CUMHURİYET’İN 84.NCÜ YILINDA BİRİNCİ MECLİSİ YENİDEN DÜŞÜNMELİYİZ
Türk Yurdu Dergisi (Ekim 2006)
Cumhuriyet genel anlamda devlet başkanının iş başına, bir hanedandan değil, seçimle geldiği sistemdir. Halkın kendi kendini yönetmesini mümkün kılan, siyasal gücü kimin elinde bulunduracağını, iktidara gelip gitme usulünü belirleyen demokrasi ile cumhuriyetin doğrudan ilişkisi yoktur.
Demokratik sistemin geçerli olduğu monarşik yönetimler olduğu gibi, adı cumhuriyet olan otokratik ve oligarşik yönetimlerin bulunduğu ülkeler de vardır. İngiltere’de cumhuriyet yoktur ama, Dünya’nın en eski ve gelişmiş demokrasilerden birisi bu ülkede yaşanmaktadır. Buna mukabil Orta Doğu’da, Afrika’da, Güney Amerika’da adı cumhuriyet olan ve tiranlığın egemen olduğu bir çok ülke vardır.
Bu ay 84.ncü yaşına başlayacak olan Türkiye Cumhuriyeti çok zor şartlar altında yürütülen Millî Mücadele’nin zaferle sonuçlanmasından sonra kuruldu. 29 Ekim’de TBMM’de yeni rejimin adının Cumhuriyet olduğu açıklanırken, bu karar bir sistem tercihinin ötesinde, dağılan imparatorluğun yerine kurulan yeni Devlet’in yönetim ve teşkilatlanma formatının hukukî ve siyasî anlamda adlandırılması anlamına geliyordu. Mustafa Kemal Paşa bu yönde bir karar alınacağından toplantıdan bir gün öncesine kadar kimseyi haberdar etmemeye özen göstermişti. Ancak 29 Ekim 1923’den itibaren uygulamaya konulan “tek partili Cumhuriyet” in sosyal, siyasal ve psikolojik alt yapısı çoktan oluşmuş, 23 Nisan 1920’de BMM’nin açılmasına paralel olarak uygulamaya geçilmişti. Başka bir ifadeyle üç yıl öncesinden itibaren iktidar Osmanlı Hanedanından alınmış, yönetimde eksen kayması fiili olarak yaşanmaya başlamıştı. Son padişah Vahdettin hangi gerekçeyle olursa olsun, zaferin hemen ertesinde yurdu terk etmek suretiyle yeni döneme ilişkin talep ve beklentisinin bulunmadığını kabullenmiş oluyor, yeni rejimin ilânı bir zamanlama meselesi haline gelmiş bulunuyordu.
Diğer taraftan Milli Mücadele’nin muzaffer Başkomutanı Mustafa Kemal Paşa yeni Devletin adını “Türkiye Cumhuriyeti” olarak belirleyip, teşkilât yapısını “üniter ulus-devlet” esasına oturturken “zamanın ruhuna” en uygun tercihi yapıyordu. Çünkü bir kaç yüzyıldan beri gerileyen, 19.ncu yüzyılın ikinci yarısından sonra dağılma sürecine giren Osmanlı Devleti’ni yaşatmayı düşünmek, tarihi tersine akıtmaya çalışmak anlamına gelirdi. Yüzyılın başlarında Akçuraoğlu’nun düşünce plânındaki berrak tasnifinde yer alan “tarz-ı siyaset”in iki ayağı, Osmanlıcılık ve İslâmcılık olarak uygulanmaya çalışılmış, ancak bu politikaların çözülmeyi önleyemedikleri açıkça görülmüştü. Etnik, dinî ve kültürel bir “mozaik” olan Osmanlı Devleti’ni ayakta tutan nizam ve esasların geçerliliklerini yitirmelerine paralel olarak önce Hıristiyan sonra da Müslüman kitleler birbiri ardına bağımsızlıklarını ilân edip ayrılmışlardı. Bu tablo emperyalist Batı’lı güçlerin de son derece işine geliyor, özellikle 93 Harbi ile Balkan faciasında yaşadığımız mağlubiyetlerden sonra toplanan uluslararası sözde barış kongrelerini, bu sonucun hukukî ve siyasî zeminini oluşturacak şekilde yönlendiriyorlardı. Bu arada Anadolu’da yaşayan Türk nüfusu, kaybedilen topraklardan kitleler halinde akıp gelen göçmenlerle süratle arttı, Batılıların hiç hesap etmedikleri bir “millî direnç” zemini ortaya çıktı. Türk Ocaklarının kurulması, Teşkilat-ı Mahsusa’nın geniş bir coğrafyada etkili olan faaliyetleri, başta Çanakkale olmak üzere 1.nci Büyük savaşta cephelerde gösterilen kahramanlıklar ve nihayet Mondros’tan sonra Anadolu’nun her tarafında meydana çıkan Müdafa-i Hukuk ve Kuvva-ı Milliye teşkilatları bu ruh halinin, direnme azminin ifadesidir.
