HAMAS İLE GÖRÜŞMELERİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Nuri GÜRGÜR Türk Yurdu Dergisi (Mart 2006)

Hamas liderlerinden Halid Meşal'in Ankara ziyareti Türkiye'nin Ortadoğu'daki yeri, rolü, stratejik öncelikleri ve uluslararası ilişkileri açısından ciddî bir durum değerlendirmesi yapma ihtiyacını bir kere daha gündeme getirdi. Bu görüşmenin sonuçları zaman içerisinde ortaya çıktıkça, görünenden daha karmaşık problemlerle karşı karşıya olduğumuzu hep birlikte göreceğiz.

Bir süreden beri "genişletilmiş Ortadoğu" da demokratik usullerle oluşan yönetimler arayışında görünen Washington, Filistin seçimlerinde beklemediği bir tabloyla karşılaştı. Terörist olarak ilân ettiği Hamas yıllardır yolsuzluk ve yoksulluk kıskacında ezilen Filistin halkının mevcut yönetime duyduğu öfkeden yararlanarak 132 sandalyeli yasama organının 74 sandalyesini elde etti. Bu sonuç Dışişleri Bakanı C.Rice'nin ifadesiyle Amerika'nın "hazırlıksız yakalandığı" anlamına geliyor.

ABD bugün ciddî bir açmazla karşı karşıyadır ve nasıl bir çıkış bulacağını bilememektedir. HAMAS'ın başarısını bir seçim cilvesi şeklinde yorumlayıp ilişki kurmaya yönelirse stratejik müttefiki İsrail'in şiddetli tepkileriyle karşılaşacaktır. Hiçbir ABD yönetimi, İsrail'in dışarıdan göstereceği reaksiyonlar bir yana kendi ülkesindeki Yahudi lobisinin etkisini ve onun toplum kesimlerindeki, finansal alandaki gücünü karşısına almak istemez.

Seçimin sonucu İsrail için de sürpriz olmuştur. 80'li yılların sonlarında Yaser Arafat'a karşı muhalif bir grup şeklinde ortaya çıkan HAMAS, Filistinliler'in tek vücut halinde hareket etmelerini istemeyen İsrail tarafından bir süre desteklendi; alttan alta teşvik edildi. Ancak bu örgütün ideolojik katılığının yanı sıra, disiplinli, ilkeli ve saldırgan yöntemlerini ortaya çıkardığı sonuçlar karşısında lider kadrolarından başlayarak HAMAS'ı yok etmek üzere çeşitli eylemler, silahlı saldırılar düzenledi. Bu amaçla en gelişmiş teknolojileri silah ve patlayıcıları kullanmaktan çekinmedi. HAMAS'ın bunlara canlı bomba yöntemiyle ve intihar saldırılarıyla cevap vermesi sonucu bölge kan gölüne dönmüş bulunuyor.

İsrail 1967 savaşında işgal ettiği toprakların gerekli saydığı kısmını elinde tutmak, buralara tümüyle egemen olmak, silah tehditiyle göçe zorladığı Filistinliler'in dönüşünü engellemek, su kaynaklarına sahip olmak istiyor. Bu arada Birleşmiş Milletler'in İsrail'in işgalci politikalarına karşı daha adil bir çözüm amacıyla almış olduğu çeşitli kararların varlığını büsbütün yok sayamayacağını biliyor. Uluslararası alanda işgalci ve tahakkümcü bir görüntü vermenin sakıncalarını hesap ederek, Gazze ve Batı Şeria'da bazı alanlar Filistinliler'e bırakılıyor. Ancak buralarda hayat şartlarının çok zor olması, su kaynaklarının bulunmaması, neredeyse tamamının verimsiz ve kıraç topraklardan oluşması, bağımsız bir Filistin devleti kurulsa bile yaşama şansını önemli ölçüde ortadan kaldırıyor. Üstelik Filistinliler'e bırakılan alanların coğrafî irtibatları özenle kesiliyor; bununla da yetinilmeyerek tarihî Çin seddini kıskandıracak uzun ve yüksek bir duvarla tecrit edilmek suretiyle geniş bir "getto"da yaşamaya mahkum edilmek isteniyorlar.

İsrail 1967 sınırlarına, yani Birleşmiş Milletler'in meşru saydığı alana çekilmeyi kesinlikle kabul etmek niyetinde değil. Buna karşılık HAMAS gibi Filistinli radikal örgütlerin İsrail'in varlığını tanımaya yanaşmamaları, onu yok etmek amacıyla intihar eylemlerini ve terörist saldırıları yöntem olarak benimsemeleri İsrail tarafından kendini savunma gerekçesi şeklinde kullanılıyor; üstün askerî gücüne güvenerek, sınırsız şiddete başvurmasına, hedeflerini yok etmeye yönelik eylemler yapmasına zemin hazırlıyor. Sivilleri, mülteci kamplarını, camileri, okulları, sağlık tesislerini hedef alan kanlı İsrail saldırıları Dünya basınındaki Yahudi etkinliğinden yararlanılarak meşru ve doğal savunma tedbirleri şeklinde sunuluyor.

