DANIŞTAY ÜYELERİNE SALDIRI VE ORTAK AKIL İHTİYACI

Nuri GÜRGÜR
Türk Yurdu Dergisi (Haziran 2006)
Danıştay 2.Dairesi üyelerine yapılan ve Mustafa Yücel Özbilgin’in hayatını kaybetmesine yol açan barbarca saldırının üzerinden iki haftadan fazla zaman geçmiş olmasına rağmen olay henüz aydınlatılamadı. Saldırıya ilişkin iddialar, hükümler, tahminler havada uçuşmaya devam ediyor. Bu arada gazetelere muhtemelen emniyet kaynaklarından aktarılan yarım yamalak bilgiler kafaları büsbütün karıştırıyor.

Başbakana göre bu olay iktidarı hedef alan siyasî amaçlı bir çetenin komplo girişimidir. CHP Genel Başkanı Baykal ise bunu “faso fiso” iddialar diye nitelendiriyor; esas sorumlunun, saldırganı cesaretlendiren ve bu eyleme yönelten laiklik karşıtı tutumuyla iktidar olduğunu söylüyor.

Yargı tarihimize acı bir sayfa olarak yerleşen bu menfur saldırı, iktidarla muhalefet arasında giderek yükselen siyasi çekişmede malzeme tarzında kullanılmak yerine keşke daha objektif ve serinkanlı değerlendirilebilseydi; siyasî gözlükle bakmanın, hükme bağlamanın olayın çözümüne değil kilitlenmesine yol açacağı düşünülseydi, olayı olabildiğince geniş açıdan bakıp yorumlayarak, derinliğine ve genişliğine araştırma yaparak, saldırganın psikolojik yapısı dikkatle incelenerek hareket edilseydi, muhtemelen önemli bulgulara ulaşılır, gelecekte bu tarz saldırıların yapılmasını önleyecek tedbirler alınabilirdi.

Bu saldırıdan kimin ve hangi kesimlerin zarar gördüğü, buna karşılık kimlerin kazanç sağladığı iyi irdelenmelidir. Ülkemizin şu sıralarda çok fazla ihtiyacı olan huzur ve istikrara ciddî bir darbe vurulmuştur. Buna paralel olarak, insanlarımızın birbirine tahammül ederek, hoşgörü göstererek güven içerisinde bir arada yaşamalarını sağlayan geleneksel “birlikte yaşama kültürü” zedelenmiştir. Toplumsal kesimler arasına kuşku ve güvensizlik tohumları serpilmiştir. Özellikle Kocatepe Camii’nde bazı grupların öfke ve nefret saçan girişimlerini normal karşılamak mümkün değildir.

Saldırganın kurşunları öncelikle inanç sahiplerini, dindar kesimleri ağır şekilde yaralamıştır. Bu olay çeşitli yönleriyle 1953’de Malatya’da A.Emin Yalman’ın vurulmasını çağrıştırıyor. 17 yaşında bir lise talebesiyle (Hüseyin Üzmez) aynı yaşlardaki bir grup arkadaşı, düşüncelerinin hasmı gördükleri bir gazeteciyi vurmak suretiyle inanç ve düşüncelerine hizmet edeceklerine inanmışlardı. Ne var ki “kesin inanç”lılığın sonucu hiç düşünmedikleri yönlerde gelişti. O sıralarda bir çığ gibi büyüyüp gelişmekte olan milliyetçilik hareketi çok sert müdahalelerle durduruldu. Milliyetçiler Derneği sudan bir gerekçeyle kapatıldı. Hiç bir taksiratı bulunmayan onlarca milliyetçi tutuklandı. Milliyetçi faaliyetler uzun yıllar teşkilatlanma imkânı bulamadı. Saldırıda yer alan A.Emin Yalman bir süre tedavi olduktan sonra, basındaki işlevine daha yoğun ve etkili şekilde devam etti.

Bu saldırı cereyan etmeseydi, 2.Daire’nin söz konusu kararı Danıştay Genel Kurulu’nda görüşülecek, bir ihtimal bozulacaktı. Çünkü yeni bir kamusal alan tanımlaması yapan, başörtüsünün takılmasına okul sınırlarının dışında da yasak getiren karar hukuk camiasında büyük tartışmalara yol açmıştı. Zaten ilgili dairenin üyelerinden birinin karara muhalif kalması mevcut görüş farklılıklarının yansımasıydı. Bu olaydan sonra benzer konularda yargıdan çıkacak kararların hangi çerçevede oluşacağı tartışılabilir; ancak şikayetlerin ve itirazların çoğalacağını, bu husustaki tartışmaların yoğunlaşacağını tahmin etmek zor değil.

Saldırgan ve işbirlikçileri, 2.Daire’nin toplantısını basarak Danıştay’ı kana bularken, kurşunlarını kimlere ve nerelere yönelttiklerini, neleri katlettiklerini umarım düşünecek zaman bulurlar.

