YAKIN TARİHİMİZİ ANLAMLANDIRMA BAĞLAMINDA 14 MAYIS’TAN 27 MAYIS’A (II)
Haziran 2007 | Sayı: 238
Nuri GÜRGÜR
…O gece ilk defa Kabibay’la ihtilâl konuştuk. İkimizde akıbetimizi biliyorduk fakat Türkiye için yapacağımız başka hiçbir şey kalmamıştı. Dedim ki: Boşuna çene yürütüyoruz. Türkiye ancak aksiyon ile kurtulur. Bu aksiyonu gösterebilecek yaratılışta insanlar olduğumuzu zannediyorum. Bunun için gizli cemiyet lazımdır. Bir gizli cemiyet en az iki kişiden kurulur. Neden seninle bu cemiyeti teşkil eden iki kişi olmuyoruz.
Kabibay ayağa kalktı… Elimi tuttu, birbirimize sarılarak öpüştük… Orhan Kabibay ile o gece sabahı etmişizdir. İhtilâle karar veren nihayet iki Topçu Yüzbaşısıydı.”
Bazı subayların Türkiye’nin çıkmazda olduğu inancıyla hükümeti devirmeye karar verdikleri bu yıllar DP iktidarının halk nezdinde itibarının zirvede olduğu, 54 seçimlerini büyük çoğunlukla kazandığı, ekonomik, sosyal ve dış ilişkiler alanlarında ciddî atılımların yapıldığı bir dönemdir. Ancak Silahlı Kuvvetler içerisinde müdahale sürecini başlatanların hem ülke şartları hem de DP iktidarına ilişkin farklı hükümleri vardır:
Biz biliyorduk ki; Türkiye siyasi bir keşmekeş içerisindedir, bu kargaşalığı yaratan politikacıların kılavuzluğu artık sona ermelidir.
Ve biliyorduk ki; Türkiye’yi içerisinde bulunduğu çıkmazdan köhnemiş bir eski kadro kurtaramaz. Artık Türkiye’ye Atatürk’ün projektör kafasının ışığını almış, Türkiye’yi tanıyan ve Batı görgülü yepyeni bir ekip lazımdır”*
Gerek Kabibay-Seyhan grubu, gerekse diğer darbe girişimcileri DP’nin iktidara gelince ezanın Arapça okunmasını yasaklayan yasayı değiştirmiş olmasının irticaya verilen esaslı bir taviz saymışlar ve tepkiyle karşılamışlardı. “İktidarın dini sömürme propagandası ezanla başlamış ama ezanla bitmemiştir… Daha ilk günden başlayan ve gittikçe artan bazı tutumlar vardır ki bunlara bakarak geleceği tayin etmek mümkündür.”*
Darbe yapmayı amaçlayan cuntalar birbiri ardınca kurulup genişlerken yapılan genel seçimlerde DP 503, CHP 31 milletvekili çıkarmıştı. DP’nin bu başarısının nesnel gerekçeleri vardı ancak aydınların önemli bir bölümü gibi ülkenin kurtuluşunu darbe yapmakta gören ve bu amaçla örgütlenenler nazarında CHP’nin iktidar dönemi tartışılmaz bir “altın çağ”dı. Her şeyin son derece düzenli ve mükemmel cereyan ettiği, Türkiye’nin gelişmiş ülkeler düzeyine ulaşmasına ramak kaldığı bu mutlu dönem, niteliksiz ve beceriksiz taşralı politikacıların işbaşına gelmesiyle kesintiye uğramıştı. Bu tarihî yanlışın düzeltilmesi onların vatan ve namus görevleriydi.
Oysa rakamlar farklı bir tablonun varlığını gösteriyordu. Türkiye’de 14 Mayıs’tan sonra önemli değişimler yaşanıyor, bunlar doğrudan toplum hayatına yansıyordu.
“Siyaset ilk defa halka götürülmüştü. Devlet-halk ilişkileri yukarıdan aşağıya inen direktifler, emirler yerine aşağıdan yukarıya ulaştırılan istekler, dilekler şeklinde yürümeye başlamıştır. İdare, zabıta ve jandarmanın özellikle köylerdeki ağırlığı, baskısı ve kanun dışı şiddet
hareketleri birden silinmiştir. Köy kendi içinden lider, söz sahipleri yaratmıştır. Böylece halk, kendini bir nevi siyasî insan olarak hissetmiştir.”
