ŞER EKSENİNDE BULUŞANLAR


Mart 2007 | Sayı: 235
Nuri GÜRGÜR


Irak, ABD’nin 21.yüzyılda küresel üstünlüğünü sürdürmek, enerji kaynaklarına hükmetmek amacıyla 11 Eylül’den sonra uygulamaya koyduğu güce dayalı “Amerikan yüzyılı” projelerinin en sıcak alanı olmakta devam ediyor. Bölgemizdeki bu gelişmelerin ülkemizi doğrudan ilgilendirdiğini, bekamız, güvenliğimiz ve iç istikrarımız açısından hayatî önem taşıdığını, ne yazık ki, vaktinde algılayamadık.

Ülkemizde son aylarda yaşanan olaylar ve bunlara ilişkin tartışmalar aydın problemimizin ciddiyetini bir kere daha ortaya serdi. Basın ve televizyonlar, kontrolleri ellerinde bulunduran kesimlerin yönlendirmesiyle, karşı oldukları görüş ve düşüncelerin fütursuzca suçlanıp çarmıha gerildiği birer “infaz arenası” na dönüştürüldü. Medyada egemen olan birkaç patronla, onları ilan-reklam kanalından besleyip yaşatan TÜSİAD patentli büyük sermayenin, çoğunluğu 68’li yahut 78’li dünün son militanlarına bu derece etkili alanlar sunmaları düşündürücü bir tablodur.

Toplumun geniş kesimlerinin Hrank Dink’in katledilmesine insanî mülahazalarla gösterdiği tepki, duyduğu üzüntü esas mihverinden süratle çıkarıldı; Türk milliyetçiliğine yönelik yoğun bir psikolojik saldırının başlatıldığı politik ve ideolojik bir zemine kaydırıldı.

Sanıkların kimliği, kişiliği, bu tarz eylemlerin yapılabileceği ihtimalini hesaplayıp, önlemler almakla yükümlü makamların inanılmaz yetersizliği bir kenara bırakılarak, doğrudan milli hassasiyetlerin hedef alınması şüphesiz tesadüf değildir.

Öncelikle Trabzon halkı bu yoğun psikolojik saldırıyla sindirilmeye çalışılarak, pek çok bakımdan önemli özellikleri bulunan bu kritik bölgede toplumsal direnç kırılmaya, dikkat ve hassasiyetler törpülenmeye çalışılıyor.

Sistematik şekilde kurgulanan bu ortamda Mersin’deki yemin töreninin ve aylarca önce çekilen görüntülerin medyada yayınlanması, birinci gündem maddesi yapılması tesadüf olabilir mi?

Mersin tıpkı Trabzon gibi kritik bölgelerimizden biridir. Son otuz yıllık dönemde burada Güneydoğu kaynaklı kitlesel göçün sonucu demografik açıdan köklü bir değişim yaşandı. Değişimin şehrin ekonomisini, sosyal ve kültürel yaşantısını nasıl etkilediğini herkes kolayca görebiliyor. Mersin ve Adana gibi stratejik önemi her açıdan büyük iki merkeze yönelen bu yoğun göçün, sadece ekonomik zaruretlerden veya güvenli bir yaşama alanı arama ihtiyacından kaynaklandığı düşünülemez. PKK bir taraftan Kuzey Irak’taki Mahmur Kampı gibi, yapay bir “üs-kent” oluştururken, diğer taraftan bu şehirlere göç eden insanların arasına sızdı. Dikkatli hazırlanmış bir plân çerçevesinde, organize ettiği militanlarıyla etnik gettolar oluşturmaya çalıştı. Böylece son yıllarda Adana’nın belli mahalleleri ile Mersin’in sokakları PKK’lıların gösteri alanı haline geldi. Vesileler oluşturularak kadın ve çocukların özellikle ön plâna çıkarıldığı gösteriler düzenleniyor, güvenlik güçlerine saldırılıyor, “intifada” denemeleri yapılıyor.

Mersin ve Adana’da sık sık “biji APO” sloganları atılıp, PKK yüceltilmeye çalışılırken, buralarda yaşayan insanların vatandaşlık bilinciyle, devlete sadakat gibi doğal duygularla oluşan tepkilerini anlamamazlıktan gelmek, PKK’lıları demokratik haklarını kullandıkları gerekçesiyle haklı sayarken tepki gösterenleri suçlamak aymazlığın ötesinde anlamlar taşıyor.