Yakın geçmişte insanlığın yüreğini sızlatan katliamların sorumlusu olan ve bunlara ilişkin suçluluğu sabit görülerek İsrail yargısı tarafından mahkum edilen Şaron'un son barış plânının mimarı konumunda olması bu girişimin samimiyet derecesinin göstergesidir. Filistin'in tamamını kendisine ait bir hükümranlık alanı sayan İsrail'de halkın çoğunluğu bu plânı bile gereksiz taviz sayıyor ve Filistinliler'e tanınacak her imkânı kabulü imkânsız bir kayıp olarak görüyor.

HAMAS yönetim sorumluluğunu üzerine aldıktan sonra değişir mi? Halid Meşal Ankara'dan sonra ziyaret ettiği Tahran'da amaç ve yöntemlerini değiştirmeyeceklerini açıkça ifade etti. Buna karşılık İsrail tarafı, geniş bir baskı kurarak, etkili ekonomik ambargo uygulayarak Filistinliler'i sıkıştırmak, HAMAS'ı desteklediklerine pişman etmek ve HAMAS'ın yönetimden uzaklaşmasını sağlayacak bir ortam hazırlamak istiyor. ABD'nin tutumunun ne olacağını tam olarak açıklamamış olmasına rağmen bu plâna sıcak baktığı anlaşılıyor. AB'nin de destekleyeceği ekonomik ambargo önümüzdeki günlerde uygulamaya konulduğunda, tüm dış yardımlardan mahrum bırakılarak izole edilecek Filistinliler'in yokluk, açlık ve sefaletle karşı karşıya kalacakları ortadadır.

Tarafların uzlaşma zemini için "olmazsa olmaz" şeklinde belirledikleri "ön şartlar" aslında karşı tarafın sindirilmesi, yenilgiyi kabul etmesi ve teslim olması anlamını taşıyor. Oysa her iki taraf için makul sayılabilecek bir anlaşmanın yapılabilmesinin etkili adımı ancak tarafların birbirlerinin varlığını kabul etmeleriyle atılabilir.

İsrail milyonlarca Filistinli'ye parya muamelesi yaparak, askerî, siyasî ve ekonomik gücünü kullanarak her dilediğini yapma imkânının bulamayacağını anlayacak mı? Güce ve silaha dayalı ölçüsüz şiddet yönteminin huzur ve barış getirmediğini, bugünkü ortamın terörü kışkırttığını, terörist ürettiğini, bundan kendisinin de büyük zararlar gördüğünü idrak edecek mi?

ABD İsrail'in Ortadoğu'da egemenlik sağlamaya yönelik çabalarına nereye kadar destek verecek. Meşruiyetini Tevrat'ta ve Musevi kutsallarında arayan, hukuku münhasıran kendi kavmi için geçerli sayan bu çağdışı bağnazlığa alet olmayı sürdürecek mi? İsrail ile giderek mistik bir anlam kazanan stratejik ittifakının "Genişletilmiş Ortadoğu" diye nitelendirdiği, yeni bir düzen getirmeye niyetlendiği yüzbinlerce kilometre karelik Müslüman coğrafyada Amerikan aleyhtarlığını hızla yoğunlaştırdığını, "Kurtlar Vadisi-Irak" filminin şimdiden mitolojik bir şöhret kazandığını görüp bunun anlamı üzerinde düşünecek mi?

Bunlara benzer cevapsız sorular alt alta geldiğinde ortaya belirsizliklerin egemen olduğu, çözümün fevkalâde zor göründüğü çetin bir Filistin problemi çıkıyor. Ankara'nın HAMAS'ı davet ederken bir kaç saatlik nasihat yahut telkinin sadece görüşmüş olmak için görüşme anlamına geleceğini, bunun çözüme ciddî bir katkı sağlamayacağını bilmesi gerekirdi. Karşılamadan uğurlamaya kadar görüşmenin her safhasında öne çıkan dağınıklık, savrukluk ve kararsızlık kapsamlı bir plânlamanın, hazırlığın yapılmadığını, muhtemel sonuçların ve yan etkilerin gerekli ölçüde düşünülmediğini gösteriyor.

Türkiye hem jeopolitik mecburiyetleri, bölge politikaları, hem de tarihî ve kültürel bağları sebebiyle Filistin meselesiyle elbette doğrudan ilgilenmek durumundadır. Ancak şartların, imkânların ve ortamın tahlili doğru yapılmadan atılacak adımların siyasî gösteriden öte bir getirisi düşünülemez. Halid Meşal'in AKP tarafından davet edildiğinin açıklanması başka bir yanlıştır. İktidar partisi olan, yönetim yetkisini ve sorumluluğunu taşıyan bir partinin özel girişimi olamaz. Son derece hassas ve kritik bir uluslararası konuda yapılan temasların sonuçları, olumlu ve olumsuz bütün yönleriyle doğrudan Türkiye'ye yansır; AKP'ye değil… Parti yönetimi seçmen tabanına mesaj vermek ve siyasal kazanım sağlamak isterse bunu, Türkiye'nin millî çıkarlarını ilgilendiren konularda değil, başka alanlarda aramalıdır. Çünkü uluslararası konular iç politikada gösteri vesilesi yapılmayacak derecede önem ve ciddiyet taşırlar.

