TÜRK OCAKLARI SİVİL TOPLUM ALANINDA TÜRKLÜĞE HİZMET ETMEYİ AMAÇLAYAN YÜZ YILLIK

Nuri GÜRGÜR
Türk Yurdu Dergisi (Mayıs 2006)
Değerli misafirler, aziz Türk Ocaklılar;
Dünyamız insanlık tarihinin en hareketli sürecini yaşıyor. Sovyetler Birliği'nin dağılması, soğuk savaşın sona ermesi ve Avrasya'daki siyasi atlasın değişmesi "Yeni Dünya Düzeni" diye adlandırılan dönemi belirleyen başlıca gelişmelerdir.
Geçen yüzyılın başlarında sömürge alanlarının paylaşılamamasından kaynaklanan


21.yüzyıla girilirken dünyada huzur ve barışı tehdit eden çekişmenin temel nedeni ise, bu yüzyılın hegemonik gücünü, efendisini belirleyeceği anlaşılan Avrasya enerji kaynaklarını ve bunların güzergâhlarını kontrol altına alma mücadelesidir.
Türkiye yakın geçmişte başlayan küresel değişmeleri, güçler arasındaki yeni pozisyonları zamanında kavrayamamanın ve doğru politikaları belirleyememenin sıkıntılarını yaşıyor.
Soğuk savaş müddetince Sovyet tehdidine karşı Avrupa ülkelerinin büyük savunma bariyeri, NATO savunma sisteminin kilit ülkesi konumundaydık. Bu özelliğimiz sebebiyle Batı dünyasında Türk ve Müslüman kimliğimiz dikkate alınmıyor, sakıncalı sayılmıyordu.
Soğuk savaşın bitmesiyle birlikte, AB üyesi ülkeler nazarında Türkiye'nin jeostratejik bir önemi kalmadı. Dolayısıyla ilişkilerimizde Türk ve Müslüman oluşumuz başta olmak üzere farklı parametreler kullanmaya başladılar. Bu durum doğal olarak bizi yeni oluşturdukları birliğin dışında tutmalarına yol açıyor.
İki küresel merkez AB ve ABD ile karşılıklı güven ve ihtiyaçlara dayalı stratejik ilişkilerin kurulamamış olması, bölgemizdeki kargaşa ortamında ülkemizin endişe verici bir yalnızlığa itiyor.
Bunun sonucu olarak AB ile ilişkilerimizin gelişmesine paralel şekilde, başta Almanya ve Fransa olmak üzere Birlik içerisinden ülkemiz aleyhine giderek yoğunlaşan girişimlerle karşılaşıyoruz.
Dünyada ve bölgemizde ülkemizi doğrudan ilgilendiren köklü değişimlerin yaşandığı çok kritik bir süreçte etkisiz ve hareketsiz kalışımız tarihî bir kayıptır. Özellikle 80'lerin sonlarında başlayan ekonomik ve siyasal istikrarsızlık, sosyal ve kültürel karmaşa ileriye dönük etkili politikalar oluşturulmasına imkân vermedi.
Serbest piyasa ekonomisini ve liberal düzenin ön plana çıktığı küresel değişimlere ayak uydurmaya çalışan Türkiye'de, gerekli yasal ve kurumsal düzenlemeler zamanında yapılmadığından, derin boşluklar oluştu. 90'ların başında sayısı 82'ye ulaşan bankacılık alanında denetimi sağlayacak kapsamlı bir mevzuat bulunmaması nedeniyle, bu sektör başıboş kaldı; amacından hızla uzaklaştı.
Ekonomideki ulusal kayıplar bankacılıkla sınırlı kalmadı. Popülist ve çıkarcı politika anlayışının egemen olduğu yönetimler eliyle, kamu imkânları insafsızca yağmalandı. İşlemeyen havaalanları, çoğu gereksiz Bayındırlık yatırımları, ihale yolsuzlukları bu düzene damgasını vurdu. Siyasetçi, bankacı, bürokrat üçgeninde kamunun soyulması sistematik ve organize bir alışkanlık haline geldi.