14 Mayıs’tan sonra başlatılan ekonomik atılımlarda, alt yapı çalışmalarında ve dış politikadaki açılımlarda ikinci Dünya Savaşının uluslararası güç dengelerinin ve soğuk savaş diye adlandırılan iki blok arasındaki mücadelenin önemli payını belirtmek gerekir.
Sovyetler Birliği’nin yayılmacı politikalarından tedirgin olan ABD ve Batı, coğrafyamızın jeostratejik önemini görmüşler, Türkiye’yi yanlarına almaya karar vermişlerdi. 1952’de NATO’ya girmemiz bir yandan Sovyet tehlikesine karşı bir güvenlik şemsiyesi oluştururken, Silahlı Kuvvetlerimizin ihtiyaçlarının karşılanmasının, modern bir ordu haline gelmesinin lojistik desteğini sağlamıştır.
Savaştan sonra Truman Doktrini çerçevesinde verilen ekonomik yardımların, özellikle kırsal alanlarda makine, teçhizat, tohumluk ve benzeri tarımsal desteklerde yararı olmuştur. Hava şartlarının da elverişli gitmesi sonucu 1953-1954 de Türkiye Dünya’nın sayılı hububat üreticisi ülkelerinden biri konumuna gelmiştir.
DP iktidarı alt yapı yatırımlarına ve karayolu ulaşımına büyük önem verdi. 1950’ye kadar yüksek yükleme ve boşaltma kapasitesine sahip modern limanlardan, barajlardan, santrallerden mahrum bulunan, elektrik üretimi son derece düşük düzeyde olan Türkiye, on yıl zarfında büyük atılımlar yaptı. 1950’de devlet bütçesinden yatırımlara sadece 260 milyon TL ayrılabilmiş iken, 1960’da bu miktar 2 milyar 260 milyon TL sına çıkmıştır. Ayrıca bu dönemde özel kesim yatırımlarıyla İktisadi Devlet Teşekküllerinin yatırımlarında da büyük artışlar olmuştur.
Yatırım hacmindeki bu artışlar doğal olarak millî gelire doğrudan yansıdı. Gayrî Safî Millî Hasıla 1950 yılında 10 milyar TL iken 1960’da beş misli artarak 50 milyar TL sına yaklaşmıştır.
1950-1960 yılları arasında Cumhuriyet döneminin en yüksek nüfus artışının gerçekleşmiş olmasına rağmen, fert başına düşen millî gelirin düşmek bir yana, artmış olması ekonomik bir başarıdır. Bunun sonucu köylünün refahı artmış, ürünü para etmiş, yüzü gülmüştür. Kırsalda şehre doğru başlayan akış, şehir nüfuslarını hızla artırmış, iş alanlarının genişlemesiyle şehirleşme hızlanmıştır.
Bu hareketli dönemde muhalefet tıpkı cuntacı örgütler gibi olaylara dürbünün tersinden bakıyor, durumun ümitsiz olduğunu ilân ediyor, uygulanan politikaları şiddetle eleştiriyordu.
Yabancı Sermaye Kanunu’nun yürürlüğe girdiği 1954 ilkbaharında CHP Genel Başkanı İsmet İnönü iktidarı yabancılara satmakla suçluyordu. Çimento fabrikaları israf sayılıyor, şeker fabrikalarının yapıldığı alanlarda pancar yetiştirilemeyeceği iddia ediliyor dolayısıyla bu fabrikaların atıl kalacağı söyleniyordu. Barajlar ve elektrik santralleri de bu eleştirilerden nasibini alıyor, muhalefet sözcüleri üretilecek elektriğin kullanım alanının bulunamayacağını ve önemli bölümünün toprağa verileceğini iddia ediyorlardı. Bu görüşün sözcülüğünü yapan ve CHP’nin enerji uzmanı olarak tanınan bir politikacının ileriki yıllarda, 12 Mart döneminde, Nihat Erim kabinesinde Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı yapılmış olması ilginç bir tercihtir.