HAMAS'ın stratejilerini değiştirmeye ilişkin ne niyeti ne de hazırlığı var. İsrail'in de tutumunda herhangi bir değişiklik emaresi görünmüyor. Filistin'de hükümeti kurmakla görevlendirilen İsmail Haniye, Cumhurbaşkanı Mahmut Abbas'ın yeni HAMAS yönetiminin, İsrail'i tanımayı öngören anlaşmalara uyma çağrısını reddetti; "Oslo Antlaşması artık ölmüştür" diye konuştu. Ankara'dan sonra Tahran'ı ziyaret eden Halid Meşal buradan aynı doğrultuda açıklamalar yaptı.

İsrail bu tavırları malzeme şeklinde kullanarak baskısını artırmak, Filistinliler'in direnişini tümüyle kırmak istiyor. Öte taraftan HAMAS'ın kuruluşundan itibaren başlıca müttefiki ve destekçisi olan İran, ABD-İsrail ortaklığının kendisine yönelik tehditleri karşısında Filistin'de gerginliğin sürmesini ve hatta giderek tırmanmasını yararlı görüyor. Halid Meşal Ankara'dan yapılan telkinleri sükunetle dinledi; ancak HAMAS'ın izleyeceği politikaların mesajını Tahran'dan verdi. Başka bir ifadeyle HAMAS Türkiye ile ilişkilerini uluslararası alanda kendine itibar kazandırıcı, tanınmasını kolaylaştırıcı bir itibar unsuru şeklinde değerlendirmenin ötesinde stratejisini değiştirmeyi gerekli sayacak derecede önemli görmüyor.

Türkiye'nin gerek bulunduğu bölgede, gerekse uluslararası ilişkilerinin tümünde yakından ilgilenmek mecburiyetinde olduğu, hayatî önem taşıyan konular ortadadır. Bunlarla ilgilenirken bir yandan önceliklerimizi doğru sıralamak, diğer yandan millî gücümüzü, imkân ve kapasitemizi iyi hesaplamak ve kullanmak zorundayız. Atacağımız her adımın müteakip etkilerini dikkate almadan yapılacak hamleler "Büyük Satranç Tahtası" nın global aktörleri karşısında ezilmemiz ve yok olmamız sonucunu doğurur.

1 Mart tezkeresinin reddedilmesi esnasında, bu karar için mutabakat sağlayan Devlet hiyerarşisinin (Cumhurbaşkanlığı, Meclis Başkanlığı, Hükümet, Meclis çoğunluğu, Ana Muhalefet Partisi, MGK) sonraki gelişmelere ilişkin öngörüsünün, tasavvurunun, hazırlığının bulunduğu ve bunlarla ilgili tedbirler düşünüldüğü söylenebilir mi?

Irak'taki yapılanmanın dışında kalmamızın sonuçların hep birlikte yaşıyoruz. Özellikle varlığını "Güney Kürdistan" diye tanımlayan Kuzey Irak'taki oluşumun yakın gelecekte doğrudan ülke bütünlüğümüze yönelik tehdite dönüşeceği açıktır. Bu gelişmeler karşısında sadece izleyici olarak kalmamız, olaylara analitik pencereden bakamamamız ve istemediğimiz gelişmelerde kendi hatalarımızın rolünü, etkisini düşünmememiz ülkemizi telafisi zor yanlışlara sürüklüyor. Bunları tespit ederek ortadan kaldırmaya çalışmak yerine, "Seçmene Selâm" mesajlarıyla, gündelik gösterilerle problemlerimizi çoğaltıyor, çözüm alanlarını daraltıyoruz.

Filistin'in tapu kayıtlarının Türkiye'de bulunduğu elbette doğrudur; temaslarımız konusunda kimsenin icazetini almak zorunda olmadığımıza elbette itiraz edilemez, ancak öncelikli meselelerimiz sırasında en başta yer alan etno-milliyetçi Kürt hareketine karşı nasıl bir politika izleneceğini tespit edemeyen, Kıbrıs konusunda yaşanan belirsizliklere çözüm getiremeyen, Ermeni iddialarının Batılı ülkelerde gündem konusu yapılıp desteklenmesini önleyemeyen Türkiye'nin HAMAS örgütüyle destekleyicilerinin iltifat alkışlarından ne kazandığını, bu ilişkinin uluslararası arenada hayatî konularımıza nasıl bir katkı yaptığını bilmeliyiz. Türk Dünyasıyla ilişkilerimizin yıllardır içinde sürüklendiği hüzün verici ortamdan çıkarıldığına ve ciddî bir atılımın yapıldığına inanmalıyız. Bunlar sağlanmadığı sürece hissî ve hamasî söylemlerle ne Filistin'in mustarip halkına ne de kendi millî meselelerimize çözüm bulamayız; olayların akışı içerisinde başkalarının belirlediği gündemi izleyerek sürüklenip gideriz.