Hızla artan borçlanma ihtiyacı, yüksek faizle borç alınmasına, enflasyonun azmasına yol açtı. Öyle ki 90'ların ortalarına gelindiğinde, Devlet borcun aslını ödemek bir yana faizlerini bile karşılamakta zorlanmaya başladı. Yatırımlar durma noktasına gelirken, giderek yükselen ve yerleşen enflasyon, hem ekonomik hem de sosyal ilişkileri ciddi şekilde zedeleyen bir tehdit hâline dönüştü.
Bu yıllarda ülke yönetiminde ortaya çıkan siyasi istikrarsızlık, Türkiye'yi siyaset bilimcilerinin "yönetemeyen demokrasi" diye tanımladıkları tehlikeli bir boşlukla karşı karşıya bıraktı.
Önce ikili, sonra üçlü koalisyonlar, bazen altı ay bile sürmeyen hükûmet dönemleri özellikle 95 ile 2000 arasında beş yılda beş hükûmet değişmesine yol açtı. Bu ortamda ileriye dönük bir proje ve millî politikalar oluşturmak bir yana, kapsamlı bir hükûmet programı uygulamak bile imkânsız hâle geldi.
Türkiye dünyadaki gelişmelerin kendisine sunduğu son derece elverişli konjonktürü kullanamadı; zamanı beceriksizce yönetimler eliyle hoyratça tüketti.
Oysa önümüzde talihin ve tarihin ilâhi bir lütuf halinde sunduğu fırsatlar bulunuyordu. Sovyetler'in dağılmasından sonra Doğu Avrupa, Balkanlar ve Karadeniz çevresinde Türkiye'nin etkili olabileceği, öncülük üstleneceği politik ve ekonomik bir alan doğmuştu. Her şey bir tarafa Türk dünyası beş yüzyıldır özlemini duyduğu özgürlüğüne kavuşmuş, beş bağımsız Türk Devleti ortaya çıkmıştı. 90'ların başında tarih âdeta makas değiştiriyor, yeni yüzyıla Türklerin damgasının vurulacağı inancı güçlü bir ihtimal görünüyordu.
Ancak gerekli hazırlık ve iradeye sahip bulunmadığımızdan değişen dünya dengelerinin anlamını kavrayamadık; bu uygun ortamı değerlendiremedik.
Bunun en çarpıcı örneklerini Türkiye-AB ilişkilerinde yaşıyoruz. 1987'de yaptığımız resmî başvuruyu, hazır olmadığımız gerekçesiyle geri çeviren AB'nin bu cevabının gerçek nedenlerini araştırmayı hiç düşünmedik. Ne pahasına olursa olsun bu kulübün üyesi olmayı mistik bir inançla savunan aydınlarımız, Türk toplumunu, gerekenleri yerine getirmemiz, ev ödevlerimizi tamamlamamız hâlinde özel bir engelle karşılaşmayacağımıza inandırmak için seferber oldular.
Oysa Fransa'nın eski Cumhurbaşkanı ve AB'nin etkili isimlerinden Valery Gisgard D'estaing daha 90'ların başlarında, "Türkiye'yi aldatıyoruz; hiçbir zaman üye olamayacaklarını söylemiyoruz" derken gerçeği ifade ediyordu. Ancak bu ve benzeri sözlerin üzerinde durmak yerine, duymamayı tercih ettik. Helsinki'de adaylığımızın resmen ilan edilmesini ve özellikle 17 Aralık Kopenhag Zirvesi'nde müzakerelerin başlaması kararını mutlu sonun müjdeleri şeklinde algıladık.
AB lobisinin yıllardır milletimizi nasıl kandırmaya, uyutmaya çalıştığı bugün çok net şekilde ortaya çıkmıştır. Başından itibaren meseleye doğru teşhis konulabilseydi, hem Avrupa ile ilişkilerimiz sağlıklı şekilde gelişir, hem de bir serabın peşinde koşuşturmak yerine, imkânlarımızı doğru ve yerinde kullanma alışkanlığı kazanabilirdik.
Türk toplumu medya üzerinden yürütülen psikolojik bombardımanla AB olmadan ayakta kalamayacağımıza, iç dinamiklerimizle kalkınma ve gelişmemizin sağlanamayacağına inandırılmak istendi.
Neye mal olursa olsun üyelik saplantısı bir taraftan öz güvenimizi kaybetmemize yol açarken, diğer taraftan muhataplarımızda ne isterlerse yerine getireceğimiz inancını kökleştirdi.
