GEÇEN DÖNEMİN ARDINDAN
Temmuz 2007 | Sayı: 239
Nuri GÜRGÜR
Halkımız yeni iktidarı belirlemek üzere 22 Temmuz’da sandık başına gidiyor. Bulunduğumuz ortam ve muhtemel gelişmeler düşünüldüğünde, gündemdeki konuları etkileyip yönlendirmesi açısından seçim sonuçları büyük önem taşıyor.
Bir önceki seçimde Adalet ve Kalkınma Partisi oyların %34,6 sını almış 365 milletvekiliyle tek başına iktidara gelmişti. Yürürlükteki seçim kanununa göre bu tablo şaşırtıcıydı. Merkez sağ çökmüş, 57.nci hükümeti oluşturan partiler Meclis dışında kalmış, büyük bir seçmen kitlesi parlamentoda temsil imkanını kaybetmişti. Birçokları büyük çoğunluğa sahip bir iktidarın varlığını, koalisyonlar döneminin kapanarak, “yönetebilen demokrasi”ye geçiş şeklinde yorumladılar; siyaseten bağdaşmadıkları halde güçlü bir hükümetin varlığının uzun zamandır aranan istikrarı sağlayabileceğini düşündüler.
Aradan geçen 4.5 yılın muhasebesi yapıldığında, AKP’nin bu beklentileri karşıladığı söylenemez. Bir kere daha elde edilmesi çok zor olan meclis çoğunluğunun sunduğu büyük imkanlar ne yazık ki yerinde kullanılmadı. Türkiye için hayati önem taşıyan yapısal reformlar eksik bırakıldı. Gündemdeki temel milli meselelere sağlıklı çözümler aramak yerine, iktidara güvenlik çemberi oluşturmak ve yeni bir 28 Şubat’ın yaşanma ihtimalini ortadan kaldırmak amacıyla, içeride ve dışarıda dostlar ve sempatizanlar kazanmaya yönelik girişimlere ağırlık verildi. Böylelikle ana problemlerin üzerleri örtüldü, sürüncemede kaldı.
Oysa 3 Kasım seçimlerinin ortaya çıkardığı siyasi tablonun yanı sıra, Dünyadaki politik dengeler ve ekonomik gelişmeler AKP iktidarına çok elverişli bir ortam hazırlamıştı.
2001 krizinde dibe vuran ülke ekonomisi, 57.hükümetin IMF ile uzlaşarak uygulamaya koyduğu güçlü ekonomiye geçiş ve istikrar programı çerçevesinde yavaş yavaş normalleşmeye başlamıştı. Başka bir ifadeyle hayati tehlike sürmekle beraber, en azından yoğun bakımdan çıkılmış, genel karamsarlığın yerini umutlar ve beklentiler almaya başlamıştı. Bunda Dünya ekonomisindeki gelişmelerin de büyük payı vardı. Uluslararası sermayenin hızla büyümesi, biriken fonların yatırım yapmak üzere yönelecek alanlar araması neticesinde dışarıdan giderek yoğunlaşan para girişi kurları baskı altına aldı; döviz fiyatlarından başlayarak faiz ve enflasyonda düşme eğilimi ortaya çıktı.
Ekonominin yanında güvenlikle ilgili konularda da elverişli bir ortam yaşanıyordu. 1984 den sonra ortaya saçılan ve giderek “düşük yoğunlukta çarpışma” niteliği kazanan bölücü terörle mücadelede genel bir sükunet vardı; bölgeden çatışma haberleri gelmiyordu. Öcalan’ın yakalanıp yargılanması sürecinde bölücü örgüt içine düştüğü şaşkınlık ve kararsızlıktan henüz çıkamamıştı. Terörist başının artık siyasal zeminde sürdüreceklerini açıkladığı yeni stratejinin ne olacağı konusunda hüküm süren belirsizliğin etkisiyle örgüt bekleme dönemine geçmişti.
