PKK NE İSTİYOR?
Nisan 2007 | Sayı: 236
Nuri GÜRGÜR
Bir Nevruz gerginliği daha geride kaldı. PKK’nın bugüne mitolojik bir anlam yüklemeye çalışarak başkaldırı gösterisi yapma kararı aldığı son yirmi yıldan beri, aynı sahneler tekrarlanıyor. Türkiye her 21 Mart’a doğru sistemli şekilde tırmandırılan gerginlik ortamında, tedirgin bir bekleyişe sürükleniyor.
Devletin yönetim kademeleri, valiler, kaymakamlar, güvenlik güçleri alarma geçiyor; bütün işler bir yana bırakılarak Nevruz’un kanlı gösterilere dönüşmemesi, çatışma çıkmadan geçiştirilmesi için yoğun önlemler alınıyor. PKK ve yandaşları bu yılda gösterileri Diyarbakır ağırlıklı, üç ana merkezde topladılar. Diğer yerlerdekileri örgütün varlığını duyurma girişimiyle sınırlı tuttular. Çatışma ve taşkınlığın yeni stratejileri bağlamında kendilerine yarar sağlamadığını, zarar gören esnafın ve çalışanların, açıkça ifade edemeseler bile, eylemlerin bu tarzından hoşlanmadıklarını gördüklerinden, bu yıl gösterilerini meydanlardan taşırmamaya özen gösterdiler. Türkiye’li liberal aydınlar, yapılan konuşmaların içeriğini tümüyle bir kenara bırakarak çatışma yaşanmamasını görüşlerinin teyidi olarak nitelendirdiler ve takdirle karşıladılar. Bu tabloları “… barışın ve huzurun çağrısı” ilân ettiler. “…Ufak tefek asayiş olayı dışında bu yılın Nevruzu uyanan baharla uyumlu, barış ve kardeşlik bayramı olarak kutlandı. Bugün karşımıza çıkan barış tablosu üzerinde en çok emek ve pay sahibi olanlar, başta DTP’liler olmak üzere Kürt siyasetinin önde gelen simaları idi… Uzun zamandır barış çağrısı yapan, üniter yapı içinde çözüm arayan DTP’li siyasetçiler ve Kürt entelejansiyasının samimiyeti kanıtlandı”.
Bu görüşleri öne sürenler, hazin bir aymazlık içerisinde, başta Diyarbakır olmak üzere meydanlardan verilen mesajların anlamını düşünme ihtiyacı duymuyorlar. Çevreye saldırılmamasını, cam-çerçeve kırılmamasını, önceki yıllardaki gibi Türk bayrağının yırtılıp yakılmamasını yeterli görüyorlar ve avuçlarını patlatırcasına alkış tutuyorlar.
Oysa Öcalan’ın yeniden yargılanma talebinin reddedilmesinden sonra isteklerinin siyasî plânda olabildiğince yüksek tonda dillendirmek, ulusal ve uluslararası gündemin ilk sıralarına yerleştirmek isteyen örgüt, Nevruz gösterilerinde kesinlikle geri adım atmış değil. Farklı zeminlerde yapılan diğer çıkışlar bir yana bırakılsa bile, sadece Diyarbakır’daki Ahmet Türk ve Leyla Zana’nın konuşmaları etno-milliyetçi Kürt hareketinin boyutunu ve PKK üzerinden yürütülen politikaların amacını açıkça sergiler niteliktedir.
DTP Genel Başkanı Ahmet Türk “Biz bu ülkede özgür ve eşit yurttaşlar olma arzusundayız, köle olmayı kabul etmiyoruz… Sorunları diyalog, uzlaşı ve sivil demokratik projelerle çözmeliyiz” dedikten sonra Irak’taki herhangi bir müdahalenin kendilerini inciteceğini, tehditlerin herhangi bir sonuç vermeyeceğini söylüyor ve ekliyor . “…Bizim yüzümüz bu ülkeye dönüktür. Parti olarak, siyaset olarak, halk olarak talebimiz budur”.
Uzun zamandır geri plânda tutulan Leyla Zana bu yıl öne çıkarıldı; örgütün mesajları onun ağzından verilmek suretiyle dünya medyalarında daha fazla yer almasına çalışıldı. Zana kendisinden bekleneni örgütsel deneyimlerinden yararlanarak, kelimelerini özenle seçerek yaptığı konuşmasında başarıyla yerine getirdi.
“Biji serok Apo” sloganlarıyla kürsüye gelen Leyla Zana “eskiden Kürtlerin lideri yoktu, ama artık Kürtlerin üç lideri vardır” dedikten sonra “bunlardan biri mam Celal’dir (Celal Talabani). Başkan Celal Talabani Irak Devlet Başkanıdır ve Kürtler olarak hepimizin lideridir. Diğeri Kürdistan lideri Mesut Barzani’dir. Üçüncüsü de hepimizin bildiği gibi Abdullah Öcalan’dır” sözleriyle hiyerarşik bağlantılarını açıkça ortaya koydu.
Zana, barış içerisinde bir arada yaşama arzularını ifade bağlamında şartlarını da belirtiyor ve Kürtlerin eşit koşullarda ve kimliklerini koruyacak bir birlikteliğe hayır demeyeceklerini söylüyor.