İlişkilerin son derece dengesiz bir zemine kayması sonucu, başta Gümrük Birliği Anlaşması olmak üzere, Türkiye'yi sürekli zararda olan, ödün veren taraf durumuna getirdi.
AB'yi kendi kültür ve medeniyetlerinin, tarihlerinin buluşma noktası şeklinde tanımlayan Avrupalıların, bizi istememelerine duygusal tepkiler göstermek yerine, artık gerçeklerle yüzleşmeliyiz.
Avrupalılar kendi mantaliteleri, zihniyet ve amaçları açısından bu tavırlarında haksız sayılmazlar. Çünkü biz kendimizi nasıl tanımlarsak tanımlayalım Avrupalılar nazarında farklı bir kimliğin, inancın, kendilerine hasım bir tarihî geçmişin insanlarıyız. Biz unutsak bile, Viyana muhasarasını hafızalarında canlı tutuyorlar.
Türkiye AB için, hem kültür ve medeniyet farklılığı, hem jeopolitik ve demografik yapısı, hem de ekonomik durumu gibi önemli nedenlerle üyeliği son derece sakıncalı bir ülkedir.
Aynı zamanda bu özellikleri dolayısıyla ilişkilerin behemehâl sürdürülmesi zaruri bir muhataptır.
En son Müzakere Çerçeve Belgesi'nde ve 3 Ekim İlerleme Raporu'nda çizilen tablo ilişkilerin geleceğini tartışılmaz netlikle ortaya koymaktadır.
Müzakerelerin ucunun açık olduğunun vurgulanması, 35 müzakere başlığının başında ve sonunda hiçbir aday ülkeye uygulanmayan tarzda oylamaya sunulması, serbest dolaşım hakkı ve tarım fonlarına kalıcı kısıtlamaların getirilmesi, her şey normal gelişse bile son safhada "Birliğin hazmetme kapasitesi" diye keyfi bir bariyerin daha eklenmesi AB'nin Türkiye'yi üye yapma iradesinin olmadığını gösteriyor.
Üstelik Fransa ve Avusturya'nın girişimleriyle nihaî kararın referanduma sunulması benimseniyor. Türkiye aleyhtarlığının %75'lere ulaştığı toplumların tercihini tahmin için kâhin olmak gerekmiyor.
Bu yüzyılın ortalarında nüfusu 100 milyona ulaşması beklenen Türkiye'yi üye yapmaları, yakın gelecekte bütün AB organlarında en yüksek oranda temsil edilmemize, yönetim hiyerarşisinin en üstünde yer almamıza razı olmaları anlamını taşır.
İki buçuk milyon Türk'ü asimile edememenin huzursuzluğunu yaşayan Almanya başta olmak üzere, Avrupalıların bunu içlerine sindirmelerini umanlar ya fazlasıyla saf, yahut maksatlıdırlar.
Gerçekleri iyi göremediklerinden dolayı hâlâ üye olabileceğimiz inancını taşıyan, başka bir deyişle konuyu farklı amaçlar için kullanmaya çalışmayan iyi niyetli insanlarımızı bir tarafa ayırmak kaydıyla, milletimizin sistematik tarzda aldatılmaya çalışıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bazı çevreler, toplum yapısında ve devlet düzeninde ideolojik ve etnik amaçlarına ulaşmalarını sağlayacak köklü bir dönüşüm için bu ilişkileri baskı unsuru şeklinde kullanmak istiyorlar.
Türkiye'nin mecbur ve mahkûm duruşu AB'yi kışkırtıyor. Temel millî meselelerimizde kabulü imkânsız talepler yapmalarına yol açıyor.
Annan Planı'nın referanduma sunulması sırasında, Kıbrıs Türklerinin "evet" demeleri durumunda izolasyonların kaldırılacağını, ekonomik yardımların önünün açılacağını söyleyen Avrupalılar, sözlerini unutmuş bulunuyorlar.

Türkiye'nin bu durumda Ankara Antlaşması'nın genişletilmesine ilişkin kararını TBMM'den geçirmesi, liman ve havaalanlarını Rumlara açması, uluslararası antlaşmalardan kaynaklanan haklarından vazgeçmesi Ada'nın paketlenip yeni bir Girit gibi Rumlara teslimi anlamına gelir.
