ÇOCUKLARIMIZIN GENÇLERİMİZİN SAHİPSİZLİĞİNİ NE ZAMAN GÖRECEĞİZ


Nuri Gürgür
Türk Yurdu Dergisi (Aralık 2006)

Ülkemizin önemli addedilen iç ve dış meselelerinin arasında eğitim konusu birinci sırada yer almakta, hatta bunun da ötesinde pek çoğunun kaynağını oluşturmaktadır. Hemen her gün gazetelere yansıyan şiddet içerikli okul haberleri, bu alanda sadece nitelik olarak değil, başka bakımlardan da çok ciddî ve kapsamlı problemlerin varlığını işaret ediyor.


İçişleri Bakanlığı Strateji Merkezi Başkanı Dr. Sait Vakkas Gözlügöl’ün bir süre önce sunduğu Meclis Komisyonu raporunda bu hususa ilişkin önemli uyarılar yapılıyor: “Suçlu çocuklar her geçen gün daha fazla çeteleşme sürecine giriyor. On beş yıl öncesine dayanan ve sosyo-ekonomik sorunların ortaya çıkardığı bu olgu çözümlenemediği takdirde, on yıl sonra çok daha büyük ve organize suç potansiyeliyle karşı karşıya kalacağız. Üstelik o dönemde işlenecek suçların profili veya niteliği kapkaç suçlarını aratacak noktaya gelecek”.

Bu ürpertici tespitlerin dayandığı somut veriler var. İnsanlarımız hangi siyasî eğilimde yahut düşüncede olurlarsa olsunlar, artık bunları bilmeleri ve üzerinde ciddiyetle durup düşünmeleri gerekiyor.

Türkiye’de korunmaya muhtaç altı milyon çocuğun olduğu tahmin ediliyor. 6-17 yaş grubunda 1,6 milyon çocuk çeşitli iş kollarında, 4,8 milyon çocuk evlerde hizmetçi veya bakıcı olarak yani vesayet ve güvenceden büyük ölçüde mahrum çalışmak zorunda kalıyor.

Sokaklarda en az iki yüz bine yakın çocuğumuz yaşıyor. Kritik bir bölge olan Diyarbakır’da altmış bin, İstanbul’da yirmi bin civarında çocuk sokakları mesken tutmuş durumda. Doğum kontrolünün söz konusu edilmediği Güneydoğu Bölgesinde bunlara her gün kitle halinde yenileri ekleniyor. Karakola düşen yüz bin çocuğun otuz beş bini uyuşturucu hap veya tiner bağımlısı. Her gün polisin yakaladığı çocuk suçlular, ıslah edilip eğitilmelerini sağlayacak “Çocuk Koruma Merkezleri” oluşturulmadığından yeniden suç işlemek üzere sokaklara salıveriliyor. 8-10 yaşlarında onlarca sabıkası bulunan, örgütlü şekilde çalıştırılan, daha korkuncu bizzat kendi ebeveynlerinin suça yönlendirdiği çocuklarla ilgili haberleri her gün okuyup geçiyoruz.

Her vesileyle ülkemizin en önemli gücü olduğu vurgulanan genç nüfusumuz sahipsizdir. Orta öğretim kurumları gereken düzenleme ve ıslahat yapılarak amaç ve işlevlerini yerine getirecek şekilde yapılandırılmak bir yana hızla çöküyorlar; tabiri caizse dökülüyorlar. Özellikle İstanbul ve Ankara gibi büyük merkezlerde lise ve hatta ortaokulların çevresi suç çeteleriyle, her türlü gayrı meşru iş tutan mafya organizasyonlarıyla kuşatılmış durumda; hap ve uyuşturucu satışları yapılıyor, tehditle haraç toplanıyor, bu tarz zorbalıklara direnenler saldırıya maruz kalıyor. Çocuklarımız Internet ortamının geniş şekilde kullanıldığı korkunç bir fuhuş tehdidiyle karşı karşıyadır. Millî değerlerin çağ dışı addedildiği, zihinlerin bunlardan boşaltılıp arındırılmaya çalışıldığı bir ortamda, denetimsiz ve kuralsız televizyon yayınlarıyla, gazete haberleriyle özendirilip beslenen çocuklarımız ve gençlerimiz üzerindeki geleneksel aile etkisi süratle azalıyor. Sahipsizlik ve başıboşluk sosyal bir yara halinde derinleşiyor.