Yüzyıllar boyunca imparatorluk bünyesinde farklı etnik ve inanç kesimleriyle birlikte yaşayan, devletin kaderinde kendini birinci derecede sorumlu gören Türk unsuru daima dikkatli davranmış, farklılıkları güncelleştirmemeye, itici, incitici ve ayrılıkçı olmamaya özen göstermiş, birlikte yaşama kültürünü dikkatle korumaya çalışmıştır.
Milletimizin milliyet şuurunu sosyal gerginlik yaratmak yerine, bir hayat tarzı, yaşama üslubu, töre ve gelenek şeklinde sürdürmüş olması zaaf işareti değil, tam tersine engin bir tecrübenin, basiretin ve sorumluluğun göstergesidir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu unsuru Türklerdir. Türk adı, bir etnik tanımlamanın ötesinde bu devlete adını veren gurubu ifade eder. Bu tarihi hakikatin günümüzde bir takım politik, ideolojik ve psikolojik nedenlerle inkara çalışılması abestir. 29 Ekim’den bir kaç ay sonra yürürlüğe konulan 1924 Anayasası bu açıdan tarihi bir belgedir. Mustafa Kemal genç devletin içinde bulunduğu şartları görüyor, ulusal birliğin sağlanmasının önemini biliyordu. Bu yüzden yeni anayasada Türkiye Devletini kuran halka “Türk” denileceğini belirterek herkesin etnik bir kaygı taşımadan, tedirgin olmadan bu üst kimlikle buluşmasını sağlamak istiyordu.
Cumhuriyetin kuruluşundan 84 yıl sonra, son dönemlerde tartışılan konular, yaşadığımız problemler fevkalâde düşündürücüdür. Kuruluş ve kurtuluş dönemimizde sözü edilmeyen meselelerin bugün gündemde bulunması bazı şeylerin ters gittiğini gösteriyor. Millî kimliği inkâr etmeyi, ideolojik bir mecburiyet sayanların iddialarını yıllardır dinliyoruz. Bunlar devletimizin kuruluş yıllarından başlayarak Türk Milleti diye sosyo kültürel bir fenomenin bulunmadığını, Mustafa Kemal’in baskı ve cebir kullanarak sanal bir millet inşa etmeye çalıştığını söyleyip durmuşlardır. Bu tarz küresel ve kozmopolit saplantılardan kaynaklanan safsataları bir kenara bırakarak objektif bir değerlendirme yapıldığında, Cumhuriyetin kuruluş yıllarındaki coşku ve heyecanların zamanla tavsamasına paralel şekilde, epeyce bir zamandan beri ciddî bir kültür erozyonu yaşadığımızı görüyoruz.
Millî kimliğe vücut veren temel değerler ideolojik saldırılarla yıpratılıyor. Son yıllarda yaşanan küresel gelişmelerin etkisiyle inancı ve moral yapısı giderek zayıflayan, kişisel çıkar ve amaçlarla sınırlı dar bir alana sıkışıp kalan bencil ve nihilist tiplerin sayısı hızla çoğalıyor. Sokaklar her türlü vahşetin, cinayet ve saldırının kol gezdiği korkulu alanlara dönüşüyor; orta dereceli okullarda beyaz zehir alışkanlığı giderek yaygınlaşıyor. Bu derece hastalıklı ve problemli hale gelen bir toplumun, özellikle entelektüel kesimlerinin daha idealist tavırlar sergilememesi şaşırtıcı değildir.
Bu endişe verici toplumsal yapı tesadüfen oluşmadı. Türkiye’nin uzun zamandan beri kötü yönetildiği, eğitim ve kültür politikaları başta olmak üzere kritik alanlarda vahim yanlışlar yapıldığı, ülke kaynaklarının hoyratça yağmalandığı, ekonomimizin borç-faiz kıskacına sıkışıp kaldığı IMF kontrolünde dışa bağımlı hale geldiği ortadadır. Türkiye yerli-yabancı bir avuç spekülatörün sınırsız kazanç cenneti oldu; sosyal devlet çöktü, çekirdek aile hızla çözülmeye başladı.
Sağlam ve istikrarlı bir yapıya sahip bulunmayan, ekonomisi büyük ölçüde dışarıya bağımlı olan ülkemiz iç ve dış gelişmelerden kolaylıkla etkileniyor, dengeler bir anda bozulabiliyor. Bu ortam bağımsız politikalar izlemeyi, hak ve çıkarlarımızı gerekli şekilde korumayı önemli ölçüde engelliyor.