Bütün bu alt yapı ve imar harcamalı için geniş kaynaklar gerekiyordu. Oysa bütçe imkanları sınırlıydı. Mevcut kaynaklar 50-54 arasındaki ilk dönemde harcandıktan sonra, ekonomik sıkıntılar hızla tırmanmaya başladı. Bu arada Kore Savaşı’nın sağladığı elverişli konjonktürün etkisi kayboluyor, iklim şartlarının tersine dönmesiyle tarımsal üretim düşüyor, ihracat ciddi şekilde tıkanıyordu. 53’te 1 milyar 110 milyon olan ihracat, 58’de 628 milyon TL ye düşmüştü. Rezervlerin tükenmesi sonucu ithalata kısıtlamalar getiriliyor, Millî Korunma Kanunu gibi zecri önlemler alınıyordu. Ancak sosyo ekonomik yapı hızlı bir değişim sürecine girmiş, insanlar teşebbüs kavramının anlamını keşfetmiş, yeni iş alanları aramaya yönelmişlerdi. Yükselen talep kapasitesini karşılayacak üretim ve ithalat olmayınca, enflasyon hızlanmaya başladı. Yasal önlemlere rağmen ithal malları sıkıntısının sonucu karaborsa ve kuyruklar oluştu. 1955’den itibaren dış borçlar arttı, ödeme güçlükleri başladı, enflasyon giderek yükseldi.
DP iktidarının bu sıkışık döneminde ABD Türkiye’ye yardıma yanaşmadı. 280 milyon $’lık acil borç talebimizi geri çevirdi. Bu durumda devalüasyon yapmaktan başka çare kalmamıştı. Hükümet 1 Ağustos 1958’de radikal tedbirlere yöneldi. Türk parasının değeri düşürüldü, $ 9 Türk Lirasına yükseldi; ana mallara zam yapıldı, ithal kotaları sistemine geçildi ve dış borçlar konsolide edildi.
Alınan bu köklü tedbirler kısa zamanda etkili oldu. Ekonomi tekrar rayına oturmaya başladı. Dolayısıyla mal sıkıntıları azaldı ve kuyruklar son buldu.
Menderes-Bayar yönetimindeki DP iktidarı, bir yandan muhalefetle, diğer yandan parti içinde ortaya çıkan problemlerle uğraşıyor, öte yandan ekonomik zorlukların etkisi altında bunalıyordu. Bu ortam başta Menderes olmak üzere, DP yöneticilerinin sinirlerini olumsuz etkiledi. Siyasî tansiyonun yükselmesinin tümüyle kendi aleyhlerine olacağını, CHP’nin strateji olarak ortamın gerilmesini özellikle istediğini fark edemediler. Bu psikolojinin sonucu başta basınla ilgili yasalar olmak üzere demokratik düzenin işlemesini önemli ölçüde engelleyen birçok yasa arka arkaya yürürlüğe girdi.
Bunların uygulamaya konulmasıyla birlikte iktidar-basın ilişkileri olağanüstü gerginleşti, sertleşti. Birçok gazeteci haber ve yazılarından ötürü cezaevine girdi. Bazı günler sakıncalı sayılan haberlerin gazeteden çıkarılması sonucu fiili sansür anlamına gelecek tarzda sütunların boş bırakıldığı görüldü.
Bu ortam cuntacıları etkiliyor, görüşlerinin haklılığının teyidi şeklinde değerlendiriliyor ve bir an önce harekete geçme eğilimlerini güçlendiriyordu. Seçimleri beklemeyi riskli sayıyorlar, DP’nin kazanması durumunda “bir dört yıl için aynı iktidarın devam etmesi düşüncesi bile sinirlerini rendeliyordu” *
Ancak bir problemleri vardı, yönetime el koyduktan sonra ne yapacaklar, ülkeyi hangi kadroyla ve programla yöneteceklerdi. Bu sorunun cevabını bulmaları zor olmadı. Kısa bir tartışmadan sonra “memleketi idarede ve iktidarda tecrübeli bir teşkilat olan Halk Partisi ile iş ortaklığı etmek” formülünde birleşildi. *
Faik Ahmet Barutçu aracılığıyla ilişki kurdukları İsmet Paşa müdahale yapılmamasını, CHP’nin seçimi mutlaka kazanacağını söyleyerek talebi reddetti. Fakat seçim sonuçları bu tahmini doğrulamadı. DP oy oranının ve milletvekili adedinin azalmasına rağmen 419 milletvekili çıkararak iktidarını sürdürürken CHP 173 milletvekili elde etti.
