ORTA DOĞU’DA YANGIN-TÜRKİYE’DE BÖLÜCÜLÜK
Türk Yurdu Dergisi (Ağustos 2006)
İsrail’in kaçırılan askerlerini kurtarma gerekçesiyle başlattığı askerî operasyon yoğunlaştı ve önceden ilân edilmemiş bölgesel bir savaşa dönüştü. İsrail’in bu eylemleri önceden plânlandığı, kaçırma eylemleri olmasa bile, saldırıya haklılık kazandıracak başka bir vesilenin oluşturulacağı anlaşılıyor.
Harekâtın tarzı ve kullanılan yöntemler, ABD’nin bir süre önce açıkladığı güvenlik stratejisi ile belirlenen “önleyici saldırı doktrini”yle tıpa tıp örtüşüyor. İsrail bulunduğu bölgede güvenliğine tehdit teşkil ettiğine inandığı, kendisiyle rekabet iddiasına sahip bir güce müsamaha etme niyetinde değil. İran ve Suriye’nin ABD tarafından terörü kışkırtan merkezler ilân edilmeleri, üzerlerinde giderek artan baskılar oluşturularak askerî bir müdahaleye hedef haline getirilmelerinin arkasında, İsrail’in güvenlik endişelerinin bulunduğu her geçen gün daha iyi anlaşılıyor. Altmış yıldan beri Filistin’i dilediği tarzda eğirip çeviren, altı milyondan fazla insanı çöl ile duvarın çevrelediği, kurallarını kendisinin belirlediği bir hapishane hayatı yaşatan İsrail, bunu yeterli bulmuyor. Filistin’de seçimle iktidara gelen Hamas’ın yanı sıra, Lübnan’daki Şiilerin eğitimli ve disiplinli örgütü Hizbullah’ı bir an önce bertaraf etmeyi zarurî görüyor. BM üyesi bağımsız bir ülke olan Lübnan topraklarına pervasızca saldırmayı, bu ülkenin alt ve üst yapısını önemli ölçüde tahrip ederek milyarlarca dolarlık zarara yol açacak yıkımlar yapmayı, yüzlerce insanı sürüp öldürmeyi doğal hakkı sayıyor.
Bu tablo küresel hegemonyasını çekiştirmeyi, bulunduğumuz yüzyılda da sürdürmeyi amaçlayan ABD’nin “Pax Americania” konsepti bağlamındaki politikalarının Ortadoğu’daki izdüşümüdür. Uygulayıcının İsrail olması fazla önem taşımıyor. Çünkü ABD ile İsrail arasında politik, ekonomik ve askerî alanlarda mevcut olan sıkı bağlantılar, stratejik ittifak, inanç anlayışlarının önemli ölçüde örtüşmesi, hem küresel plânda ortak bir vizyon hem de yöntem ve eylem beraberliği sağlıyor.
İsrail hedeflerine ulaştığına inandığı vakte kadar saldırılarını sürdürmekte kararlıdır. Yeterli ölçüde tahribat yaptığına, ölümcül zararlar verdiğine, bölgede kontrolü sağladığına karar verdiğinde ABD devreye girecek, şu ana kadar derin bir suskunluk içerisinde olayları izleyen uluslararası kurumlar ve aktörler süratle harekete geçeceklerdir. Böylece silahlar susup ateşkes ilân edildiğinde harabe haline gelen Lübnan’da, çoktandır viraneye dönmüş olan Filistin’de açlık, susuzluk ve hastalıktan kırılmaya başlayan insanların İsrail ile hesaplaşmaya takatleri kalmamış olacaktır.
Bu muhtemel durum “pax Americania”nın İsrail versiyonu bir “barış yöntemi” diye adlandırılacaktır.
Son gelişmeler İkinci Dünya Savaşından sonra BM ekseninde belirlenen uluslararası kuralların ne derece sahte, kırılgan ve etkisiz olduğunun yeni bir görüntüsüdür. İnsan hakları, hukukun üstünlüğü ve demokratik ilke ve idealler adına sıkça telaffuz edilen kavramların ancak küresel güç merkezlerinin belirlediği durumlar ve alanlar için geçerli olduğu, kuralların bu güçler tarafından yorumlandığı, değiştirildiği ve diledikleri şekilde uygulandığı bir kere daha gözlemleniyor.