İktidar el değiştirirken 58.hükümet dış ilişkilerde önemli gündem konularını devraldı. Bu sırada ABD’nin Irak’a yönelik askerî harekat hazırlıkları tamamlanmak üzereydi. Ülkemizle Amerika arasında kuzeyden cephe açılmasına ilişkin görüşmeler bütün hızıyla sürüyor, Deniz Bölükbaşı’nın başkanlığındaki Türk heyeti Türkiye’nin çıkarlarının korunmasını sağlayacak düzeyde başarılı bir performans sergiliyordu. Bu dönemde ABD yönetimi Irak operasyonunda Türkiye’nin desteğinin ve Kuzeyden cephe açılmasının şart olduğuna inanıyor; bunu sağlayacak mecburiyet olduğunu düşünüyordu. Bu yüzden Recep Tayyip Erdoğan henüz başbakan sıfatını kazanmadan davet edildiği Washington’da en üst düzey protokol kurallarına göre karşılanıp ağırlanıyor, Başkan Bush ile görüşüyordu.
57.hükümetin son aylarında, AB’nin Aralık zirvesi öncesi Türkiye’ye müzakere tarihi verilmesini sağlayacak uyum yasaları paketler halinde çıkarılmış, idam cezasının kaldırılması dahil, istenilenlerin pek çoğu yerine getirilmişti. Ancak Kıbrıs meselesi sürüncemede duruyordu. AKP iktidarını ilişkilerin gelişmesine ve özellikle müzakerelerin başlamasına büyük önem veriyordu. Böylece konumunu güçlendirecek, bazı çevrelerdeki amaç ve niyetleriyle ilgili meşruiyetine ilişkin tartışmaları gündemden düşürecek, iç politikada elverişli bir pozisyon kazanacak, kurumlarla ilişkilerinde rahatlamış olacaktı. Bu amaçla “kazan-kazan” sloganıyla yoğun bir temas trafiği başlatıyordu.
AKP iktidarının ilk büyük imtihanı 1 Mart’ta “ikinci tezkere”nin TBMM’de görüşülmesi sırasında yaşandı. ABD ile sürdürülen görüşmeler sonunda mutabakat sağlanmış, Amerikan askerlerinin ve silahlarının nakledileceği güzergaha ilişkin birinci tezkere kısa bir süre önce Mecliste görüşülmüş ve kabul edilmişti. Ancak anlaşmanın esas kısımlarını kapsayan ikincisinin görüşülmesinde ilginç gelişmeler ortaya çıktı. Bu sırada Recep Tayyip Erdoğan’ın milletvekilliği işlemleri henüz tekemmül etmemişti. Partisinin Genel Başkanı sıfatıyla icraatın fiilen başında olmakla beraber, iş başındaki 58.hükümetin başbakanlığı görevini resmen Abdullah Gül yürütüyordu.
Görüşmelerden bir gün önce toplanan Milli Güvenlik Kurulu’nda yapılan konuşmalar kamuoyuna ayrıntılarıyla yansıtılmasa da, Cumhurbaşkanı’nın Tezkereye karşı olduğunu herkes öğrenmişti. Asker ise bu konuda net bir tavır ortaya koymak yerine çekimser görünmeyi, kararı doğrudan siyasi iktidara bırakmayı uygun buldu. Sonuçta son derece hayatî önem taşıyan bir konuda Millî Güvenlik Kurulu anlaşılması zor bir tavır sergileyerek görüş belirtmemeyi tercih etti.
Ertesi gün Mecliste yapılan görüşmelerde Meclis Başkanı Tezkerenin geçmemesi için yoğun çaba harcayan Ana Muhalefet Partisi Genel Başkanı’na konuşma süresini olabildiğince taşarak kıyasıya eleştiri yapması için özel imkan tanıdı. Sonuçta CHP ve DYP’ye ilaveten hükümetin bazı bakanlarının ve AKP Bölge Milletvekillerinin blok halinde ret oyu kullanmalarıyla tezkere Meclisten geçmemiş sayıldı.