Seçimlerden hemen sonra yaşanan iki olay, silahlı kuvvetler içerisindeki ihtilal örgütlenmelerini bir anda deşifre olma tehlikesiyle karşı karşıya bıraktı. Cuntanın önemli isimleri Kur.Alb.Faruk Güventürk, Milli Savunma Bakanı Şem’i Ergin ile özel bir görüşme yapar. Fevri ve aceleci bir yapıya sahip olan Güventürk, kendini kontrol edemez; ülkenin içinde bulunduğu durumla ilgili görüşlerini anlatırken, problemlerden çıkabilmek için girişim başlattıklarını, bir lidere ihtiyaçları olduğunu söyler ve Bakan’a başlarına geçmeyi teklif eder.
Şem’i Ergin basit bir kasaba avukatı olduğunu, bu işin çapını aşacağını söyleyerek teklifi geri çevirir. Böylece iktidarın Milli Savunma Bakanı, hükümeti devirmeyi amaçlayan girişimden haberdar edilmesine rağmen akıl almaz bir tercihle, herhangi bir işlem yapmak yahut duyurmak ihtiyacı duymadan görevini sürdürür.
Aynı yılın Aralık ayında İstanbul’da bir başka önemli olay daha yaşanır. İhtilal örgütüne katılma teklifi yapılan Kur.Binb. Samet Kuşçu, DP milletvekili Cevdet Perin aracılığıyla hükümeti durumdan haberdar eder. Emniyet devreye girer, teklif sahibi Kur.Alb. İlhami Barut’u konuşturmak üzere Kuşçu’nun evinde tertibat alınır. Ancak Alb.Barut tuzağı sezinler, tam tersi ifadelerle Kuşçu’yu müşkül durumda bırakır. Üstünkörü yürütülen tahkikat sonucu inandırıcı belge bulmak bir yana, bulunmamasını sağlayacak mizansen ayarlanır. Kuşçu’nun yanı sıra 9 subayın sanık olarak yer aldıkları mahkemenin başkanlığını Cemal Tural yapar. Tural Paşa doğrudan örgüte mensup olmamakla beraber sempatizan konumundadır. Sonuçta çizilen senaryo çerçevesinde 9 subay beraat eder ve görevlerine dönerler. Muhbir Bnb.Samet Kuşçu yalancı konumuna girer, mahkum olur ve parlak bir geleceğe aday olduğu silahlı kuvvetlerden tard edilir. “Eğer iktidar biraz daha akıllı, bu işe memur ettiği insanlar biraz daha becerikli olsalar, tutuklamalar birbirini kovalar ve büyük olaylar olabilirdi”*
Ardarda atlatılan tehlikeler örgütlenme çalışmalarını bir süre frenler. Ancak iktidar-muhalefet ilişkilerindeki gerilim bütün şiddetiyle devam eder. CHP’nin basın nezdindeki gücü ve hükümet aleyhtarı propaganda kampanyaları DP iktidarını yeni tedbirlere yöneltir. Vatan Cephesi adıyla parti çalışmaları paralelinde yeni bir örgütlenme girişimi başlatılır. Her gün radyoların haber bültenlerinde Vatan Cephesi’ne katıldıkları belirtilen isimler listeler halinde yayınlanmaya başlar.
Bu sıralarda devam eden Kıbrıs ile ilgili görüşmelerde çok önemli bir merhaleye ulaşılır. Bugün bile Türkiye’nin bu konudaki en büyük dayanağı ve Cumhuriyet döneminin başlıca diplomatik başarılarından biri olan Zürih Antlaşması 11 Şubat 1959 da Türk ve Yunan tarafları arasında ön mutabakat anlamında imzalanır. Bir hafta sonra Londra’da esas antlaşma imzalanacaktır. Bu amaçla Başbakan Adnan Menderes’in başkanlığında Türk heyetini Londra’ya götüren uçak, elverişsiz hava şartları nedeniyle inişe hazırlanırken yere çarpar; bir bölümü parçalanır ve yanar. Menderes kurtulanlar arasındadır. Kazanın çapı düşünüldüğünde hayatta kalmış olması adeta mucizedir. Başbakan 28 Şubatta İstanbul üzerinden trenle Ankara’ya gelir. İstasyon ve çevresinde eşi görülmemiş bir halk kitlesi Menderes’i sevgiyle, coşkuyla karşılar. Bu tezahürat sırasında insanlar bindiği otomobili neredeyse havaya kaldıracak derecede Adnan Menderes’e yoğun sevgi gösterileri yaparlar. Karşılayıcılar arasında CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’de vardır. Ancak bu insani yaklaşım bile iktidar-muhalefet ilişkilerinin normalleşmesini temin edemez. Nitekim aradan bir ay bile geçmeden bu ilişkilerin yeni ve nihai sayfası açılır.