Günümüz dünyası ekonomik kapasitelere göre “kuzey ve güney” yahut “zenginler ve yoksullar” şeklinde ikili bir tasnif çerçevesinde şekilleniyor. Güçlü politik ve ekonomik merkezlerin tahakkümü altında ezilen, acı çeken, temel haklarından büyük ölçüde mahrum bırakılan ve tasnifte “güney”de yer alan toplumların, BM başta olmak üzere, uluslararası yapılanmalar ve insan hakları bağlamında belirlenen kurallara güvenmeleri, saygı duymaları düşünülebilir mi?
İsrail’in bu operasyonu, yakın çevresini dilediği şekilde düzenleyerek güvenli alanlar haline getirmesiyle tamamlanmış olacak; ancak hemen ardından ikinci aşamaya geçilmesi gündeme gelecektir. Bir süreden beri Amerika’nın diplomatik girişimlerinin hedefi olan ve terörü desteklemekle suçlanan Suriye ve İran’ın kendi hallerine bırakılmaları düşünülemez.
İsrail’in Ortadoğu’da tasavvur ettiği, Tevrat’tan esinlendiği, Fırat ve Dicle’den Nil’e “arz-ı mevut” olarak algıladığı geniş coğrafi alanda egemenlik kurabilmesi için, öncelikle bölgede direnç potansiyeline sahip merkezlerin izalesi gerekiyor. Avrasya’nın enerji kaynaklarını, güzergahlarını elinde bulundurmayı “Yeni Amerikan Yüzyılı” projesi bağlamında başlıca hedef sayan ABD ile İsrail’in hedefleri arasında büyük paralellik bulunuyor. Bu durum iki ülkenin stratejik işbirliğini kaçınılmaz kılıyor. Zaten onlar da bunu yapıyorlar.
Mısır ve Suudi Arabistan başta olmak üzere, Arap alemi derin bir sükûnet içinde gelişmeleri izliyor. Arap devletlerinden bazıları mevcut rejimlerinin selameti adına, bazıları ekonomik çıkarları dolayısıyla bu sıcak ortamın olabildiğince dışında kalmayı, Hamas ve Hizbullah’ın İsrail’in eliyle tasfiye edilmelerini beklemeyi tercih ediyorlar.
İran jeopolitik konumunun ve sahip olduğu büyük petrol ve doğalgaz zenginliğinin sağladığı gücün verdiği güvenle, ABD-İsrail baskılarına karşı direniyor, zaman kazanmaya çalışıyor. Böylelikle Amerika’nın iç politikasındaki muhtemel değişmelerin, özellikle gelecek yıl başlayacak Başkanlık kampanyasının oluşturacağı yeni ortamın üzerindeki baskıları hafifleteceğini, sonuçta askerî harekât ihtimalinin büsbütün ortadan kalkacağını hesaplıyor.
ABD-İsrail stratejik ortaklığının Ortadoğu’da Irak’la başlayan saldırgan politikaları, devletleri yönetenler nasıl düşünürlerse düşünsünler, İslâm dünyasında büyük tepkiler doğuruyor. Amerikan düşmanlığı giderek derinleşiyor. Bu psikolojik ortamda kendini asimetrik bir çatışma içerisinde bulan kitlelerden her türlü eylemin sergilenmesi kaçınılmaz hale geliyor.
Washington bir yandan küresel anlamda teröre yol açan siyasal, ekonomik ve toplumsal ortamı değiştirme gerekçesiyle Büyük Ortadoğu Projesi gibi iddialı tasarımları dünya kamuoyuna sunarken, diğer yandan bunun tam zıddı uygulamalara girişmek suretiyle samimiyet ve güvenilirlik imtihanında sınıfta kalıyor. İran bu karmaşık ve çelişkili durumdan geniş ölçüde yararlanıyor. Humeyni döneminde bir ara deneyip başarı sağlayamadığı Şia referanslı emperyal politikalarını bu defa değişik bir üslûpla gündeme getiriyor. Bölgeye kendi rejimini ihraç iddiasının oluşturduğu Sünni-Şii gerginliğini tekrarlamaktan kaçınarak, anti emperyalist bir dil kullanarak, mazlumların yanında durarak itibar sağlamak, etki kurmak istiyor. Şu sıralarda bu politik yöntemde önemli ölçüde başarılı olduğu açıkça görünebiliyor.
ABD-İsrail ortaklığının üst yönetimleri, politika merkezleri ve hatta bir ölçüde toplum tabanları tarihte pek çok imparatorluğun düştüğü hatayı tekrarlıyor. Ekonomik, teknolojik ve askeri üstünlüklerinden kaynaklanan özgüvenle dilediklerini yapabilecekleri duygusuna kapılıyorlar; kibir ve gurur batağına saplanıp kalıyorlar. Sonuçta hem zihnî hem de vicdanî melekeleri işlemez hale geliyor.