Cari işlemlerde hızla büyüyen açık ekonomide çarkların dışardan gelen kaynaklarla çevrildiğini gösteriyor. Hükümet bu para girişinin ne derece tehlikeli olduğunu görmesine rağmen durumu sürdürmeyi tercih ediyor. Siyasal alanda AB ekonomide IMF ile ilişkilerin sıcak tutulduğu bir süreçte krizle karşılaşmayacağını umuyor. Bu ortamın devamı için iletilen taleplere harfiyen uymaya çalışıyor; paketler halinde yasalar çıkarılıyor. Eksiklerin tamamlanması için Meclis olağanüstü toplantıya çağrılıyor.
Hukuku ve anlaşmaları kendi açısından yorumlayan, adil ve eşit davranma gibi etik bir kaygusu bulunmayan AB, Türkiye’ye temel konularda müstemleke ülkesi gibi davranmakta sakınca görmüyor. Son dakikada Kasım ayına ertelenen İlerleme Raporu ana hatlarıyla belli oldu. Onurlu bir ülkenin kesinlikle kabul etmeyeceği ağır şartlar kâh AB Parlamentosu, kâh Komisyon kanalıyla önümüze sürülüyor.
Bunların tümünden daha büyük meselemiz giderek gelişen, derinleşen uluslararası nitelik kazanmaya yönelen ayrılıkçı-bölücü Kürt etnik hareketidir. ABD’nin ikili tutumu, örgütün Kuzey Irak’tan her türlü silah ve patlayıcı sağlama, militanlarına eğitim verme imkânları terörü tırmandırıyor. Bölücü hareket, PKK kontrolündeki bölge belediyeleri ve DTP vasıta kılınarak siyasî muhatap yapılmak isteniyor. Kürtçü eylemler kendilerini “Türkiye’li aydınlar” diye tanımlayan liberal çevrelerden yoğun destek sağlıyor. 70’li yıllarda Marksist-Leninist bir rejim kurmak amacıyla ülkemizi kan gölüne çeviren dünün militan solcuları, bu projelerinin imkânsızlığını yaşadıklarından alan değiştirdiler. Liberal görünümlere bürünerek demokratikleşme, kültürel haklar gibi günümüzün itibarlı kavramları adına hareket ediyorlar. Grup kimliklerinin devletçe tanınması, etnikleşmenin hızlanması, bunlara özgürce hareket edebilecekleri siyasal alanlar temini için çalışıyorlar. Bu tarz radikal demokratik taleplerin karşılanması durumunda Devlet’in sembolik konuma itileceğini, güç ve otoritenin ortadan kalkacağını sonuçta siyasal ve sosyal yapının çözülüp dağılacağını elbette biliyorlar. Dün ideolojik saldırılarla yıkılamayan üniter ulus-devletin demokratikleşme adına esnetilmesi ve etkisiz kılınmasıyla amaçlarına ulaşacaklarını hesap ediyorlar.
Bu zihniyet ve hedefler doğal olarak Kürt etnikçiliğiyle ittifak ve işbirliğine yol açıyor. İçerde ve dışarıda etkili bir entelektüel zemini bulunmayan Kürtçülük, özellikle medya ve üniversite yönetimlerinde etkili olan, büyük sermaye ile kol kola yürüyen liberal kesimlerden sağladığı destekle açılım yapma fırsatı buluyor; siyasal çevrelerde baskı kurmayı, yasaları işlemez hale getirmeyi başarıyor.
84 yıl önce “İstiklâl-i Tam” ve “Hakimiyet-i Milliye” ilkelerini rehber yaparak, milletimizin iradesini mükemmel şekilde temsil eden “Gazi Meclis” in düşmanın top seslerinin Ankara’dan duyulduğu çetin şartlarda nasıl çalıştığını, gündeminde nelerin tartışıldığını tekrar hatırlamak ihtiyacındayız.
Birinci Meclis’in hiç tükenmeyen azim ve heyecanı, muhteşem ülkücülüğü ordumuzun kahramanlığıyla birleşerek, Mustafa Kemal Paşa’nın yönetiminde “kanla ve irfanla” bağımsız ve özgün Cumhuriyetimizi kurmayı başardı.
Türkiye’nin bugün karşılaştığı problemlerin tümü çaresizliğimizin eseri değil, güç ve imkanları doğru yönetemeyişimizin sonucudur. Milli kimliğimizin bilinci içersinde, milletimize güvenerek, insanımızı iyi eğitip yönlendirerek vasıf ve kabiliyetiyle verimli kılarak bu problemlerin üzerinden rahatlıkla aşabiliriz.
Avrupa’ya mecbur ve mahkum olduğumuza inanmanın, zillet ve onursuzluk olduğunun bilinci içerisinde Cumhuriyet’in 84.ncü yılında Birinci Meclis’i yeniden düşünüp esinlenmek ihtiyacındayız.