı Devleti’nden parça parça koparılırken, her seferinde muhatabımız yerel unsurlardan evvel Düvel-i Muazzama olmuştu. Osmanlı’nın güçsüzlüğünden yararlananlar, Devletin elini kolunu bağlayıp paralize etmişler, katliamları, milyonlarca insanın Anadolu’ya sürülmelerini görmezlikten gelmişler, sonuçta siyasi haritayı diledikleri şekilde düzenlemişlerdir.

PKK-DTP ilkel bir kurnazlıkla bu senaryoyu günümüzde bir kere daha sahneye koymak istiyor. Örgütün milletvekili sıfatını taşıyan elemanları bu sefer uluslar arası irtibat elemanları olarak rollerini üstlenmiş görünüyorlar.

Avrupa’yı devreye sokmaya yönelik girişimlerin diğer ayağı Türkiye’de oluşmuş bulunuyor. Bazı sivil toplum kuruluşları, dernekler, vakıflar ve bazı sempatizan yazarlar kanalıyla toplantılar düzenleniyor, bildiriler yayınlanıyor.

Geçen ay, yardım aldığı kaynakları ve bağlantılarını herkesin bildiği bir vakıf, “Kürt Sorununa Çözüm Önerileri” başlığıyla hazırlattığı raporu kamuoyuna sundu. Raporda Türkiye Devleti’nden yerine getirmesi istenen talepler sıralanıyor:

  1. PKK’lılara sicil affı çıkarılmalı,
  2. Kürtçe ikinci dil olarak okutulmalı,
  3. Türküm, Doğruyum andı kaldırılmalı,
  4. Yerel yönetimlerde Türkçe dışındaki diller kullanılmalı,
  5. Valilerin Belediyeler üzerinde oluşturduğu vesayet sona erdirilmeli,
  6. Tarafsız, bağımsız bir hakikatleri araştırma komisyonu oluşturmalı,
  7. Devlet Kürtlerden özür dilemeli.

Etno milliyetçi Kürt hareketi içerden ve dışarıdan bulduğu bu “yandaş” desteklerle girişimlerini bütün hızıyla sürdürüyor. Bir yandan da silahlı militanları dağda tutuyor, mayınlar döşeyerek, zaman zaman karakollara, güvenlik güçlerine ait araçlara saldırılar düzenleyerek varlığını göstermeye çalışıyor. Kış şartları dolayısıyla barınaklarına çekilmiş olmalarını bilinen çevreler örgütün silahı bırakma eğilimi şeklinde değerlendiriyorlar. Devletin de içerde ve dışarıda operasyonların durdurmasını istiyorlar. Hıyanetle hamakat arasında bir saatin sarkacı gibi gidip gelen bu insanlar, yıllardır yaşanan bunca olaya rağmen PKK’yı anlayabilmiş değiller. Bunun basit bir taktik olduğunu, fiziki şartların elverişli olması durumunda saldırılarını aynen tekrarlayacaklarını görmek istemiyorlar.

Öcalan’ın yakalanmasını bahane ederek başta Güney Doğu olmak üzere birçok şehirde örgütün düzenlediği gösteriler 29 Mart arifesinde anlamlı ve düşündürücü işaretlerdir. Kimse kendisini kandırmasın; etnik Kürt milliyetçiliği bu yerel seçimlerde bölgeyi fethetmeye hazırlanıyor. Bütün güçlerini kullanarak, her türlü imkândan yararlanarak hedeflerine ulaşmaya, Türk ve Dünya kamuoyunu çoğunluğun kendilerinden yana olduğunu ispatlamak istiyorlar. Seçimlerden bir hafta önce nevruz kutlamaları var bu yılki gösterileri ne kadar katılımlı yaparlarsa, güvenlik güçleriyle halkı karşı karşıya getirerek, çocukları ve kadınları kullanarak ortamı ne kadar gererlerse bunun sandığa yansıyacağına inanıyorlar.

Seçim sürecinde partiler dikkatlerini aralarındaki siyasî polemiklere yoğunlaştırdıklarından bu yakın tehlike dikkatlerinden kaçıyor. Oysa gündemin esas konusu bu olmalıdır. Çünkü Türkiye’nin bölücü, ayrıştırıcı etnik fitneden daha önemli bir problemi yoktur. Ulus – devletin geleceği, ülkenin bütünlüğü konularında dikkatli ve duyarlı olan bütün siyasi merkezler, Türkiye’nin partileri yakın geleceğimizi birinci derecede belirleyici olacağı aşikâr olan bu meselenin halli hususunda işbirliği yapmalı, çözümler aramalıdır. Konu partiler üstü bir mesele olarak ele alınmalı, daha fazla vakit kaybetmeden teröre ve bölücülüğe karşı millî bir politikanın oluşturulması amacıyla işbirliği yapılmalıdır.