Aradan üç ay geçtikten sonra Haziran ayı Türk askerinin Irak’a gönderilmesi gündeme geldi. Tezkerenin reddedilmesi Amerika Birleşik Devletleri’nde hem yönetimde hem de kamuoyunda Türkiye aleyhtarı bir havanın oluşumuna yol açmış, ilişkiler ciddi şekilde sarsılmıştı. Hükümet ortamı yumuşatmak ve ilişkileri normalleştirmek üzere tezkeredeki hatasını telafi etmeye çalışıyor, Irak’a asker gönderilmesini istiyordu. Nitekim bu yönde Meclis kararı çıktı ancak hem ABD’nin isteksizliği, hem de Irak’ta işbaşına gelen Arap ve Kürtlerin buna şiddetle karşı çıkmaları sonucu karar uygulamaya konulamadı.
Şu günlerde Deniz Bölükbaşı’nın yaptığı açıklamalar, 1 Mart Tezkeresi hükümlerinin Türkiye’nin hak ve çıkarlarının korunmasını sağlayacak nitelikte olduğunu, istediklerimizin önemli bir kısmının kabul gördüğünü, konuya ilişkin kaygı ve endişeleri karşılayacak esasların belgede zikredildiğini ortaya koymaktadır. Başka bir ifadeyle 1 Mart tezkeresi ne derece makul ve yararlı hükümleri kapsıyorsa, Haziran’da alınan Türk askerinin Irak’taki Felluce gibi yoğun çatışma ortamına gönderilmesine ilişkin karar aynı derecede yanlış, aceleci ve sakıncalı bir tutum olmuştur. Neyse ki muhataplarımız farklı nedenlerle bu kararın uygulamaya geçirilmesine imkan vermediler; böylece Türkiye büyük bir badireden kurtulmuş oldu.
Başbakan Erdoğan bir kaç ay önce Tezkerenin reddedilmesinin yanlış olduğunu açıkça ifade etti. Bu önemli bir tespittir. Çünkü Türkiye’nin halen etkili bir Irak politikası yok; gelişmelere müdahale imkanı bulamıyoruz. Türkmenlerin yaşadıklarına seyirci kalıyoruz. Daha önemlisi PKK’nın Kuzey Irak bağlantılarını ve bölgeden sağladığı desteği kesemiyoruz; hudut güvenliğini sağlayamıyoruz.
Bugünkü tabloya ve genel anlamda kayıtlarımıza bakıldığında 1 Mart Tezkeresinin reddedilmesinin paylaşılacak bir “şeref payı” oluşturmadığı görülüyor.
Dış politikada etkisizlik ve tutarsızlık Irak ile sınırlı kalmadı. Hükümet AB’nin 2002 zirvesinde Türkiye ile müzakereleri başlatma kararı almasını parlak bir başarı şeklinde sunmak istedi. Başbakan’a zirve sonrası Ankara’ya dönüşünde zafer takları hazırlandı, şenlikler yapıldı.
Kısa bir süre sonra Kıbrıs’ta Annan Plânı’nın kabulü amacıyla yoğun bir kampanya başlatıldı. Sonuçta plâna evet denmesi ve ardından Denktaş’ın tasfiyesi ile çözümsüzlüğün kural sayıldığı dönemin kapandığı, inisiyatifin bundan böyle Türkiye’ye ait olacağı, AB’den gerekli desteğin alınacağı ilân edildi.
Ne var ki gelişmeler tümüyle farklı yönde gelişti. Bugün Kıbrıs her bakımdan belirsizliklerle malul bir problem olarak karşımızda duruyor. Daha da vahimi KKTC yönetimi tipik bir sol ve liberal tutum takınıyor; Türk askeriyle sorunlar çıkarıyor. Bugünkü emarelere bakılırsa Talat yönetiminin bir süre sonra askerin Kıbrıs’taki varlığının Rumlarla anlaşmayı engellediğini öne sürüp en azından azaltılmaya gidilmesini istemesi sürpriz olmayacaktır.
Hükümet bu dönemde en fazla ekonomik göstergelerin ve makro dengelerin iyileşmiş olmasıyla övünüyor. Mesela Başbakan Erdoğan Oyakbank’ın yüksek fiyatla satılmış olmasını Hükümetin uyguladığı ekonomik politikaların başarısı olarak sundu.