Bunu hiçbir Cumhuriyet Hükûmeti'nin ve Milli Mücadele'yi yapan Gazi Meclis'in günümüzdeki temsilcisi TBMM'nin kabulü mümkün değildir.
Aslında bu başlık olmasa bile, önümüzdeki birkaç ay zarfında dil ve kültürel imkânların genişletilmesi, dinî ve etnik azınlıkların tanınması gibi mikro milliyetçi akımların teşvikine yönelik taleplerle karşılaşmamız sürpriz olmayacaktır.
Çünkü Batı 73 milyonluk Türkiye'yi fazlasıyla büyük görüyor. Etnik ve dinî ayrıştırma işlemleriyle bölüp ufaltarak, kendisi için tehdit oluşturmayacak bir hacme getirmeyi arzuluyor.
1984'de silahlı saldırıları başlatan Etno-milliyetçi Kürt hareketi yirmi iki yıldan beri Batılı ülkeler tarafından himaye ediliyor, destekleniyor. Bugün başta Almanya ve Fransa olmak üzere, NATO bünyesinde müttefikimiz olan çeşitli Avrupa ülkelerinde, PKK terör örgütünün yan kuruluşu onlarca dernek, vakıf ve enstitü faaliyet gösteriyor.
Çoğunlukla Güney Doğu'dan Almanya'ya çalışmak üzere giden yurttaşlarımız bu Devlet'in hoşgörüsüyle PKK tarafından sıkı bir şekilde örgütlendi. Bir nevi Kürt diasporası oluşturuldu. Eğitim çalışmalarıyla militanlar yetiştirildi. Gazeteler, dergiler çıkartıldı, TV yayınları başlatıldı. Bağış ve aidat adıyla büyük meblağlar toplandı. Batılı istihbarat merkezleri bu örgütlere maddi yardımlar sağladılar, yetiştirip yönlendirdiler. Bugün Avrupa'da iyi eğitilmiş 12.000 civarında profesyonel PKK militanı her alanda faaliyet gösteriyor. Batılı kurum ve kuruluşlarla bağlantılar kuruyor.
Etno-milliyetçi bölücü örgüt sadece Batı Avrupa'dan değil başta komşularımız olmak üzere, 20'den fazla ülke tarafından destekleniyor. Çünkü Türkiye jeopolitik, kültürel ve tarihi özellikleri, su kaynakları gibi çeşitli nedenlerle pek çok ülke nezdinde tehlikeli bir rakip görülüyor. PKK vasıtasıyla gelişmesi, büyüyüp güçlenmesi tamamıyla durdurulamasa bile yavaşlatılmak isteniyor.
PKK yönetim zaaflarımızdan doğal olarak yararlandı. Bir taraftan bölgede şiddet kullanarak, katliamlar yaparak halkı kışkırtıp kontrolü altına almaya çalışırken, diğer taraftan liberal aydınlar arasındaki sempatizanlarından ve medya imkânlarından destek sağlayarak geniş bir propaganda kampanyası yürüttü.
Günümüzün popüler kavramlarını, hukuk, insan hakları, demokrasi gibi evrensel değerleri eylemlerini maskelemek üzere bol bol kullandı. Bunlar adına vakıflar, dernekler kurdu. Örgüt Avrupa'daki merkezleriyle bağlantılı şekilde yürüttüğü bu sistematik çabalarla yasalar karşısında kendisine meşruiyet alanı sağlamak istiyor.
Türkiye'nin adaylığının ilanından sonra, AB'ne uyum gerekçesiyle, başta ceza ve usul kanunları olmak üzere, bazı kritik yasalarda yapılan düzenlemeler, terör ve bölücülük mücadelede ciddi zaaflar doğurmuştur.
Model almaya çalıştığımız Batılı ülkeler terör tehdidini hissettikleri anda, son derece sert ve köklü tedbirler alarak, yasalar çıkartarak toplum düzeninin korumaya, tehlikeyi önlemeye çalışıyorlar.
ABD ve İngiltere'nin 11 Eylülden sonra çıkardıkları yasalar, Fransa'nın basit bir etnik tepkiye karşı 50 yıl öncesinin tedbirlerini yürürlüğe sokması Batı'nın bu konulardaki kararlılığının örnekleridir.