Yasal olarak 1961’de yapılması gereken seçimler yaklaşmaktadır. Bu seçimlere her iki taraf “kader anı” olarak bakmaktadır. CHP yönetimi bir seçim yenilgisine daha tahammüllerinin olmayacağını bilmektedirler. Mutlaka kazanmak kararlılığıyla kapsamlı bir çalışma programı hazırlanır. Genel Merkezden başlayarak, partinin bütün kademelerini içine alan disiplinli, sistemli ve yoğun propaganda ağırlıklı bir faaliyet başlatılır. 9 subay olayında tutuklanıp beraat eden ve emekliliğini isteyen Alb. Cemal Yıldırım Genel Merkezde kendisine tahsis edilen özel bir odada “harekât”ın başına getirilir.
İlk olarak Menderes’in uçak kazasıyla yükselen itibarını olumsuz etkilemek, partililerin morallerini yükseltmek amacıyla “Bahar Taarruzu” adı verilen bir programın uygulamasına geçilir. İsmet Paşa’nın 1922 Eylülünde Yunan Başkomutanı Trikopis’i teslim aldığı Uşak bu faaliyete anlamlı bir başlangıç yeri olarak seçilir. Genel Başkan İnönü çok geniş bir heyet ve kalabalık gazeteciler ordusuyla Uşak’a geldiğinde, DP’lilerin tepkisiyle karşılaşır. Bu tarz ziyaret ve toplantılarda olay çıkması propaganda tekniği bakımından CHP’nin işine gelmektedir. Böylece gazetelere yazılacak haber çıkıyor, yapılan konuşmaların bütün yurtta duyulması sağlanmış oluyordu.
Olaylar bundan sonraki aylarda da aynı doğrultuda devam etti. İsmet İnönü’nün gittiği Kayseri Yeşilhisar’da, Topkapı’da benzer çatışmalar yaşandı. Sonuçta 1960 yılına ülke genelinde hissedilen kutuplaşma ve çatışma ortamıyla girilirken, DP iktidarı durumu doğru değerlendirme becerisini gösteremedi. Üstelik 1960’ın Nisan ayında TBMM’de “Tahkikat Komisyonu” adıyla özel bir soruşturma süreci başlatmak suretiyle tarihi bir hata yaptı ve bir bakıma sonunu hazırlamış oldu.
Hükümet Türkiye genelinde yaşanan ortamın giderek şiddetlenen sosyal ve siyasal gerginliğin muhalefetin tanzimiyle oluştuğunu, bunun siyasi bir tertip olduğunu düşündüğünden durumu doğrudan yasama organı kanalıyla denetim altına almaya, Anayasa ve İçtüzükdeki imkânlar çerçevesinde bir Tahkikat Komisyonu kurmaya karar verdi. CHP örgütü bu sırada bütünüyle ayaktaydı. İktidarla basın arasında silahlı olmayan bir savaş durumu yaşanıyordu. Türkiye genelinde sürdürülen fısıltı kampanyasıyla hükümetle ilgili inanılmaz iddialar ortaya atılıyor, Menderes-Bayar ikilisinin Türkiye’yi sattığı, F.R.Zorlu’nun uluslararası komisyoncu olduğu, iktidar ve çevresinin yolsuzluk ve hırsızlığı organize şekilde yürüttüğüne ilişkin söylentiler yayılıyordu. Silahlı Kuvvetler içerisinde ise Menderes’in “ben orduyu Yedeksubaylarla da idare ederim” dediği, paltosunu generallere tutturduğu ağızdan ağıza dolaşıyordu.
Önergenin Mecliste müzakeresi sırasında ipler tam olarak koptu. CHP Genel Başkanı İsmet İnönü 27 Mayıs’a giden sürecin işaretlerini açıkça ortaya koydu: “…Eğer bir idare insan haklarını tanımaz, baskı rejimi kurarsa o memlekette ayaklanma olur… Eğer insan hakları yaşatılmaz, vatandaş hakları zorlanırsa, baskı rejimi kurulursa ihtilâl behemehal olur. Biz böyle bir ihtilâl içerisinde bulunamayız. Böyle bir ihtilâl dışımızda bizimle ilgisi olmayanlar tarafından yapılacaktır…. Bu yolda devam ederseniz ben de sizi kurtaramam. Şartlar tamam olduğu zaman milletler için ihtilâl meşru bir haktır.”
