DEĞİŞEN DÜNYA DENGELERİ VE TÜRKİYE
(11 Şubat 2006 tarihinde Ankara Ticaret Odası ve Türk Ocakları Genel Merkezi'nin birlikte düzenledikleri "Avrupa Birliği ve Genişletilmiş Ortadoğu Projesi Kapsamında Türkiye" konulu panelde Genel Başkanımız Sayın Nuri Gürgür'ün yapmış oldukları konuşma)
Değerli misafirler, muhterem hanımefendiler, beyefendiler;
Türkiye'nin temel meseleleri açısından genel bir fotoğrafını çekme anlamındaki bu toplantımıza gösterdiğiniz ilgi ve teşrifinizden dolayı sizlere kalbî şükranlarımı sunuyorum. Burada hem günümüzü hemde geleceğimizi doğrudan ilgilendiren son derece önemli konular ele alınıp, incelenecektir.
Bu toplantı düzenlenirken, konuların bütün dünyayı etkileyen iki küresel sistem bağlamında ele alınmasının gerçekçi bir yaklaşım olacağı düşünüldü. Sempozyumu hazırlayan Türk Ocakları Hars Heyeti'ne, başta sayın Doç.Dr.Celalettin Yavuz olmak üzere, görev yapan arkadaşlarımıza ve başka millî konularda olduğu gibi bu toplantıya da yürekten destek veren sayın Sinan Aygün'e, Ankara Ticaret Odası Yönetim Kurulu'na teşekkürlerimi sunuyorum.
Değerli misafirler, Dünyamız bugün bütün insanlık tarihinin en hareketli dönemini yaşıyor. Bu ortam geçen yüzyılın ortalarından sonra giderek hızlanan ve yoğunlaşan bilimsel ve teknolojik gelişmelerin sonucu oluştu. Önce Dünya ekonomisinde geometrik büyüme halinde hızlı bir gelişme yaşandı. Sermaye ulusal sınırlarına sığmayacak derecede büyüdü ve haliyle sınırları taşarak uluslararası nitelik kazandı. Bu yayılma doğrudan siyaseti, sosyal ve kültürel hayatı etkileyen, baskı yapan bir konuma ulaştı. Bunun sonucu olarak ekonomik ve sosyal alanlarda ortaya çıkan gelişmeler kısa sürede Dünya politikalarına yansıdı. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra oluşan küresel sistem çatlayıp dağıldı; Sovyetler Birliği çöktü ve eski başkan Bush'un ifadesiyle "yeni bir dünya düzeni" ortaya çıktı.
Bu yeni düzeni temel özelliği, tek süper güç konumuna gelmiş bulunan ABD'nin geniş bir egemenlik ve etkinliğe sahip olmasıdır. Sovyetler'in dağılmasından sonra Avrasya jeopolitiğinde oluşan derin boşluğun uzun süre devam etmesi düşünülemezdi. Nitekim öyle oldu. Brezinski'nin "Büyük Satranç Tahtası" şeklinde tarif ettiği geniş alan 90'lı yılların başından itibaren jeopolitik anlamda ABD tarafından doldurulmaya başlandı.
Sovyetler'in dağılmasından sonra onun mirasının büyük kısmına sahip olan Rusya Federasyonu bu yıllarda zor durumdaydı. Ekonomisi çökmüş, istikrarlı bir yönetim kuramamış, stratejik politikalar üretme kabiliyetini büyük ölçüde kaybetmişti. Çin ise henüz emperyal vizyon iddiası taşıyacak durumda değildi. Başka bir ifadeyle Dünya'nın en büyük ekonomisine ve buna dayalı silah gücüne, politik etkinliğe sahip olan ABD, Avrasya'ya yönelik projelerinde elverişli bir pozisyona sahipti; girişimlerini rakipsiz şekilde uygulamaya koymaya başladı.
Gerek bu politikaların gerekse son zamanlarda ortaya çıkan "Büyük Ortadoğu" veya "Genişletilmiş Ortadoğu" projesinin doğru değerlendirilebilmesi için ABD'ne etkili olan zihni alt yapıyı ve toplumsal psikolojiyi dikkate almak gerekir.