Oysa biz Apo'nun teslim alınmasıyla on beş yıl süresince yaşanan "düşük yoğunluklu savaş"ı unutmaya çalıştık. Etno-milliyetçi terörün stratejisini değiştirmesinin, siyasal zemine kaymak isteyişinin anlamını algılayamadık.
Teröristbaşı, bu günlerde yaşamakta olduğumuz olayların sinyalini İmralı'da ilk duruşmasında ifade etmiş, silah gücüyle ulaşamadığı amacına "Demokratik Cumhuriyette Birlik" sloganıyla ulaşmaya çalışacağını açıklamıştı.
Buna karşı meselenin önemiyle orantılı yeni yöntemler aramak ve uygulamak yerine AB'nin talep ve beklentilerini eksiksiz yerine getirme telaşıyla seri şekilde yasalar çıkarıldı. Demokratik ve liberal bir toplumsal yapıya geçileceği iddiasıyla yerel yönetimlere geniş inisiyatif verildi. Devletin illerdeki temsilcisi konumundaki valilerin yetkileri önemli ölçüde kısılırken, yerel yönetimler, belediye başkanlıkları, özel idareler ön plana çıkarıldı.
Sonuçlar ortadadır. Ülkemizde hem ideolojik ve etnik, hem de kriminal anlamda olaylar hızla tırmanmaktadır.
Özellikle büyük şehirlerimiz, organize suç örgütlerinin egemen olduğu, hırsızlık, gasp, soygun, kapkaç ve cinayetlerin yaygınlaştığı, sokakların yürünemez hale geldiği ciddi bir kargaşayla karşı karışadır.
Polis ile adliye arasında bir taraftan yetki tartışması ve hatta gerginlik yaşanırken, diğer taraftan ilgili devlet birimleri yasal kısıtlamalar nedeniyle suçun ve suçlunun üzerine etkili şekilde gidemiyorlar. Başta gözaltı süresi olmak üzere, yasaların yetersiz kalmasından ötürü tahkikat yürütemiyorlar.

Uyuşturucu şebekeleri lise ve hatta orta okulların çevresini kuşatmış durumdadır. Çoğu Güney Doğu'dan sağlanan sekiz-on yaşlarındaki çocuklar özel şekilde eğitiliyor, organize edilip sokaklara salınıyor.
Asayişin bozulması, yasaların caydırıcı niteliğinin kalmaması, Devletin saygınlığının ve etkinliğinin azalması demokratlık ve liberallik değil karmaşa ve başıboşluktur.
Bir süreden beri faaliyetlerini siyasal zemine kaydırmaya çalışan ırkçı-bölücü örgüt, oluşan yasal ve kurumsal boşluklardan azami şekilde yararlanıyor. Bölge halkı üzerinde kaybetmeye başladığı etkinliğine yeniden ulaşmak üzere çeşitli yöntemlere başvuruyor. Bu amaçla egemenliği altındaki belediyeleri dilediği tarzda kullanıyor.
Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına tabi olması gereken 56 belediyenin doğrudan örgütün yan kuruluşu şeklinde faaliyet göstermesi devletimiz namına kabulü imkânsız bir zaaftır.
Bu belediyeler, her vesileden yararlanarak, aralarındaki bağlantıya yurt içinde ve dışında bir nevi temsil statüsü kazandırmak, böylelikle uluslararası alanda görüşme muhatabı sayılmak istiyorlar.
PKK'yı terör örgütü saymadıklarını, Apo'yu siyasi iradeleri olarak kabul ettiklerini sık sık tekrarlamak suretiyle Türkiye Devleti'ne ve yasalara açıkça meydan okuyorlar.
Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı ayaklanan, düzenlediği saldırılarla otuz binden fazla insanımızın, binlerce askerimizin, polisimizin ölümüne sebebiyet veren örgütün terörist olmadığını savunmak, eylemlerine, cürümüne iştirak anlamına gelir.
Devlete başkaldırmayı, askerimize kurşun sıkmayı, etnik kimliğinin doğal tepkisi görüp meşru sayan, siyasi haritamız üzerinde paylaşım projeleri hazırlayanların yeri, cumhuriyet yasalarıyla düzenlenip güvence altına alınan belediye yahut siyasi parti başkanlıkları değil, terörist başının yanıdır, cezaevidir.