Üç yıl önce örgütün artık klasik yöntemi haline gelen ve Nevruz vesile kılınarak düzenlediği gösterilerde, Türk bayrağının yerlere atılarak çiğnenmesini Türkiyeli aydınlar unutsa bile, bu ülkenin sahibi insanlarımız yani milletimiz hatırlıyor. Bu olayların yaşandığı Mersin, PKK terörüne yüz yetmiş sekiz genç evladını şehit veren bir bölgemizdir.

Mersin’in bütün bu özellikleriyle kritik bir alan olduğunu göz önüne almak, gereken dikkati göstermek, bir kaç yıldır ortaya çıkan bazı çıkışların ve yapılanma denemelerinin anlamını düşünmek gerekiyordu. Bir derneğin üyelik yemin töreni diye kamu oyuna sunulan çocuksu ve saçma ritüellerin patolojik problemli bir kaç marazi tipin sergilediği görüntünün milliyetçi düşünceyle irtibatlandırılmaya çalışılması ucuz bir kurnazlıktır. Normal ruh haline sahip olmadıkları açıkça görülen bu gibi psikiyatrik tiplere aslında her toplumda rastlanabiliyor. Kurumsal yapıları sağlam ve istikrarlı olan, iyi işleyen gelişmiş ülkelerle sorumlu kişi ve makamlar görevlerinin bilincinde olduklarından, meydan ne marazi tiplere ne de düzeni bozmaya, devleti yıkmaya, ülkeyi parçalamaya çalışan örgütlerin militan ve yandaşlarına bırakılır; yasalar eksiksiz uygulanır, kurumlar arasında ahenkli bir dayanışma ve işbirliği kurulur. Kısacası devletin varlık sebebi tartışma konusu yapılmaz.

Türkiyeli aydınların bu son olayları ideolojik zemine kaydırarak destek unsuru şeklinde kullanma çabalarının somut örneklerinden biri de 301.maddeyle ilgili tartışmalarda yaşanıyor. Bu maddeyi “katil” diye ilan ettiler; içeriğini tartışmak gereği bile duymadan infazına geçtiler.

Türkiyeli aydınların en fazla maddedeki Türklük tanımlamasından gocundukları görülüyor. Aslında asıl niyetleri kamuoyunu ve iktidarı baskı altına alarak maddenin tamamının kaldırmaktır. Bunu başaramazlarsa her tarafa çekilebilecek muğlak ifadelerle işlemesini önlemek istiyorlar. Ancak bununla da yetinmeyecekleri, 301 konusunda başarı sağlamaları halinde Türk Ceza Kanununun millete, devlete, hükümete, başlıca kamu kurumlarına hakareti önleyen başka maddelerine yöneleceklerini tahmin etmek zor değil.

Gerçekleri gizlemek hususunda son derece becerikli oldukları ve bunu sağlayacak medya gibi güçlü bir enstrümanı el altında bulundurdukları ortada. Toplumun büyük kısmı sırf bu sebeple yeterli bilgiye sahip olamıyor. Çokları Hrant Dink’in yahut Orhan Pamuk’un 301’den yargılandıklarını, bu maddeyle ağır ve yeni hükümler getirildiğini sanıyor.

Oysa Brüksel’in talimatları doğrultusunda birbiri ardına çıkarılan uyum yasaları furyasında 301. madde, eleştirilen 159.maddenin yerine ikame edildi. Böylelikle fikir ve düşünce özgürlüğünün alanlarının genişletildiği düşünüldü. Nitekim Meclis’te görüşülürken ne Avrupa Birliği’nden, ne de Türkiyeli aydınlardan herhangi bir itiraz işitilmedi. Maddenin ya tümüyle yahut benzer hükümleriyle tüm Avrupa ülkelerinde var olduğunu herkes biliyor. Ama bir çokları tersini iddia ediyor. Çünkü esas meseleleri normal bir eleştiri yapma ortamını sağlamak yahut düşünce özgürlüğünü teminat altına almak değil. Bu maddenin büsbütün kaldırılmasını savunanlardan Dicle Üniversitesi’nde görevli bir öğretim üyesinin yazdıkları son derece açık ve düşündürücü bir örnektir:

“İnsanların devletin resmî söyleminden ya da uygulamalarından duydukları rahatsızlıklar ve uğradıkları haksızlıklar nedeniyle öfkeye kapılıp devletin değer ve kurumlarına yönelik hakaret içeren sözlerini, demokratik toleransın bir gereği olarak kabul etmek gerekir. Demokratik bir toplumda kutsallık zırhına bürünmüş bir devlete, onun değer ve kurumlarına sözlü saldırılarda bulunmayı yasaklamanın meşru bir gerekçesi yoktur.” *

Aslında bütün bu tartışmalar ilginç bir cepheleşmenin varlığını ortaya koyuyor. Eski solcu yeni liberal aydınların öncülük ettiği bu cepheleşmenin önemli özelliklerinden biri, devlete karşı 70’li yıllardaki militanlık dönemlerinden kalan kronik husumetleridir. Bu duygularını liberal ve özgürlükçü makyajların altında özenle koruyorlar.