Yönetim piramidinin üstlerindeki pek çok yönetici, bir yandan Tevrat’tan diğer yandan Evangelist Kilisesinin benimsediği İncil’den aldıkları ilhamla tutumlarının doğru ve haklı olduğuna iman etmiş durumda; bu mistik ön kabul nedeniyle rasyonel düşünme ve politikalar üretme imkânları giderek azalıyor. Hem operasyon yaptıkları alanlarda hem de dünya genelinde hızla kabaran toplumsal öfkeyi fark edemiyorlar. Bundan kaynaklanması kaçınılmaz olan tepkileri küçümsüyorlar. Böylece bütün dünyada barış, huzur ve istikrarın çok ciddi şekilde bozulmasına, milyonlarca insanın acı çekmesine, yoksullaşmasına zemin hazırlıyorlar.
Ortadoğu’daki yangının giderek yaygınlaştığı bu kargaşalı dönemde, PKK terörü kendini bir kere daha gösterdi. Geçen ayın ortalarında iki gün içerisinde on beş asker ve polisimizi toprağa verdik; sonraki günlerde de bölgeden şehit cenazeleri gelmeye devam ediyor.
Bu durum Kürt ırkçılığına duyulan toplumsal tepkiyi çığ gibi büyütüyor. Ülkenin hemen her tarafında küçük bir kıvılcımla alevlenme kapasitesine sahip kritik gerginlikler oluşuyor.
Başbakanın olayların sıcak saatlerinde çok ciddî ve çarpıcı tedbirler alınacağına ilişkin açıklamalarından sonra yapılan terör zirveleri ve Bakanlar Kurulu toplantılarında “sınır ötesi harekatın” gündemde olduğu açıklandı. PKK’nın Kuzey Irak’ta yerleştiğini buraları yönetim ve hazırlık merkezi haline getirdiğini yıllardan beri herkes biliyor. Buraların eğitim, ikmal ve intikal amacıyla kullanıldığını, iklim şartlarına göre militanlarını diledikleri zaman Türkiye’ye kaydırıp geri çektiklerini Amerikalılar da inkar etmiyorlar. Ancak ne kendileri ciddi bir tedbir alma niyeti taşıyorlar, ne de Türkiye’nin re’sen hareket etmesine, etkili operasyonlar düzenlemesine sıcak bakıyorlar. Son olaylar üzerine Başbakan’ın Türk halkının duyguları paralelinde Washington’a ve Başkan Bush’a yaptığı çağrılar üzerine yapılan vaatlerin inandırıcı olabilmesi için somut adımlar atmaları gerekiyor. Oysa ortada bu yönde ciddi bir belirtiye rastlanmıyor.
ABD yükselen tansiyonu düşürerek, oluşan öfkeyi yatıştırarak Türkiye’nin Kuzey Irak’a “res’en müdahale” etmesinin gündemden kalkmasını sağlamak amacında. Çünkü bunun kendi çıkarları açısından ne derece önem taşıdığını biliyor. Bu cümleden olarak PKK üzerindeki nüfuzunu kullanarak eylemlerine bir süre ara vermesini isteyecektir. Bunun yanı sıra Amerikalı yetkililer bugünlerde sık sık Türkiye’nin bölgedeki öneminden Batı dünyası içindeki yerinden ve değerinden söz edecekler, problemlerimizi bildiklerini, çözüme yardımcı olacaklarını ifade edeceklerdir.
Somut bir sonucu olmayan ve ihtiyaç duydukları dönemlerde başvurdukları bu kuru iltifatları tartışmak yerine, meseleye farklı bir açıdan bakarak, aklî ve gerçekçi bir tutum sergilememiz pekala mümkündür; doğru olan da budur. ABD-İsrail ortaklığı bölgemizde kurgulamaya çalıştıkları yeni siyasî atlasın başlıca dayanağı saydığı Kürt kartını sürekli şekilde elinde tutmak istiyor. Kuzey Irak’ta yıllardan beri oluşturmaya çabaladıkları Kürt devletinin yeterli olmadığını görüyorlar. Şu sıralarda Suriye’li Kürtlerin Amerika’da ki temsilcileri Washington’un himaye ve desteğiyle örgütlenmeye, temsil statüsü kazanmaya çalışıyorlar. İran’da da benzer faaliyetlerin yürütüldüğü biliniyor. ABD’nin Kuzey Irak’ta PKK’nın bertaraf edilmesine yönelik bir girişimi, bu projelerle ister istemez çelişecektir. PKK terörünün ABD’nin yardım ve desteğiyle önlenmesini bekleyenler hayal kuruyorlar.