Türkiye Devleti'nin yasalarından edinilen haklarla kurulan partilerin hangi esaslara göre faaliyet gösterecekleri bellidir. Partileşme adıyla ortaya çıkıp, PKK'nın siyasi kanadı işlevini yüklenen sözde siyasi kuruluşlar, demokratik talep ve iddiaların arkasına gizlenerek, bunları kamuflaj malzemesi şeklinde kullanarak sahtekârlık yapıyorlar.
Yıllardır sürüp gelen bu tiyatro oyununu çözemeyenler derin bir hamakat içerisinde PKK'nın legal temsilcilerine dolaylı da olsa destek veriyorlar.
Ülkemiz yirmi yılı aşkın bir süreden beri çok yönlü, çok kapsamlı, iç ve dış kaynaklı uluslararası bir komployla karşı karşıyadır. Bu gaileyle uğraşmak zorunda kaldığımızdan gücümüzü ve kaynaklarımızı daha güçlü ve huzurlu bir Türkiye'nin oluşumu yönünde kullanamıyoruz.
Örgüt adına bölgeyi kan deryasına çevirenler, bu tutumlarıyla en başta bölge halkına zarar veriyorlar. Bura insanlarının daha iyi eğitim almalarını, sağlık ve çevre şartlarına kavuşmalarını, iş kurup gelişmelerini, yoksulluktan kurtulmalarını, insanca yaşamalarını engelliyorlar.
Biz ırkçılık ve ayrımcılık yapmıyoruz. Bu coğrafyada yaşayan 73 milyon insanın tamamını aynı kültür dokusunun, medeniyetin, tarihî geleneğin mensubu olarak görüyoruz. Mimarimiz, musikimiz, sanatımız, edebiyatımız müşterektir. Yaşar Kemal Kürt asıllı bir Türk yazarıdır. Düğünlerimiz, cenazelerimiz, yemeklerimiz, âdetlerimiz birbirinden farkı bulunmayan usul ve tarzda yapılır. Edirne'deki camilerle Diyarbakır ve Van'dakilerin farkı yoktur.
Yüzyıllardır millet denilen sosyolojik evrimin en ileri merhalesine bu topraklarda ulaştık, tarihin hüzünlü ve sevinçli günlerini birlikte paylaştık. Kız alıp kız verdik, kirve olduk.
Kültürümüzün canlı, dinamik ve yaratıcı özellikleri dolayısıyla gerek Anadolu'da gerekse yayıldığımız coğrafyalarda temas hâlinde olduğumuz başka kültürlerden aldığımız unsurları, süratle özümsedik, kendimize mal ettik. Bütün canlı kültürler gibi üslubumuzu hâkim kılarak, uyuşumlarını sağlayarak, millî terkibimiz hâlinde kültürümüzü zenginleştirdik.
Bu tarihî ve sosyolojik süreç farklı yaşansaydı, ya yüzyıllar öncesinin kabile ve aşiret yapısında kısılıp kalır, yahut muhitimizin ve çevremizin kültürel, ekonomik ve siyasal baskılarına direnemeyip dağılırdık.
Çöken bir imparatorluğun enkazından Türkiye Cumhuriyeti'nin çok kolay şekilde kurulmuş olması, bu siyasal girişimin dayandığı elverişli bir kültürel ve tarihî zeminin bulunmasındandır.
Mahallî grupların veya folklorik özelliklerin varlığı bu gerçeği değiştirmez.
Bulunduğumuz topraklarda yüzyıllar boyunca çok zengin bir "Osmanlı-Türk üst kimliği" yaşanıyordu ve bu ortam bizim millet olmamızı sağlamıştı.
Bazı kozmopolit çevrelerin iddialarının aksine, Türkiye Cumhuriyeti esasen var olan bir milletin yeni siyasal formatta teşkilatlanmasıdır. Bunun dayandığı Türk üst kimliği "etnik-ırkî" anlamda bir egemenlik tanımlaması değil, kültürel yapının vurgulanmasıdır.
Türk kimliği tarihten gelen bir kimliktir. Selçukluların, Osmanlıların ve cumhuriyetin kurucu unsurunun kimliğidir. Cumhuriyetin kimliğini ifade eden bu olguyu makamı ve sıfatı ne olursa olsun hiç kimse siyasi mülahazalarla değiştiremez.