Kelimeleri ustaca makyajlayarak, barış, özgürlük, eşit yurttaşlık gibi kimsenin itirazı olmayan kavramları esnetip farklı anlamlara kaydırarak esas niyetlerini örtmeye çalıştıklarını, böylelikle özgür ve meşru çalışma ortamı ve anayasal güvence aradıklarını görmemek için ya ileri derecede görme özürlü veya işbirlikçi olmak gerekir.
Amaçlarını daha açık nasıl anlatabilirler? Bir kaç aşamalı stratejik plânı herkesin gözünün içine baka baka uygulamaya çalışıyorlar. Türkiye bu tarz bir denemenin yabancısı değildir. Bunun bir benzeri 1960’lardan sonra ülkemizde sol-sosyalist hareketlerde denenmişti. O dönemin Marksist-Leninist aktivistleri nihai amaçları olan Komünist rejimin bir anda kurulmasının imkânsızlığını kabul ettiklerinden, bunu aşamalı bir proje olarak uygulamaya çalıştılar. Millî Demokratik Devrim adıyla ilk hamleyi yapıp, elverişli bir sosyo ekonomik altyapı ve siyasal rejim kurmayı, ardından sosyalist devrime geçmeyi, sonra da komünist bir toplum yapısına ulaşmayı tahayyül etmişler; bu yöndeki çabalarıyla Türkiye’yi yirmi yıl süresince kanlı ve kaotik iç çatışma ortamına sürüklemişlerdi. Bu ideolojik damardan gelen Öcalan ve şürekâsı bu defa İmralı yargılamaları sırasında silahlı mücadele yöntemiyle başarıya ulaşamayacaklarını açıkça kabul ettiler. Siyasal zeminde çalışmayı esas alan, ancak örgütün silahlı grubunu baskı ve tehdit unsuru olarak devam ettiren yeni bir stratejiyi uygulamaya koydular, bu bağlamda kademeli bir plân uygulanıyor. Bir taraftan Kuzey Irak’ta ki yönetimle bağlantılar güçlenip derinleştiriliyor, bölge insanlarının zihinlerine esas hiyerarşik merkezin orası olduğu, Talabani’nin ve Barzani’nin üst düzey liderler olarak benimsendiği, burada fiilen oluşturulan Kürt devletiyle kader birliği yapıldığı güçlü şekilde yerleştiriliyor. Diğer taraftan ülke genelinde demokrasi ve özgürlük adı altında etnik bilincin oluşmasını sağlayacak anayasal ve yasal çalışma ortamı kurulmak isteniyor. Kürtçe’nin ikinci bir resmi dil olarak kabullenilmesi isteniyor. AB kriterleri şemsiyesi altında bu talepler olup bittiye getirilmek, idari reformlar cümlesinden yerel yönetimlerin yetkileri genişletilmek, Türkiye’nin federatif bir yönetimle paylaşılmasının alt yapısı hazırlanmak isteniyor.
Türkiye’li aydınlardan bir grup Nevruz vesilesiyle yayınladıkları bildiride, bugünün “barış bayramı” olmasını teklif ediyorlar. Rıza Zelyut’un dediği gibi bu masumane bir talep değildir : “Nevruz bahar bayramıdır, bunu barış bayramına çevirmek masum gibi görünse de PKK’nın jargonunu kabul etmek demektir. Unutmamak gerekir ki barış ve savaş zıtların birliği ilkesi sonucu iç içedir. Bahar bayramını terimsel değişikliğe uğratmak da PKK’nın yapmak istediği temel dönüştürmedir. Bölücü teröre karşı çıkmak, onun terimlerini kabul etmek değil geçersiz kılmakla mümkündür”.
Türkiye’li liberal aydınlar örgütün Leyla Zana’nın ağzından dillendirdiği üçlü liderlik anlayışının ve “Talabani Irak’ın Devlet Başkanı ve hepimizin lideridir” ifadesinden ne anladıklarını açıkça belirtmek mecburiyetindedirler. Bu konuşmanın kritik bölümlerini görmezden gelerek barış ve kardeşlik kelimelerinin telaffuzunu iyi niyet karinesi olarak görmek kesinlikle kaçamak yapmaktır. Aynı doğrultuda örgütün iyi niyetli ve anlaşmaya yatkın olduğunu ileri sürmek PKK’nın meşruiyet kazanma çabalarına destek olmaktır. Örgütün sempatizanlarının, yandaşlarının bunu özellikle yapmaya çalıştıkları kimsenin meçhulü değildir. Özellikle son dönemlerde kimliklerini gizleme gereği bile duymadan, bildiriler imzalıyorlar, konuşup yazarak görevlerini yapmaya çalışıyorlar. Bir kısım aydınların bazı psikolojik ve sosyal nedenlerle veya entelektüel saplantılarla bu kervanda yer almaları bugün için anlamını idrak edemeseler bile kendi hesaplarına tam bir talihsizliktir. Bu gruptakiler artık tercihlerini, cenahlarını belirlemek zorundadırlar. Bazı etkili çevrelerin iltifatları ve alkışlarının cazibesine kapılarak, kendilerine sunulan çeşitli imkânların etkisinde kalarak dürbüne tersinden bakmakta daha fazla ısrar ettikleri takdirde milletimizin vicdanında oluşacak “işbirlikçi” hükmüne müstehak olacaklarını ve nesiller boyu bu yaftayı boyunlarında taşıyacaklarını bilmelidirler.