Bu kesimin öncelikli meselesi devletin başlıca işlevlerini etkili şekilde yerine getirmesi amacıyla çağdaş bir yapıya kavuşturulması, ıslah edilmesi, bürokrasinin azaltılması, özgürlük alanlarının genişletilmesi, adil ve hukuka bağlı bir düzenin kurulması değil. Devlet tarafından ezildiklerini, bu esnada milletin kendilerini anlayıp desteklemediğine inanıyorlar. Bu duyguların şuur altlarında biriktirdiği öfke evrensel ve popüler değerler üzerinde dillendiriliyor; itiraz edenler derhal çağdışı, şoven, statükocu, milliyetçi ve benzeri sıfatlarla suçlanıp devre dışına itiliyorlar.

Bu cepheleşmenin bir diğer kesimini kozmopolitizm ekseninde buluşan gruplar oluşturuyor. İki yüz yıllık modernleşme tarihimizin önemli damarlarından biri olan bu kesimdekiler, Batıdaki bazı felsefî sistemlere özenerek, insanlığın tek yönlü evrenselci bir ilerleme sürecini yaşamakta olduğuna, sonunda ya insaniyetçi, hümanist bir potada, ya Comte’un tahayyül ettiği şekilde, bilimsel bilginin hakikate ulaşmanın tek yöntemi olduğuna inananların, pozitivist müminlerin meydana getirdiği bir aşamada ya da proleteryanın egemen olduğu komünist ütopyada buluşacağını düşünüyorlar. Maddeci, pozitivist zihniyetleri sebebiyle, milliyetçilik gibi aşkın bir değer sistemine dayanan, imanıyla, kültürüyle, gelenekleriyle manevî derinliği bulunan, kimliğini mensup olduğu millete göre tanımlayan bir düşünceye karşı olmaları yadırganmamalıdır. Milliyetçiliği “öteki” diye algılarken, kendilerine ilerici, aydın, demokrat, dürüst ve ahlâklı ilân ederek toplum nezdinde itibar kazanmayı, fikir ve düşünce dünyasında hegemonya kurmayı umuyorlar.

Bu arada bazı siyasal İslamcı grupların, şaşırtıcı bir tavır sergileyerek, savundukları görüşlere ters düşmesine aldırmadan, aşırı pragmatist tercihlerle bu cephede yer aldıkları görülüyor. Uzun yıllar ikinci sınıf vatandaş muamelesine muhatap olan, sosyal ve ekonomik imkânlardan fazla pay alamayan, kırsalda ve periferide sıkışıp kalan bu kesimler, 80’lerden sonra gelişen serbest piyasa ekonomisinin hazırladığı ortamdan geniş ölçüde yararlandılar. İşlerini büyütüp zenginleştiler; bir yandan merkeze yönelirken diğer yandan dışarıya açılmanın yollarını keşfettiler. Böylece ticari ve ekonomik alanlarda hızla genişleyip çoğaldılar. Bu arada daha önemlisi bu büyümeye kolektif hareket ve işbirliği bilincini eklemeyi başardılar. Böylece sosyal ve ekonomik alanlarda derinleşme imkânı buldular. Sonuçta varlıklarını uzun süre görmezlikten gelen büyük sermaye nezdinde etkili ve saygın muhatap konumuna gelecek ivmeyi yakaladılar.

Ancak sosyal ve ekonomik konumlarının değişmiş olmasını yeterli bulmuyorlar. Geleneksel düzen nezdinde kendilerini belirli ölçüde güvencede hissedecekleri, sadece ticari işletmelerle değil sosyal, siyasî ve fikrî bütün faaliyetlerinde meşruiyetlerinin tartışılmayacağı huzurlu bir ortam arıyorlar. Bunun kestirme yolunun büyük sermaye çevreleriyle, medyanın bürokrasi ve siyasetin etkili isimleriyle, entelektüel merkezlerle dostluk ve ilişki kurmak olduğuna inanıyorlar. Bunu sağlamak amacıyla yurt içinde ve dışında yoğun çaba sarf ediyorlar. Yakın zamana kadar Masonik bulup eleştirdikleri uluslararası özel toplantılara katılmakta tereddüt etmiyorlar.