Bazıları Türkiye vatandaşlığı adıyla bir üst kimlik yaratmak istiyorlar. Böylece başta Kürt etnikçiliği olmak üzere, mikro milliyetçi eğilimlerin önleneceğini umuyorlar.
Tutarlı ve bilimsel zemine dayanmayan bu görüşlerin entelektüel çevrelerde tartışılması, savunulmasını yadırgamayız. Milletler çağının bittiğine, millî kültürlerin geçmişte kaldığına inananların kozmopolit ve nihilist eğilimlerin egemen olduğu yozlaşma ortamında, bu tarz görüşler doğal olarak bulunacaktır.
Ancak ülke yönetiminden sorumlu siyasetçilerin, devleti yönetenlerin çok dikkatli olmaları, ülkenin siyasal ve kültürel dokusunun zedelenmesine yol açacak yanlışlardan kaçınmaları gerekir.
Türk kimliğinin konumunu ve özelliğini bir kenara iterek, başka bir çok etnik grupla birlikte yatay şekilde sıradan bir alt kimlik şeklinde tanımlanması sonuçları açısından çok sakıncalı siyasal bir fantezidir.
70'li yıllar boyunca ülkemizde Marksist-Maoist rejim kurmak için çalışanlar, Baas tipi bir yönetim amacıyla darbeler hazırlayanlar zamanla farklı alanlara kaydılar. Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla komünizme ilişkin hayalleri yıkıldı, militanlık dönemleri doğal olarak kapandı.
Yeni ortama uygun farklı kimlikler edinmeleri gerekiyordu. Bunu başarıyla sağladılar. İş adamı ve yönetici olup zenginleştiler; etkili makamlar edindiler; özellikle medyada köşe başlarını tuttular.
Dünün militan eylemcilerinin değişmeyen temel özellikleri devlete olan husumetleridir. İdeolojik saldırılarla yıkamadıkları Türk Devleti'ni esneterek, kuruluş ilkelerinden uzaklaştırarak, etkisiz kılmaya, sıradanlaştırmaya, tören unsuru konumuna indirgemeye çalışıyorlar.
Bunu başarabilmek için demokratikleşme, insan hakları, bireysel özgürlükler gibi kimsenin itiraz edemeyeceği çağımızın itibarlı kavramlarını malzeme şeklinde kullanıyorlar.
Devletin boşaltacağı alanlara PKK kontrolündeki bölgelerde etnik ayrımcıların, bölücülerin egemen oldukları yerel yönetimleri, belediyeleri yerleştirmek istiyorlar.
AB'ne uyum bağlamında çıkarılan yasaların bir çoğunda, gerekli dikkat ve özenin gösterilmeyişi, sağlıklı bir perspektifin belirlenmeyişi, yaşadığımız problemlerin hafife alınması gibi sebeplerle önemli hatalar yapıldı; boşluklar oluştu.
Bu durumu bürokrasinin azaltılması, yönetimin hastalıktan kurtarılması, hizmetin verimli kılınması gibi çağdaş reform zihniyetiyle kıyaslayıp izaha çalışmak mümkün değildir.
Yapılan hatalarda özel amaçların yahut farklı niyetlerin varlığı tartışılabilir. Ancak bu tabloda, anlamsız bir özentinin, gereksiz bir telaşın, acemiliğin, bilgi ve yetenek eksikliğinin etkili olduğu ortadadır.
Türkiye'nin gündemindeki meselelerin önemi ve ağırlığı kimseyi yıldırmamalıdır. Bunlarla ilk defa karşılaşmıyoruz. Bin yıl zarfında çok daha çetin şartlar yaşadığımızı, ancak varlığımızı başarıyla koruduğumuzu asla unutmamalıyız.
Problemlerimiz esas itibariyle kendimizden kaynaklanıyor. Gücümüzü, imkânlarımızı kullanamıyoruz; organize olamıyoruz. Kritik konular üzerinde yoğunlaşıp çözüm aramak yerine gereksiz alanlara dağılıyoruz.