Danıştay üyelerine yönelik saldırı yılbaşından beri tırmanan siyasal gerginliği doğal olarak artırdı ve tartışmaları yeni zeminlere taşıdı. Aslında bütçe müzakereleri sırasında, R.Tayyip Erdoğan ile Baykal arasında alışılmışın üzerinde sertlikte yaşanan tartışmalar, tansiyonun yükseleceğinin işaretiydi. Taraflar gelecek yıl yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçimini fevkalâde önemsiyorlar; bunu iktidarın aidiyetinin esas belirleyicisi olarak görüyorlar. Bu bakış tarzının sadece siyasî çevreler için değil, Devletin bütün hiyerarşik kademeleri, sivil ve askerî bürokratik kurumları, medya ve sermaye kesimleri için de geçerli olduğu aşikârdır.

3 Kasım seçimlerinde tek başına iktidara gelen AKP, Meclis’te sahip olduğu ezici üstünlüğe rağmen, dilediğini yapacak pozisyonu bulamadı. Hükümet ile cumhurbaşkanlığı arasındaki görüş ve düşünce farklılığı doğrudan “icra” ya yansıdı. 83 yıllık Cumhuriyet tarihimizde makamlar arasında benzeri görülmeyen bir kutuplaşma doğdu. Cumhurbaşkanı kanun ve kararnameleri sadece hukuka uygunluk açısından bakmakla kalmadı; içeriğinin tümüyle doğru ve yerinde olup olmadığını kendi açısından araştırmaya, incelemeye başladı. Bunun sonucu imzalanmayıp geri gönderilen kanun ve kararnamelerin sayısı hızla çoğaldı. Özellikle üçlü kararnameyle tekemmül eden üst düzey bürokratik atamalarda Hükümet ciddî şekilde sıkıntıya girdi.

Bu durum Türkiye siyasetinde tek parti iktidarı gibi görünen tablonun gerçeği yansıtmadığını, muhafazakâr eğilimli AKP Hükümeti ile sosyal demokrat Cumhurbaşkanı arasından fiili bir koalisyonun bulunduğu anlamına geliyor. Üniversite Rektörlükleri, Yüksek Yargı Organları gibi doğrudan Cumhurbaşkanı’nın yetkisinde olan yerlere, hemen hemen istisnasız şekilde aynı siyasî görüşe ve düşünceye sahip insanların tercih edilmesi, valilik ve emniyet müdürlükleri gibi yerler için pazarlıklar yapılması solcu çevreleri doğal olarak fevkalâde hoşnut etmektedir. Çünkü böylelikle demokratik kurallar çerçevesinde halkın desteğiyle bulamadıkları yönetim imkânı, makamın anayasal yetkileri olarak diledikleri yönde kullanılmış oluyor; ülke yönetiminde kendileri açısından denge sağlanıyor.

Gelecek yıl yapılacak cumhurbaşkanlığı seçiminin bugünkü meclis aritmetiğine göre nasıl sonuçlanacağı ortadadır. 2007 Mayıs ayından sonra fiili koalisyonun bozulması, devlet hiyerarşisinin tepesinden itibaren AKP kontrolüne geçmesi kaçınılmaz bir sonuç görünüyor. Bu durum sadece sosyal demokrat veya solcuları değil AKP dışındaki bütün siyasî kesimleri tedirgin ediyor. Başından beri AKP hareketine kuşkuyla bakan, geleneksel millî görüş cenahının yeni ve değişik bir tarzı sayan, rejim konusundaki tavırlarından rahatsız olan, “takıyye” yaptığına inanan bu kesimler Cumhurbaşkanlığı makamının AKP’nin tercihiyle seçilecek olmasını içlerine sindiremiyorlar. Bu durum sadece siyasî alanla sınırlı kalmıyor. Kuşku ve tedirginlikler olduğu gibi anayasal kurumlara, bürokrasiye, üniversite ve medyaya yayılıp genişliyor. Böylece iktidarın karşısında kendini cumhurbaşkanlığı seçimine odaklanmış insanların oluşturduğu yaygın bir muhalefet cephesi oluşuyor.

Bu tarz bir gerginliğin derinleşmesi son derece sakıncalıdır. Çünkü nerelere intikal edeceğini, nasıl etki yapacağını, hangi sonuçlar doğuracağını kimse kestiremez. İktidarla muhalefet arasında zıtlaşmalar ve çatışmalar doğmasının demokratik rejimi nasıl sarstığını, kırılmalara yol açtığını son elli yılda defalarca yaşadık. Özellikle 27 Mayıs müdahalesine yol açan ortam bu tarz bir atmosferin eseridir. Atatürk’ün büyük beceri ve ileri görüşlülükle kışlasına soktuğu askerin, DP iktidarıyla CHP muhalefeti arasında oluşan husumetin açtığı yollardan politikaya girmesiyle sonraki müdahaleler için kapılar aralanmış oldu. 14 Mayısta Türkiye için tarihî bir açılım anlamına gelen demokratik yönetim mekanizması yerleşme fırsatını bulamadı; demokrasi geleneği oluşamadı. İstikrarsızlık sadece yönetim tarzıyla sınırlı kalmadı. Ekonomik, sosyal ve kültürel alanları da etkilediğinden, uçuş için havalanmamız gereken kritik dönemlerde tökezleyip yerimizde saydık.