Konuyu bu açıdan ele aldığımızda, Amerikan politikalarını yönlendiren üç temel unsurun varlığını görüyoruz. Bunların başında "yeni muhafazakârlar" yahut "neo-con" lar diye tanımlanan fikrî yapıyı benimseyen entelektüel grup geliyor. Bunlar epeyce bir zamandan beri Amerikan toplumunda ve düşünce hayatında varlığı bilinen, ancak etkileri giderek artan, yönetim kademelerinde hızla zirvelere yayılan, böylece ABD politikalarına nüfuz eden etkili bir camia oluşturmaktadır. 90'lı yılların başlarından itibaren, yarı resmî araştırma merkezlerinde, üniversitelerde ve tink tank kuruluşlarda ABD politikalarını etkilemek amacıyla, ileriye dönük iddialı projeler hazırladılar. Ancak şimdiki güçlü konumlarına başkan Bush'un seçilmesinden sonra ulaştılar. Başkanın çevresinde yönetimin en önemli kademelerinde yer alarak, projelerini doğrudan ABD politikası şeklinde uygulamaya geçirdiler.
ABD'nin politikalarında, sosyal ve kültürel hayatında etkili olan bir başka kesim Evangelistler'dir. Bu protestan mezhep Amerika'da en yaygın kilise durumundadır. Milyonlarca müntesibi, taraftarı, binlerce papazı ve kiliselerine ilaveten muazzam bir ekonomik güce ve buna bağlı basın, TV, ticarî, ekonomik ve kültürel kuruluşa, çeşitli vakıf ve derneklere sahip olan Evangelist'ler, fanatik bir inanç yapısını temsil ediyorlar.
Mistik bir anlayışla, mezheplerinin İncil'inden aldıkları ilhamla, doğrudan dünyaya, hayata ve uluslararası ilişkilere ilişkin ilginç kehanetler öne sürüyorlar. Bunlar sadece kilise çevresiyle sınırlı kalmıyor. Bu mezhebin koyu bir mensubu olan başkan Bush'un iktidara gelmesiyle birlikte Evangelist beklentiler doğrudan ABD politikalarına yansıyor, yönlendiriyor. Amerikan toplumunda geniş bir kesim Ortadoğu'daki son gelişmelerin ve ülkelerin İsrail ile ilişkilerine inançlarının penceresinden bakıyor. Buna göre dünyada ebedî barışın sağlanması ve ilâhi görevlerini yerine getirip cennete ulaşmak için önce Yahudiler'in bölgede "vaad edilmiş topraklar"da egemen olmaları gerekiyor. Ardından Mesih'in yeryüzüne inerek inançlıların yani Evangelistler'in başına geçmesi, son ve kesin Armegedan Savaşıyla kötülere, inançsızlara üstünlük sağlaması ilâhi misyonlarını tamamlamaları safhası geliyor. Seküler bir anlayış zemininde kurulmuş olan Batı dünyasının en güçlü ülkesi olan Amerika'da dinî hurafelerin, fanatizmin bu derece etkili olması ironik bir görüntü olmakla beraber gerçek budur.
Üçüncü bir unsur ABD'de geniş etkileşim gücüne sahip bulunan Musevi lobisidir. Finans çevrelerinde ve dolayısıyla ABD ekonomisinde eskiden beri güçlü olan Yahudi sermayesi, özellikle basın, TV ve filmcilik alanlarında büyük hâkimiyet kurmuş bulunuyor. Bu imkânları iyi değerlendiren, aralarındaki cemaat ilişkilerini sistematize eden Yahudiler, hem ABD politikalarını etkiliyorlar, hem de İsrail'e her yıl muntazam şekilde büyük malî kaynakların aktarılmasını sağlıyorlar.
Mahşerin bu üç atlısının aralarındaki iç birliği son yıllarda giderek yoğunlaştı; pekçok alanlarda ABD'nin resmî politikası haline geldi. Mistik dinî beklentilerin süper güç konumundaki ABD'nin resmi politikası halini alması, uygulamaya geçirilmesi, dünyayı tehlikeli bir gerginlikle karşı karşıya bırakıyor. Demokratik, insanî ve ahlakî değerler gelişigüzel kullanıldıklarından, politize oluyorlar ve bunun sonucu olarak süratle yıpranıyorlar, itibardan düşüyorlar.