Türk Milliyetçiliği fikri, geçen yüzyılın başlarındaki dağılma ve çözülme döneminde, millî varlığı korumaya yönelik arayışların en uygun cevabıydı; zarurî ve gerekli bir tercihti.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin milliyetçi fikir ve felsefe zemininde kurulmuş olması, Mustafa Kemal ATATÜRK ve mücadele arkadaşlarının "zamanın ruhu" nu doğru algıladıklarının en somut göstergesidir.
Yeni yüzyılın, yeni şartları, dengeleri ve meseleleri dikkate alındığında, milletimiz ve ülkemiz açısından milliyetçi fikir ve düşüncelere en az yüz yıl öncesi kadar ihtiyaç olduğu kolayca fark edilebilir.
Türk milliyetçiliğini sevimsiz ve tehlikeli bulanlar, geçerliliğini yitirdiğini iddia ettikleri millî devlet ve millî kültürle birlikte gündemden kalktığını söyleyenler ne kadar çırpınsalar da bu gerçeği değiştiremezler.
Önemli olan milliyetçiliğe düşman kesimlerin dedikleri değil, Türk milliyetçilerinin sorumluluklarının, yükümlülüklerinin bilincinde olmaları, düşüncelerinin hakkını verebilmeleridir.
Türk milliyetçiliğinin her alanda iyi temsile, doğru ifadeye, bunları başarabilen bilgili, becerikli ve nitelikli insanlara ihtiyacı var.
Meselelerimizin üstesinden gelmek, çözümler üretmek, başarılı olmak, toplumun saygı ve güvenini hakkedebilmek için bu şartların hakkıyla yerine getirilmesi gerekiyor.
Başka bir ifadeyle Türk milliyetçileri siyaset yahut sivil toplum alanlarından hangisini tercih etmişlerse, buralarda çağın şartlarına, ülkemizin ihtiyaçlarına uygun tarzda yüksek kalitede hizmet sunmakla yükümlüdürler.

Türk Ocakları sivil toplum alanında Türklüğe hizmet etmeyi amaçlayan milliyetçi aydınların meydana getirdiği yüz yıllık bir hizmet çınarıdır; tam ve kâmil anlamıyla bir millî kültür yuvasıdır.
66 şubemizle, yönetici ve üyelerimizle bu meşaleyi yakan büyüklerimizin taşıdıkları azmi ve heyecanı aynen taşıyoruz. İlke ve amaçlarımızı özenle koruyarak, sorumluluğumuzun bilincinde olarak görevlerimizi yapmak için çalışıyoruz.
Bütün zorluklara göğüs gererek, şahsi hiçbir beklentileri olmaksızın büyük bir samimiyet ve özveriyle bu faaliyetleri yürüten aziz Türk Ocaklılara bu vesileyle saygı ve şükranlarımı sunmak istiyorum.
Bu ülküdaşlarımızın her biri, vaktiyle okullarını ve mesleklerini bırakarak vatan savunması için koşar adım Çanakkale'ye, Sakarya'ya giden, ölüme meydan okuyan, Türk milletinin bağımsızlığı ve özgürlüğü uğruna toprakla kucaklaşan ecdadımızın ruhunu ve heyecanını taşıyorlar.
Türk Ocakları'nın bugünkü misyonunun ne olduğunu Türk Ocaklılar iyi biliyorlar ve bunu başarmaya çalışıyorlar.
Kuruluşumuzda belirlenen amaç, ilke ve yöntemlerin ne kadar doğru ve isabetli olduğunu her geçen gün daha iyi anlıyoruz.
Türkiye'ye yönelik tehditlerin varlığına gerçekten inanan, tehlikelerin bilincinde olan, millî şuur taşıyan herkesin birleşip bütünleşmesi, sevgiyle saygıyla kucaklaşması zarurî olan kritik bir ortamda yaşıyoruz.
Bu gerçekler bugün görülüp anlaşılmıyorsa, gerekenler yapılmıyorsa korkarız yarın geç olacaktır.
Sözlerimi bundan önceki Kurultayımızdaki gibi sevgili Yunus'un deyişiyle tamamlıyorum.
"Bilmeyen ne bilsin bizi, bilenlere selâm olsun"
---------------------------------------------------------------------------
*Türk Ocakları Genel Başkanı Nuri Gürgür'ün 15.04.2006 tarihinde Türk Ocakları 36. Kurultayında yaptığı açılış konuşmasının kısaltılmış şeklidir.