Bu üslup ve statü değişimi, özellikle basın ve televizyonlara birlik ve dayanışma tabloları şeklinde yansıyor. Taraflar bu sıcak ilişkilerden geniş ölçüde yararlanıyorlar. Herkes kendine düşen payı almaktan mutlu görünüyor. Birileri iyi paralar kazanıp ceplerini doldururken, diğerleri de boş durmuyor; sıfatlarını, makamlarını, imkânlarını çok önemseyip özendikleri insanların varlığını yanlarında hissederek güçlendiklerine inanıyorlar.

Bu tarz birliktelik yahut daha yalın bir ifadeyle “cepheleşme” sadece fikir, inanç ve felsefe alanlarıyla sınırlı kalsaydı fazla problem olmazdı. Ancak Türklüğü kültürel bir şemsiye, alt kültürlerin yurttaşlık bilinci içerisinde buluşmalarını sağlayan üst kimlik olarak kabullenmek istemeyen ırkçı ve bölücü Kürt milliyetçiliği ile bu kesimler arasında kurulan işbirliği ve dayanışma, “cepheleşmeyi” tahripkâr ve tehlikeli kılıyor. Kürt sorununun ancak Cumhuriyetin kimliğinden, kuruluş ilkelerinden ve mevcut anayasal düzenden yapılacak fedakârlıklarla çözümleneceğini koro halinde öne sürüyorlar. Demokrasi, barış, insan hakları gibi karizmatik kavramları çok sık kullanarak müşterek bir retorik geliştiriyorlar. Bu dili özellikle yayımladıkları bildirilerde sık sık tekrarlıyorlar.

Şimdiye kadar kimsenin Kürt asıllı olmasını problem yapmadığı Yaşar Kemal’in, PKK teröristlerini “gerilla” diye tanımlayıp meşru sayması, bölgedeki kırk civarındaki belediye başkanının örgütün siyasî temsilcileri gibi konuşmaları, PKK’nın legal kanadı şeklinde hareket eden siyasî parti yöneticilerinin amaçlarını açıkça ilân etmekten çekinmemeleri, bu birliktelik potasındaki gruplardan hiç birini rahatsız etmiyor. Bu yüzden kültürel haklar, demokratikleşme ve benzeri sloganlarla süslenen, satır araları buram buram ayrışma ve Kürtçülük kokan bildirileri göz kırpmadan imzalamakta tereddüt etmiyorlar.

Ancak ne yaparlarsa yapsınlar millî direnci yok etmeyi başaramıyorlar. Toplumun geniş kesimlerinden destek bulamıyorlar. Günümüz şartlarında milletin bekasının ancak milliyetçilikle mümkün olabileceğini, bunun ontolojik (varlıksal) olgu anlamına geldiğini gelişmeler açıkça gösteriyor.

Bölücü örgütün güdümünde olmayan, kışkırtmalara kapılmayan, bu topraklarda bin yıldır aynı kaderi paylaştığımız Kürt asıllı kardeşlerimizin aslında Türk üst kimliğini dışlamak gibi bir sorunları yok. Çünkü bunun tarihten yani birlikte oluşturulan millî kültürden kaynaklandığının farkındalar. Mimarisiyle, musikisiyle, sanat ve edebiyatıyla, Itri’si ve Mevlana’sıyla, Hacı Bektaş’ı Yunus Emre’siyle, Dadaloğlu ve Pir Sultan Abdal’ıyla, Selimiye ve Süleymaniye’siyle, adet ve gelenekleriyle bütün bu zenginliği reddetmenin çılgınlık olduğunun farkındalar. Problemin siyasal alana münhasır kalması, toplumsallaşmaması, en acılı olaylarda bile bu ülkenin insanlarının birbirlerine karşı etnik husumet duymamaları tesadüf değildir.

Türkiyeli aydınların bölücü fitneye çanak tutan, besleyip teşvik eden tavırları çözümü zorlaştırıyor. Üstelik bu çevrelerin telkinleriyle hareket eden siyasî iktidar, etnik siyasî beklentilerin, PKK ve DTP’nin taleplerinin, Türkiyelilik yahut anayasal vatandaşlık gibi siyasî hukukî tanımlamalarla karşılanacağını zannederek vahim yanlışlar yapıyor. Kürt etnikçiliği, en yetkili ağızların anlamını ve etkisini hesap etmeden yaptığı açıklamalardan cesaret alıyor ve giderek saldırganlaşıyor. Diyarbakır DTP Başkanının Kerkük’e ilişkin sözlerinin, Türkiye Devleti’ni muhatap almadığı aşiret reislerinin resmi konuk statüsünde bu şehre davet edilmelerinin ne anlama geldiğini herkes iyi düşünmelidir.

* Prof.Dr.Fazıl Hüsnü Erdem, Yeni Şafak Gazetesi 8 Şubat 2007*