11 Eylül'den sonra teröristleri takip ve El-Kaide'yi yok etme amacıyla Afganistan'a gelen, ancak aradan kısa bir zaman geçtikten sonra, bu girişimlerini Avrasya'ya hâkimiyet amacıyla oluşturduğu anlaşılan ABD inandırıcılığını önemli ölçüde yitirmiş durumdadır. Özellikle Irak operasyonunun gerekçesi gösterilen kitle imha silahlarını kesinlikle bulunmadığının anlaşılması bu operasyonun kaba bir emperyal stratejinin sonucu olduğunu ortaya koyuyor.
Milyonlarca insanı Filistin'de dar bir alana hapsedip, çevresine duvarlar örerek "getto"ya dönüştürürseniz, küçük çocukları bile acımadan öldürürseniz, buradaki insanları açlık ve sefalet içinde ölmeye bırakırsanız bu bataklığın terörist üretmesi kaçınılmaz olur.
Sadece ABD çıkarlarına göre stratejiler oluşturup operasyonlar yaparsanız, Irak'ı kendi kafanıza göre, silahla, kanla, şiddetle kontrol altına alacağınızı zannederseniz, Sünniler'e ve Türkmenler'e ikinci sınıf insan, esir muamelesi yaparsanız şimdi olduğu gibi hergün oluk oluk kan akar; çözümü imkânsız kalan bir boğuşma ve ayrışma dönemi başlar.
Hukukî, ahlâkî ve insanî olmayan güce ve baskıya dayanan politikalar geniş tepkilere yol açıyor. Irak'ın işgalinde olduğu gibi gerekçeler inandırıcılığını ve ciddiyetini kaybediyor.
Amerika'nın bölgede yaşanan kaos ortamında büyük ümitlerle gündeme getirdiği Genişletilmiş Ortadoğu Projesi çok erken şekilde işlerliğini kaybetti, önemli ölçüde tıkandı. Ancak hangi aşamada olursa olsun bu gelişmelerin Türkiye'yi doğrudan ilgilendirdiği ortadadır. Çünkü bizim yaşadığımız coğrafya ve jeopolitiğimiz hem çevremizle hem de Avrasya genelinde meydana gelecek gelişmelerle bağlantılıdır.
ABD'nin bölgedeki varlığı kendi arzu ve tercihimizle oluşmayan tehlikeli bir komşuluk ilişkisinin fiilen kurulması anlamına geliyor. Amerikalılar'ı biz davet etmedik, kendi küresel projeleri ve plânları bağlamında gelip yanı başımıza yerleştiler. Gitmelerini sağlayacak yönde bir irade kullanma imkânına da yazık ki sahip değiliz. Bu durumda ne yapmamız gerektiğini dikkatli ve gerçekçi şekilde düşünmemiz gerekiyor. Çıkarlarımızı korumanın ve oluşabilecek zararların en aza indirilmesinin başka bir yolu yoktur. İlişkilerde stratejik kopmalar yaşandığı zaman nasıl sonuçlar doğabileceğini "1 Mart tezkeresi" nin reddi vesilesiyle yaşamış olduk.
Türkiye o tarihten sonra Irak politikalarından adeta tasfiye edildi; sınırlarının içine itildi. Amerikan-İsrail stratejik ittifakıyla yakın ilişki kuran iki aşiret, bölge politikalarının neredeyse ekseni haline geldi. Bunun ülkemiz açısından ne kadar tehlikeli bir gelişme olduğu ortadadır. Bugün ne Irak'taki yapılanmada, ne Türkmenlerin haklarının verilmesi konusunda, ne de bilinen merkezlerin Güney Kürdistan diye adlandırdıkları Kuzey'deki oluşuma karşı etkili bir pozisyonumuz var. Gözümüze baka baka yürütülen bu yapılanmalar doğrudan Türkiye'nin bütünlüğünü tehdit edecek yönde gelişiyor. Türkiye'nin krizi yönetememesinden, jeopolitik gelişmeleri hesap edememesinden kaynaklanan bu olumsuzlukları telafi etmek kolay olmayacak.