Okul yönetimleri ve öğretmenler disiplini sağlayamıyorlar, yasa ve yönetmelikleri uygulayamıyorlar. Çünkü hem karşılaştıkları fiziki saldırılardan, hem de en ufak vesileyle yapılan şikayetler üzerine başlatılan kovuşturmalardan, bürokratik baskılardan, sürgün edilme korkusundan yılmış durumdalar. Üniversite yönetimleri ise bu tarz meselelerle, disiplin ve davranış kurallarıyla uğraşmayı görevleri gereği saymamak gibi kolaycılığı, ilkel kurnazlığı benimsemiş görünüyorlar.

Geçenlerde Nusaybin’de görev yapan bir hanım öğretmenin okul içinde karşılaştığı saldırılarla ilgili çarpıcı açıklamaları sıradan bir gazete haberi olarak kaldı; kimsenin ilgisini çekmedi. Çünkü popülist bir yaklaşımla, yeri geldiğinde geleceğimizin mimarları eğitim ordumuz olduklarını söyleyip övdüğümüz bu insanların hangi şartlarda görev yapmaya çalıştıklarını düşünmek çözüm aramayı yani sorumluluk yüklenmeyi, yükümlülüğü gerektiriyor.

İstanbul’da iki milyon dört yüz bin ortaöğrenim öğrencisinin, ne ortamda okuduklarına ilişkin ciddî bir araştırma yapılacak olursa, bu şehri tehdit eden 7.4 büyüklüğündeki bir deprem tehlikesi kadar vahim bir problemle karşı karşıya olduğumuz anlaşılacaktır.

Ortaöğrenim sadece sosyal ve psikolojik bakımlardan değil pedagojik bakımdan da kilitlenmiştir. Başta ÖSS olmak üzere, yapılan bütün sınavlarda bu acı tablo ortaya çıkıyor. Onbinlerce öğrencinin sıfır çektiği bir ortamda ortaöğretimin iflas halinde bulunmadığını kimse söyleyemez.
Yeterli eğitimden geçmeden, bilgi edinmeden yüksek öğrenime gelen gençlere, ne yazık ki daha elverişli bir ortam sunulamıyor. Bugün sayısı yüze yaklaşan üniversitelerimizin ancak onda birinde gereken düzeyde eğitim yapılabiliyor. Nitelikli öğretim üyesi kadrolarıyla, kütüphane, laboratuar ve araştırma merkezleriyle adına ve amacına uygun şartlara sahip üniversitelerimizin sayısı son derece sınırlı. Sonuçta bu okulların mezunları hem yurt içinde hem de yurt dışında iş bulmak ve geleceklerini sağlamakta zorlanmıyorlar. Özellikle ABD’de bu nitelikteki gençleri cazip burslarla ve çalışma imkânlarıyla kapıp alan çekim merkezi oluşmuş bulunuyor. Bugün beyin göçü denilen olay toprak erozyonundan çok daha vahim kayıplara yol açıyor. Buna karşılık çoğu üniversite mezunları iş bulamadıklarından diplomalı işsizlerimizin sayısı gerçek rakamlarla %30 dan aşağıya düşmüyor.

Bir süre önce bir günlük gazetede Prof. Dr. Ahmet Mumcu’nun üniversite gençliğine ilişkin çok çarpıcı tespitleri yayınlandı. Sayın Mumcu diyor ki: “Gençler her şeye karşı ilgisiz, Cumhuriyete de… Bundan gençler şeriata yaklaşıyor anlamı çıkmasın. Temel eğitim, genel kültür, düşünme gücü bitmiş. Üniversiteye geliyor, Homeros’u bilmiyor, Mevlâna’yı bile… Musul’un farkında değil; Ermenistan ile sınır komşusu olduğumuzdan habersiz, Mora Yarımadası’nı duymamış. Bazı öğrenciler Rıza Nur’u Nurculuk hareketinin kurucusu sanıyor. Gençler bir an önce mezun olmak sonra da paralı işte çalışmak istiyorlar. Gençlerin belli bir takım idealleri yok oldu. Gençler liseden çok iyi yetişerek gelmiyor. Üniversite benim verdiğim derste temelsiz binaya benziyor” *

Yavuz Donat’ın haklı olarak “Hocaların hocası” diye nitelendirdiği Prof. Ahmet Mumcu’nun müşahede ve tespitleri son zamanlarda bu alanla ilgili yapılan birçok araştırma sonuçlarıyla doğrulanmaktadır.