Ekonomimizin dört yıl öncesinden daha iyi durumda olduğu ne kadar gerçekse, yapısal problemlerin varlığı, reel faizlerin yüksekliği cari açığın büyüklüğü, borçların artması, enflasyonun bir noktada çakılıp kalması, direnmesi, yapıdaki kırılganlığın hâlâ aşılamamış olduğunu gösteriyor.
Genç nüfusumuzun büyük bir imkân ve ümit olduğunda herkes birleşiyor. Ancak özellikle diplomalılardaki işsizlik oranının AB ortalamasından bir kaç kat yüksek olması sosyal bir yaradır. Ezeli dertlerimizin başında gelen eğitim meselesinde beş yıldan beri etkili adımlar atıldığı söylenemez. Özellikle meslek liseleri konusunda çözüm sağlanamadığından, gençleri becerilerine göre yönlendirecek, sanayicinin aradığı eğitimli ara eleman ihtiyacını karşılayacak, üniversite kapılarındaki yığılmayı azaltacak girişimler yapılmamasının makul bir izahı yoktur.
Millî Eğitim Bakanı YÖK ile dalaşmak ve laf yetiştirmekten bu gibi hayati konulara çözüm aramaya vakit bulamıyor. Bu anlamsız çekişme eğitim hayatımızı boydan boya kilitlemiş durumda. Taraflar adeta kendi siperlerinin gerisinde birbirleriyle savaşıyorlar. Anayasal bir kuruluş olan YÖK yasama ve yürütme organlarına karşı kendisine dilediği icraatı yapacak kadar muhtar addediyor. Hükümet ve Bakanlık üniter bir devlet anlayışıyla bu feodal görüntüyü ortadan kaldırmakla yükümlü olduğunu düşünmek yerine, beceriksizliğinin ve yetersizliğinin sonucu oluşan duruma ilişmemek suretiyle günü geçiştiriyor. Millî Eğitim Bakanı iyi düşünülmeyen, düzenlenmeyen bir kaç hamlesinin geriye püskürtülmesinden sonra büsbütün sindi. Problemleri çözmek bir yana derinleşmesine göz yumarak yasama dönemini tamamladı.
Avrupa Birliği’nden gelen talepleri karşılamak amacıyla özellikle İçişleri ve Adalet Bakanlıkları bünyesinde yapılan yasa değişiklikleri genellikle aceleye getirildi; gerekli hazırlık ve araştırma yapılmadı. Bu tutumun sonuçlarını hep birlikte yaşıyoruz. Toplumun huzur ve güven içinde yaşamasını, hukukun egemenliğini, yasaların uygulanmasını sağlamakla yükümlü bu iki önemli Bakanlık arasında (dolayısıyla Emniyet ve Yargıda) iletişim ve yardımlaşma yerine uyumsuzluk ve kopukluk hüküm sürüyor. TCK, Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu başta olmak üzere yapılan yasal düzenlemelerin üzerinden çok zaman geçmeden hata ve eksiklikler ortaya çıkıyor; değişiklik ihtiyacı kendini gösteriyor. Bunun sonucu başta büyük şehirler olmak üzere, asayiş ve güvenlik tehlikeli şekilde bozuluyor. Kapkaç çeteleri, uyuşturucu şebekeleri, hırsız ve soyguncular sokaklara, bölgelere giderek egemen oluyorlar. Yasalardaki boşluklar nedeniyle etkili önlemler alınamıyor. Suçlular kamu vicdanını yaralayacak kadar rahat hareket edebiliyor; onlarca sabıkasına rağmen sokaklara salınıyor.