Diğer bir küresel merkez, Avrupa Birliği ile ilişkilerimiz farklı bir zeminde sürüyor. Herşeyden önce Avrupa'nın Türkiye'yi tam ve eşit bir üye olarak benimseme imkânının bulunmadığı giderek netleşiyor. Buna mukabil çeşitli nedenlerle üyelik perspektifinin devamında, Türkiye'nin katılma ümidini sürdürmesinde yarar görülüyor. Bu tavrın ahlakî olmadığını Valery Gisgard D'Estaing yıllarca önce söylemişti. Ancak mesele tek yönlü değil. Türkiye'de de liberal aydın, İkinci Cumhuriyetçi gibi sıfatlarla tanımlanan çevreler özellikle Helsinki Zirvesi'nden bu yana AB konusunu esas mecrasından uzaklaştırarak kendi zihniyetlerine uygun köklü bir değişim ve dönüşüm projesi kılmak için ilişkileri baskı unsuru şeklinde kullanmaya çalışıyorlar.
1980 öncesinde Baas tarzı Marksist bir rejim değişikliği amacıyla Devlet ile çatışan dünün militanları, günümüzde farklı görüntülerle sahneye çıktılar. Artık eski ideolojik iddialarını savunacak durumda değiller; ancak Devlet ile yarım kalmış bir hesaplaşmayı günümüzde geçerli ve itibarlı olan popüler kavramlar ekseninde tamamlama peşindeler.
Bunlar Devlet ile hesabı bulunan başka bir cenahla, bölücü etnik örgüt ve yandaşlarıyla sempatik ilişkiler kuruyorlar, birçok alanda işbirliği yapıyorlar.
Taleplerini çoğu defa Avrupa'da yoğun iletişim ve dayanışma halinde bulundukları çevrelerin desteğini alarak, sıkı işbirliği sağlayarak AB üzerinden yapmayı, Türkiye'nin yönetimi üzerinde yoğun bir baskı kurmayı başarıyorlar.
Bu durum Türkiye-AB ilişkilerini yörüngesinden uzaklaştırıyor, dejenere ediyor.
Türk toplumuna karşı ustaca illüzyon yapılıyor, yalanlar söyleniyor. İnsan hakları, demokrasi, bireysel ve kültürel haklar gibi popüler evrensel değerler makyaj malzemesi şeklinde kullanılarak, gerçek kimlikleri özenle saklanıyor. Millî kimliğimiz bu kavramlar adına psikolojik bombardımanla yıpratılıyor. Türklüğün sözünün edilmesi bile sakıncalı kılınmak isteniyor. Kamuoyu millî kültürün, millî tarihin, milliyetçiliğin çağdışı kabuller olduğuna, günümüzde bunlardan bahsetmenin şovenlik anlamına geleceğine inandırılmaya çalışılıyor.
Aslında bu çabaların arkasında kaba ve ilkel bir Kürt ırkçılığının, PKK olarak örgütlenen bölücülüğün bulunduğu kolayca görülebiliyor. Çünkü bu çevrelerde Türk kimliğinin ifadesi sakıncalı sayılırken, Kürt etnikçiliğinin kültürel haklar adına kullanılması, etnik bilinç oluşturulması son derece doğal ve haklı bir tavır sayılıp destekleniyor.
Bu durum Avrupa'da güçlü bir destek buluyor. Çünkü Avrupa Birliği ilişkilerin nasıl gelişeceğini, nereye yöneleceğini iyi biliyor. Zaten 3 Ekim İlerleme Raporu'nda ve Katılım Ortaklığı Belgesi'nde geleceği yönlendirecek taşlar özenle yerleştirildi. Müzakereler esnasında 35 başlığın her birinde ikişer defa oylama yapılması, tek bir üyenin bile vetosu durumunda ilişkilerin duvara toslaması anlamına gelecektir. Halbuki imkânsız olmakla beraber, herşey olumlu gelişirse ve nihaî karar aşamasına gelinirse, şu anda %70'in üzerinde Türkiye'yi istemeyen bir Avrupa toplumunda, Fransa, Avusturya ve Hollanda gibi ülkelerde yapılacak referandumların sonucunun ne olacağını kestirmek için kâhin olmak gerekmiyor.