Türk maarifinin, okullarımızın, eğitim kurumlarımızın meseleleri elbette günümüze mahsus bir konu değil. Cumhuriyet döneminden çok daha önce başlayan bu alandaki düzenleme ve yenileşme çabaları istenilen sonuçlara ulaşmadığından problemler günümüze taşındı. Ancak bu mesele hiçbir dönemde şimdi ki gibi kangren olma istidadı taşımadı.

Sorumlu yöneticilerin hatalı tutumları meseleye çözüm getirmek yerine problemi derinleştiriyor. Geçen ay yapılan 17. Millî Eğitim Şurası’nda yaşanan tartışmalar ve sonuçta ortaya konulan tepkiler konunun asıl mihverinden ideolojik bir alana kaydığını gösteriyor. Bir devlet kurumu olan YÖK’ün Millî Eğitim Bakanlığı’nın düzenlediği Şura’yı tanımaması, meşru saymaması tipik bir cepheleşme görüntüsüdür.

Millî Eğitim Bakanlığı ile YÖK Başkanı’nın sergiledikleri bu tarzdaki taraf görüntüsü, her açıdan vahim ve düşündürücüdür. Ülkemiz için hayati önem taşıyan bir konuda doğru ve makul çözüm yolları araştırmak, bulmak ve buna ilişkin yöntemler izlemek yerine, Bakanlık ile YÖK’ü bir muharebenin tarafları durumunda görmek kabul edilmez bir tablodur. Bu durumun haklı ve inandırıcı bir gerekçesi olamaz. Hükümet Millî Eğitim Bakanı Çelik’ten önce, Erkan Mumcu’nun bakanlık döneminden başlayarak, eğitimin kapsamlı konularını katsayıyla sınırlı bir alana sıkıştırıp hapsetmek gibi bir yanlışa saplandı. Bakan’ın yaptığı açıklamalar olayın özüne ilişkin olmaktan ziyade siyasî içerikli, seçmene selam nitelikli çıkışlardan öte bir anlam taşımıyor. YÖK ise yetki alanını dar kalıplı ideolojik bir taassupla çerçeveleyen, karar ve tercihlerini bu yönde geliştiren bağnaz tavrını ısrarla sürdürüyor. Bu tarz bir militanlık uzlaşmaya değil kavgaya davetiye çıkarıyor. YÖK’ün bu tavrının yanı sıra Bakan’ın eğitimin her kademesinde kronikleşen meselelere somut çözümler getirmeyi sağlamayan, politik mesajların, popülist üslubun ağırlıklı olduğu yöntemi ile yakın bir gelecekte çözüm beklemek hayalperestliktir. Nitekim Şura hafızalarda bu gerçeğin bir kere daha görünmesine vesile olan sıradan bir toplantı olarak kaldı. Onca para ve emekle yapılan böylesi iddialı bir faaliyetin, gerekli hazırlık ve düzenlemenin yapılmaması neticesinde, İmam Hatip Okulları ve katsayı tartışmalarıyla sınırlı bir alanda kilitlenmiş olması hüzün vericidir.

Çözüm aslında imkânsız değildir. Ancak ilgili tarafların tutumlarını siyaset ve ideolojik hesaplardan, pozitivist saplantılardan arındırmamaktaki ısrarları meseleyi çıkmaza sürüklüyor. Bu ortamda herkesin sesine kulak verme durumunda olduğu akil bir makamın devreye girmesi mümkün olsa, bugünkü ortamın ülkemizi ve insanımızı karanlık bir geleceğe taşımakta olduğu, genç nesilleri kaybetmek tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğumuzu, doğacak sonuçlardan herkesin büyük zarar görüp üzüleceği inandırıcı bir üslupla anlatılsa çok şeyin değişmesi muhtemeldir.

Bunu yapan, böylesine tarihî ve millî anlam taşıyan bir meseleyi sahiplenen, bir facianın eşiğinde olduğumuzun bilinciyle çözüme zemin oluşturmayı başaran biri çıkar mı, bilemiyorum.


* Yavuz Donat, Sponsorlu Cumhuriyet, 30.10.2006 Sabah Gazetesi