İnönü bu tarihten itibaren Türkiye’de yaşanacak olayları işaret ediyor ve hatta nasıl sonuçlanacağının tarifini veriyordu. Paşa’nın Silahlı Kuvvetler içindeki
hazırlıklardan haberdar olmadığı düşünülemez. Ancak iktidarın silah zoruyla devrilmesinin çok sakıncalı ve riskli olduğunun bilincindeydi. Bu yüzden 1957’de iletilen teklifi geri çevirmişti. İktidarın meşru zeminde cereyan eden mücadele yoluyla değiştirilmesinden yanaydı. Bunu sağlamak için parti olarak geniş ve kapsamlı bir kampanya yürütülmesine, iktidara karşı basının, üniversite mensuplarının, gençliğin, meslek kuruluşlarının içinde yer alacağı geniş bir cephe oluşturulmasına çabalamıştı. Her türlü imkânı seferber ederek ülkenin 1960 ın ortası gelmeden seçime gitmesini istiyordu. Oysa iktidar seçimlerin normal zamanında yapılmasından yanaydı. Tahkikat Komisyonunun kurulmasıyla başlayan dönemde CHP Genel Başkanı’nın çevresinden gelen telkinlerin, üniversitelerde yaşanan olayların etkisine girdiği, demokratik mücadele yöntemiyle sonuç almaktan ümidini kestiği, duyumlarını aldığı müdahale hazırlıklarının sonucunu beklemeye başladığı anlaşılıyor.
27 ve 28 Nisan’da İstanbul’da başlayan ve hemen Ankara’ya sıçrayan olaylarda polis ve gençler arasında yaşanan şiddete kan bulaştı. İki öğrenci öldü, bir çokları yaralandı ve sıkıyönetim ilan edildi. Olaylar takip eden günlerde Ankara’da Kızılay’da bulvarın bir kaç yüz metrelik belirli bir alanında sistemli bir şekilde sürdürüldü. Bu gösteriler doğal olarak Cumhuriyet Halk Partisi’nin kontrolünde yapılıyordu. İsmet Paşa’nın haber verdiği tepki ve direnişin ana merkezleri olan İstanbul ve Ankara’da sıkı yönetimin ilan edilmiş olması hiç bir şeyi değiştirmedi. Subaylar öğrencileri haklı bulduklarından önlemler konusunda fazla bir çaba gösterilmiyordu.
Bu arada fısıltı yoluyla yapılan propagandalar çok yoğun şekilde sürdürülüyordu. Yüzlerce öğrencinin katledildiği, cesetlerinin kıyma makinelerinde doğranıp atıldığı, iktidarın yandaşlarını silahlandırarak başta CHP yöneticileri olmak üzere muhaliflerin evlerinde katliam yapmaya hazırlandığı, Harp Okulu öğrencilerinin bir bahaneyle erken tatile çıkartılıp yolda tümüyle öldürülecekleri yaygın bir söylenti halinde ağızdan ağıza dolaşıyordu. Her şey sis perdesinin arkasında kaldığından insanlar bu iddiaların doğruluğuna inanabiliyorlardı. O kadar ki 27 Mayıs’tan sonra askerî yönetim Et-Balık Kurumu’nda, Konya Yolu’nda olduğundan şüphe etmediği cesetleri aramış, Devlet Başkanı Gürsel bu tarz iddiaların doğruluğundan kuşku duyulmamasını resmen söylerken Muhafız Alayı Komutanı ve MGK üyesi Albay Osman Köksal’ı “Osman yalan söylemez” cümlesiyle şahit yapmıştı. Ancak bütün bu iddiaların Göbbels’in tekniğine taş çıkartacak bir propaganda yöntemi ve malzemesi olduğunun kısa zamanda anlaşılmış olması bile yanılmış olduklarını itiraf etmelerine yeterli olmadı.
İktidar tehlikenin varlığını yakından hissediyor, büyük tedirginlik duyuyor, bir çok ihbarlar alıyor ancak bir askerî müdahaleye ihtimal vermiyordu. Orduda yaygın bir huzursuzluk olsa bile, üst düzeydeki komutanların bağlılığından emindi.