AKP iktidara geldiği sıralarda yeni bir strateji belirlemeye yönelen PKK kararsızlık içindeydi. İsmi dahil köklü bir değişim ve yöntem arama telaşıyla bocalıyordu. Ancak bölgedeki hareketsizlik problemin bittiği anlamına gelmiyordu. Örgütün toparlanma çabası nedeniyle oluşan bu geçici sükunet ortamından yararlanılmalı, süratle hareket edilmeli, iyi planlanan, kapsamlı ve çok yönlü girişimlerle, projelerle mesele kontrol altına alınmalıydı. Oysa tam tersi yapıldı. Esas problemin bölücü teröre kitle tabanı hazırlayan etno-milliyetçi Kürtçülükten kaynaklandığı, PKK’nın bunun sonucu olduğu, bölgedeki gelişmelere paralel olarak konunun gün geçtikçe uluslararası nitelik kazandığı idrak edilmedi.
İktidar, eski solcu çevrelerin ve ikinci cumhuriyetçilerin telkinleri doğrultusunda yanlış bir tutum benimsedi. Türk kimliği sıradan bir alt kimlik şeklinde mütalaa edildi. Türkiyelilik gibi siyasal ve hukuki nitelik taşıyan bir kavrama sosyolojik anlamlar yüklenilmeye çalışıldı. Başbakan’ın 2004 Ağustos’unda Diyarbakır’da boş meydanda dillendirdiği bu anlayış, Kürtçülüğü frenlemek bir yana, bu çalışmaları yürütenleri cesaretlendirdi, ümitlendirdi.
Bölücü örgütün son aylarda eylemlerini yoğunlaştırması rastlantı değildir. Yıllardır bu konuya gereken ilgiyi, dikkati ve özeni göstermemiş olmamızın sonuçlarıyla karşı karşıyayız. Meselâ, bölgeye özel eğitimli birlikler gönderilmesi, şartların gerektirdiği üstün teknolojiye sahip silah, araç-gereç ve teknik malzeme temini, güvenlik önlemlerinin etkili kılınması için neden yıllardır beklenildi?
İkinci cumhuriyetçi danışmanlarla milli görüş ekolünden gelen yönetici ve siyasetçilerin ortaklaşa mimarlığını yaptıkları politikalar problemi giderek genişletti, derinleştirdi. 22 Temmuz’dan sonra Türkiye çok daha zor bir döneme giriyor. Örgütün TBMM’ne taşıyacağı uzantılarının nasıl hareket edecekleri, hangi yöntemleri uygulayacakları, içeride ve dışarıda kimlerle bağlantı kuracakları, dünyaya nasıl mesaj verecekleri bellidir. Ama Türkiye Devleti’nin konunun önemiyle orantılı sağlıklı ve kararlı politikalarının varlığından yahut bu tarzda hazırlık yapıldığından ne yazık ki emin değiliz. Seçim kampanyalarını boydan boya kaplayan bıktırıcı retorikle, altı doldurulmamış hamasetle, her kesime bol bol dağıtılan gülücüklerle, mavi boncuklarla bir yere varılamayacağı ortadadır.
AKP iktidarı 2007 yılında yapılacak seçimlerin ne derece kritik olduğunu algılayamadı. Kendisinin kontrolünde tutması gereken sürecin yanlış hamleleri ve kararsızlığı sonucu kilitlenmesine engel olamadı. Seçimler sağlıklı işleyen demokratik düzenlerde problemlere çözüm bulma fırsatıdır. Oysa bizde siyasi taraflar, iktidarıyla muhalefetiyle problemlere çözüm üretmekten, somut çıkış yolları göstermekten ziyade, kendilerini olayların akışına kaptırıyorlar; rasyonel tercihler yaparak ortak akıl üretemiyorlar. Bugünkü anlayış sürdükçe, 22 Temmuz Türkiye’ye yeni bir açılım ve nefes alma vesilesi olmaktan çok, yaşanılan problemlerin katlanarak sonraki döneme aktarıldığı bir tarih olacak gibi görünüyor.
Türk milleti tarihi boyunca rahat ortamlarda hiç yaşamadı. Çetin şartların, zorluklarla sürekli mücadelenin kazandırdığı birikim ve tecrübeye sahibiz. Türk toplumunun bu özelliklerini ortaya koyarak yöneticilerin hatalarını bir kere daha telafi edeceğini, doğruları belirleyip yönlendireceğini umuyoruz.