Yakın siyasî tarihimizi doğru okuyup öğrenirsek bu güne ilişkin önemli dersler çıkarma fırsatı bulabiliriz. Genel ortamı dikkate alma gereği duyulmadan şahsî hırs ve saplantılarla hareket etmek sadece bu hatayı yapanlara değil, toplumun tümüne sıkıntılar, acılar, kayıplar getirmiştir. Cumhurbaşkanlığı seçiminin siyasî kavgaya dönüşmemesi için bütün toplumsal kesimlere büyük sorumluluklar düşüyor. İktidar ve muhalefetin ihtiyacımız olan ortak aklı üretmeleri “makulde birleşmeleri” için herkes teşvikçi olmalı, destek vermelidir.

Bu hususta ilk girişim doğal olarak iktidar partisinden beklenir. Abdullah Gül’ün “ülkenin yönetilmesinde anayasal kurumlarla birlikte olma bilincine sahip oldukları” şeklindeki ifadeleri çok yerindedir. Ancak yeterli değildir. Bu anlayışın Cumhurbaşkanlığı konusunu kapsayacak tarzda bir an önce ortaya konulması, tırmanan gerginliği ortadan kaldıracak, tansiyonun düşmesini sağlayacaktır.

CHP Genel Başkanı Baykal sert ve hırçın muhalefet yönteminin kendilerine kazanım sağlayacağını düşünüyorsa yanılıyor. Türk toplumunun huzur ve istikrar ortamına olan özlemini algılamak suretiyle, bu ortamı temin edeceği vaadinde bulunması, somut girişimleriyle ve istikrarlı tutumuyla tavrına güven sağlaması, iktidarı “ortak akıl” üretmeye çağırması kendine şimdikinden daha fazla itibar ve destek sağlar.

Anayasal kurumlarımızın ve organlarımızın bir bölümü özellikle son Danıştay saldırısında başarılı bir sınav vermediler. Bu makamlarda bulunanlar, sorumluluklarının bilincinde olmalı, söz ve davranışlarının yapacağı etkiyi her zaman hesap ederek konuşmalıdırlar. Ülkenin yönetilmesinde elbette siyaseten iktidar sorumludur. Ancak demokratik kurumların varlığı, katılımcı demokrasi anlayışı, hem üst düzey bürokratik makamları hem de yüksek yargıyı bu sorumluluğu paylaşmakla yükümlü kılmaktadır.

Siyasî iktidar ile anayasal kurumlar arasında bağlantılar yeterli yoğunlukta olmadığı zaman, ülke yönetiminde zaaf doğar. Devletin doğal işleyişi, gücü ve etkinliği hızla zayıflar. Çözülme süreci bir kere başlarsa frenlenmesi son derece zor olur. İnsanların yaratılışları gereği duygusal olmaları ne derece doğalsa, temsil ve yönetim sorumluluğuna sahip makam ve sıfat sahiplerinin serinkanlılıklarını kaybetmemeleri, tepkisel davranmamaları, sorumluluk bilinci taşımaları aynı derecede zaruridir.

Ülkenin yönetilmesinde ortak paydaların, müşterekliklerin bulunması binincinin en zayıf halkalarından biri ne yazık ki medyamızdır. Oysa bu alanda daha farklı bir tutum ve zihniyet mevcut olsaydı, hem siyasetin hem de sivil toplum alanlarının daha kolay yönlendirilmesi, gerekli yerlerde etkilenmesi mümkün olabilirdi. Ancak durum ortadadır. İdeolojik saplantıların, kabileci tercihlerin, ekonomik kazanım ihtirasının egemen olduğu basınımızın önemli bölümü, olumlu işlev yapmak bir yana, olayları çarptırmaktan, esas yörüngesinden kaydırmaktan, umutsuzluk ve inançsızlık dalgaları yaratmaktan marazi bir haz duyuyor.

Türkiye bazılarının sandığından çok daha büyük ve güçlü bir ülkedir. Milletimizin irfanı, selim aklı daha ağır problemlere çözüm sağlamış, pratik olduğu kadar anlamlı tutumuyla çıkış yollarını göstermiştir. Yakın siyasî tarihimizde bu millî özelliğimizin pek çok örneğini bulabiliriz.

Bir takım fanatik gruplar, hasta ruhlu insanlar, psikiyatrik tipler her cemiyette olduğu gibi Türkiye de de vardır. Bunlar bazen ideolojik saplantılarla bazen inanç iddialarıyla problem yaratabilirler. Ancak ne ferdî ne de grup kapasiteleri Cumhuriyet rejimimizi tehdide varacak çapa ulaşamaz.

Cumhuriyetimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde, çok sağlam temeller üzerinde, ilke ve amaçlarıyla, “zamanın ruhu” ile örtüşerek kurulmuştur. Kimse bu büyük esere güvensizlik ve saygısızlık anlamına gelecek kuşku ve vehimlere kapılmasın.