Kara Kuvvetleri Komutanı Org.Cemal Gürsel’in, görevinden izinli olarak ayrılırken Millî Savunma Bakanı Ethem Menderes’e sunduğu mektup Bakan ile Menderes arasında sır olarak saklanıyor, Bayar’a ve hükümet üyelerine duyurulmuyordu. Oysa Gürsel mektubunda ilginç öneriler yapıyor, bütün kötülüklerin Bayar’dan kaynaklandığını ileri sürüyor, onun derhal değiştirilip yerine Menderes’in geçmesi halinde ortamın düzeleceğini söylüyordu.
Bu mektup saklı tutulduğu gibi 21 Mayıs’ta Harp Okulu öğrencilerinin Kızılay’da yaptıkları yürüyüşün anlamı da doğru algılanmadı.
DP grubunda bazı milletvekilleri durumun ciddiyetinin farkındaydılar, endişeliydiler. Ortamı normalleştirmek, gerilimi düşürmek amacıyla teklifler yapıyorlar, görüşler öne sürüyorlardı. Başbakan Menderes bunları dikkatle dinliyor, gerekirse istifa etmesi dahil yeni düzenlemelere hazır olduğunu söylüyor ancak somut bir adım atmaya cesaret edemiyordu. Çünkü Cumhurbaşkanı Bayar, “kritik durumdayız, bu devrede hükümet değişikliğine gitmek içeride ve dışarıda fena tesir yapar” diyerek bu yöndeki girişimleri frenliyordu.
Menderes 26 Mayıs’ta sinirli ve gergin gittiği Eskişehir’te Tahkikat Komisyonu’nun görevini tamamladığını, sonbaharda seçim yapılacağını açıkladı; ancak artık çok geçti. Askerî müdahalenin çarkları çoktan dönmeye başlamıştı. 27 Mayıs sabaha karşı Ankara’da harekete geçirilen birkaç birlik ile Harp Okulu Öğrenci Alayı belirlenen stratejik yerleri süratle kontrol altına aldı. İstanbul’da da buna paralel operasyonlar yapıldı. Gün ışırken Ankara ve İstanbul Radyolarından okunan ihtilal bildirileri on yıllık DP iktidarının devrildiğini, silahlı kuvvetlerin yönetime el koyduğunu, Türkiye’ye ve Dünya’ya ilân ediyordu.
Bayar Çankaya Köşkü’nde, Menderes Kütahya yolunda yakalanıp Harp Okulu’na getirildiler. Başta Bakanlar ve Milletvekilleri olmak üzere, ihtilalin önemli isimleri, bürokratlar ve yöneticiler evlerinden alınarak aynı yerde toplandılar.
Cemal Gürsel’e harekât İzmir’deki evinde 27 Mayıs sabahı duyuruldu. Buraya emekli olma kararıyla gelmiş olan Gürsel, Millî Birlik Komitesi adı verilen ihtilal yönetiminin başına geçmek üzere özel bir uçakla Ankara’ya getirildi.
MBK yönetime el koymuş, ancak nasıl bir yol izleyeceğini belirlememişti. Bu hususta üniversite hocalarına çok güveniyorlardı. Yıllardır sürüp gelen rejim tartışmaları ve son gelişmeler bağlamında, demokratik hak ve özgürlükleri güvenceye alacak sağlıklı bir anayasanın yapılması için hocaların gerekli hazırlıkları bulunduğundan emindiler. Bu güven içinde Ankara’ya çağırdıkları profesörlerle yani Sıddık Sami Onar, Hüseyin Nail Kubalı, Tarık Zafer Tunaya, İsmet Giritli, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Ragıp Sarıca gibi çok değer verdikleri “ulema” ve “uzman”larla toplantılar yapıldı.
Şöhretli isimlerden oluşan ve askerler nezdinde bilirkişi konumunda bulunan alimler heyeti devrilen iktidar mensuplarının mutlaka Türk Ceza Kanunu’nun 146-1.maddesi uyarınca yargılanmalarının gerektiğini öncelikle tavsiye etti. Çünkü, hocalara göre iktidar Anayasa’yı çiğnemiş, suç işlemişti. Bu kapsamda yargılanmamaları durumunda ihtilali yapanlar Anayasa’yı ihlal etmiş olacaklar ve suçlu duruma düşeceklerdi.