Gerçekler Türk toplumundan saklanıyor. AB üyeliği heyecanıyla beyinler uyuşturuluyor, ustaca düzenlenen psikolojik ortamda kimliksiz, kişiliksiz, tarihsiz ve inançsız bir yapılanmaya itilmek isteniyoruz. Aydınlarımız Brüksel ile İstanbul ve Diyarbakır arasında kurulmuş bulunan zihnî egemenlikten, yoğun ilişkiler yumağından kurtulup bağımsız düşünme durumuna ve hareket kabiliyetine sahip olmadıkça AB ilişkilerimizde sağlıklı bir değerlendirme imkânı bulmamız zor olacaktır.
Bir konuya açıklık getirmek gerekiyor. Avrupa Birliği'ne girmemek Türkiye için asla felaket olmaz. Çünkü asıl felaket gereksiz korkularla özgüvenimizi yitirip, bağımlı hale gelmek, hareket kabiliyetimizi yitirmektir.
Esas problemimiz imkânlarımızı, gücümüzü ve potansiyelimizi iyi kullanamamaktan kaynaklanıyor. 2001 krizinde büyük çöküntü yaşayan, memurunun maaşını bile ödeyemeyecek duruma gelen Türkiye ekonomisinin, biraz dikkat ve çabayla ne noktaya geldiğini unutmamalıyız. Bu durum büyük ölçüde insanımızın beceri ve kabiliyetiyle elde edilen bir başarıdır. Herşey bir tarafa Avrupa'nın gıptayla baktığı genç ve enerjik bir nüfusumuz var. İyi eğitilmesi, yönlendirilmesi halinde sadece bu imkânımızla bile aşamayacağımız hiçbir zorluk yoktur. Şimdiye kadar biz gücümüzü kullandıktan sonra başarısız kalmış değiliz, tam tersine bunu kullanmayı denemedik bile. İmkânlarımız yıllardır iyi yönetilmeyi, doğru ve yerinde kullanılmayı bekliyor. On beş yıl önce değişen dünya şartlarıyla talihin ve tarihin önümüze açtığı Türk Dünyası kapılarını hâlâ geçebilmiş değiliz. Geçen ay Astana'da Nursultan Nazarbayev'in yeniden seçilmesi vesilesiyle büyük ve görkemli bir tören düzenlendi. Bütün Asya ülkeleri bu anlamlı törende Devlet Başkanlarıyla temsil edildiler. Çünkü Kazakistan Avrasya dengelerinde kilit ülke konumunda bulunuyor. Sadece Türkiye burada Dışişleri Bakanı'yla temsil edildi. Bu alışılmadık bir durum sayılmaz. Çünkü bundan bir kaç ay önce bir başka önemli toplantıda, İslâm Konferansı Örgütü'nün Mekke'deki zirvesinde Türkiye'yi Meclis Başkanı temsil etmişti.
Devlet Başkanlığı makamı son derece önemlidir. Sadece resmî günlerde yahut törenlerde değil, bukabil stratejik alanlarda da misyonunu ifa etmesi gereklidir.
Nazarbayev Astana'dan Türk Dünyası'nda yakın temas ve işbirliği mesajları veriyor. Türkmenistan Devlet Başkanı Türk Devletleri'nin tarihî ve millî beraberliğini, yakın ilişki kurulma zarûretini vurguluyor. Ancak bütün bu dilekler Çankaya'nın eteklerinde kalıyor, yukarıya ulaşmıyor.
Tarihimizle, kültürümüzle, inancımızla barışık olmak zorundayız. Son derece sert ve acımasız bir yarışmanın yaşandığı uluslararası arenada saygın ve onurlu bir konuma sahip olmamızın başka bir yolu yoktur. Türk toplumunu kimliksiz kılmaya, mankurtlaştırmaya yönelik çabaları bertaraf ederek, kendimize güvenerek, imkânlarımızı verimli kullanarak, yönetebilen bir demokrasiyi kurumsallaştırmamız durumunda önümüzdeki problemlerin tümünü rahatlıkla aşarız.
15 ve 16.yüzyıllarda cihan devleti olmayı başaran bir toplumun bulunduğumuz yüzyılda aynı ihtişamı elde etmemesi için hiçbir neden yoktur. Milletçe bu hedefe ulaşacağımız inancıyla hepinize saygılar sunuyorum.