Etno-milliyetçi Kürt hareketi ve bunun türevi olan PKK terör örgütü Türkiye’nin millî güvenliğinin birinci öncelikli konusudur. Bununla kıyaslandığında, yanında veya ilerisinde hiçbir mesele söz konusu değildir; olanların tümü ancak tâli plânda mütalaa edilebilirler.
Bu konu önemiyle orantılı olarak devletin en yüksek kademelerinde bir an önce ele alınmalı, izlenen politikaların, alınan önlemlerin doğru tahlilleri yapılmalı, mücadelede başarıyı engelleyen boşluklar, yanlışlar araştırılmalı, uygulanacak strateji ve yöntemler belirlenmelidir.
Dosta düşmana, bütün dünyaya “sabrımızın sonuna geldik” mesajını iletirken gerçekçi ve kapsamlı bir durum tespiti yapılmamışsa izlenecek yöntemlerde çelişkiler varsa, geleceğe yönelik bilinçli projeler, plânlar hazırlanmamışsa, kısacası yöneticilerimizde elem verici bir “kafa karışıklığı” hüküm sürüyorsa, meydanlardaki beyanlar halkın öfkesini yatıştırmaya yönelik siyasî gösteriler olmaktan başka anlam taşımazlar.
Başta Hükümet olmak üzere yetkili ve ilgili herkesin, “problemin kaynağının Kuzey Irak yahut Kandil Dağı değil, Türkiye’nin içinde” olduğu gerçeğinden yola çıkması gerekir.
Kimse kimseyi kandırmaya, gerçekleri gizlemeye, nutuklarla hamaset yapmaya kalkışmasın.
Bölgede kırktan fazla belediye doğrudan PKK’nın emir ve komutasında tabii değil mi; ellerindeki bütün kamu kaynaklarını örgüt hizmetine tahsis etmiyor mu?
Siyasi parti adıyla faaliyet yapan örgütün siyasi kanadının yöneticileri PKK ile aralarında mesafe olmadığını sık sık açıklamıyorlar mı? PKK’lı teröristleri dağdaki kadrolar olarak tanımlayıp, siyasi hayata katılmalarını, ETA gibi muhatap alınmalarını dilemiyorlar mı?
Kürtçülüğü başka bir yöntemle yapmak amacıyla yapılanmaya çalışan diğer bir fraksiyonun kuruluş toplantılarında, son derece açık ve net şekilde ülkenin bölünmesi anlamını taşıyan iki kurucu unsura dayalı konfederatif bir yapı modeli öne sürülmüyor mu? Bunlar yazılıp konuşulmuyor mu?
Kürtçe’nin Türkçe’nin yanında eğitim dili olarak okullarda okutulması, Anayasa’da resmen belirtilmesi istenmiyor mu?
Güneydoğu bölgesi AB nezdinde özel ve özgün bir konuma sahip bulunmuyor mu; Türkiye’ye verilen fonlar ağırlıklı olarak nerelere iletiliyor?
Bölgede ilkokullardan üniversitelere kadar eğitim kurumlarında, mahalli basın ve TV’lerde, kamu kurumlarında ırkçı, ayrılıkçı, bölücü faaliyetler yoğun şekilde yürütülmüyor mu?
Barzani’nin bölgedeki etkinliği ve nüfuzu hızla genişlemiyor mu?
Anayasa ve yasalarımızın açık hükümlerine rağmen bu faaliyetlerin nasıl yapılabildiği, ayrışma ortamının sistematik şekilde nasıl hazırlandığı Bakanlar Kurulu’nda öncelikle görüşülmesi gereken esas gündem maddesidir. Kandil Dağı’na operasyon ancak içerisinin yeterli ölçüde düzenlenmesinden sonra söz konusu olabilir. Bu yapılmadan Kandil Dağı’nı bombalamak, yahut bir kaç km.lik alana bir askerî birlik gönderip sonra geri çekmek iç politikaya yönelik “gösteri yürüyüşü” olmaktan başka bir anlam taşımaz.
1 Mart tezkeresi sırasında devletin üst yönetim kademelerinde, parlamentoda sergilenen tereddüt ve kargaşanın, kararsızlığın, yılgınlığın nelere yol açtığını herkes şimdi dürüstçe görmelidir. Irak’a girme kapılarımızı kendi ellerimizle kapatıp, sınırlarımızın içine çekilmeyi tercih ettikten sonra Kandil Dağı üzerinde bir kaç uçağı uçurmak için icazet aramak size de hüzün vermiyor mu?