Oysa MBK içindeki hakim eğilim farklıydı. DP’nin önde gelen ve olayların sorumlusu sayılan belirli sayıdaki yöneticilerini yurt dışına çıkarmak, kalanlarla ilgili yasal bir işlem başlatmamak ve hayatı bir an önce normalleştirmek istiyorlardı. Üniversite hocalarının tavsiye olmanın ötesinde ileriye dönük bir nevi tehdit taşıyan telkinleri sonucu “topyekün suçlu” sayılan DP’lileri yargılamak üzere “Yüksek Adalet Divanı” adı verilen özel bir mahkeme kuruldu. Sanıklar Yassıada’ya sevk edildiler. 14 Ekim 1960’da başlayan duruşmalar 15 Eylül 1961’de sona erdi. 15 sanığa idam, 31 kişi için müebbet hapis cezası verildi. Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın cezaları onaylandı ve infaz edildi.
27 Mayıs nedir; hükümet darbesi midir, askerî müdahale midir, ak devrim midir? Olayın niteliğini ve anlamını belirleyecek bu tarz sorular ilk günlerin heyecanı ile bir süre hararetle tartışıldıktan sonra çoktandır düşünme gündemimizin dışında kaldı. Ancak hangi açıdan ve ne tarzda değerlendirilirse değerlendirilsin 27 Mayıs olayı tarihimizin en ciddi kırılma noktalarından biridir. 14 Mayıs’ta iktidar imkanlarını kaybeden geleneksel merkez, askerî ve sivil bürokrasi, on yıl aradan sonra bu konumunu müdahale yoluyla yeniden elde etti. Bu sonuç ülkemizde sandıktan çıkan tablo ne olursa olsun, sırf buna dayalı bir iktidarın her şeye muktedir olmadığını, yönetebilmek için başka faktörlere ihtiyaç bulunduğunu net biçimde ortaya koymuş oldu.
İkinci Meşrutiyet ile birlikte siyasetin içinde yer alan ve doğrudan etkili olan asker Atatürk’ün engin ferasetiyle aslî görevine dönmüş, kışlasına girmişti. 27 Mayıs askerin Cumhuriyet döneminde kışlasından ilk çıkış harekatıdır. Sivil kesimlerin ülkeyi yönetemediği, gerekli beceriye sahip bulunmadığı inancıyla yeniden siyasi alana girme ihtiyacı duyan asker, kendine biçtiği misyonunu benimsediğinden kışlasına dönmekte çok zorlandı. Nitekim 27 Mayıs’tan sonra Türkiye’de 22 Şubat, 21 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat gibi amacına ulaşan veya ulaşmayan, hatta bir kısmı kamuoyunun bilgisi dışında kalan seri halinde sarsıntılar, artçı depremler, müdahaleler yaşadı. Bütün bu girişimler amacına ulaşsa da ulaşmasa da, sonuçta her safhada demokrasimiz ciddi şekilde zedelendi. Halkın tercih ve iradesinin üzerinde başka etkenlerin, faktörlerin varlığı demokratik düzenin işleyişine ilişkin haklı kuşkular doğurdu. Müdahalelerin her biri yönetim kademelerinde ve siyasi kadrolarda toplu tasfiyelere yol açtığından, demokrasilerin aslî unsurlarının başında gelen siyasî partilerde siyasal ve kurumsal gelenek, kadro silsilesi oluşmadı; tarih, tefekkür ve ideolojik ortamdan, derinlikten mahrum bırakılan siyasi kuruluşlar bu tablonun bir sonucu olarak siyasi hayatın kendi kuralları içerisinde maya tutmasına, demokratik omurgayı oluşturmasına doğal olarak fazla katkı sağlayamıyorlar.
Yassıada Mahkemesi’nin kararları toplumun büyük çoğunluğu tarafından hukuki, vicdani ve haklı bulunmadı. Bir süre sonra baskı ortamı ortadan kalkınca Menderes’in naaşının halkın geniş katılımıyla, büyük bir sevgi ve saygı halesiyle Topkapı’daki anıt mezarına nakledilmesi, Celal Bayar’ın Yassıada kararlarından 21 yıl sonra vefatında cenazesinin çok anlamlı bir görüntüyle komutanlarımızın elleri üzerinde yükseltilmesi bu kararlara karşı millet vicdanında oluşan ve nesiller boyu süreceği anlaşılan ıstırabın, tepkinin, telinin ibret verici görüntüleriydi.