TERÖRÜN BAŞKA BİR YÜZÜ

Nuri GÜRGÜR Türk Yurdu Dergisi (Şubat 2006)

Terör geniş anlamda zor ve şiddet kullanarak, kurulu düzeni bozmak, işlemez hale getirmek, sosyal ve psikolojik kaos ortamı oluşturmak suretiyle belirli siyasal ve ideolojik hedeflere ulaşmayı amaçlar. Bu sonucu hazırlamak üzere başvurulan araçların mutlaka silah yahut patlayıcı olması şart değildir. Özellikle bilimsel ve teknolojik imkânların alabildiğine genişlediği, iletişim araçlarının gündelik hayatımızla özdeşleştiği çağımızda klasik silahlardan çok daha yıkıcı ve etkili başka vasıtalar mevcuttur. Bunların metotlu ve hesaplı yöntemlerle normal işlevlerinin dışında kullanılması durumunda, toplum düzeninin ciddî şekilde sarsılması, ekonomik ve sosyal mekanizmaların bozulup işlemez hale gelmesi, maddî ve fizikî gücün egemen olduğu kaotik bir ortamın doğması mümkün olabiliyor. Türkiye bulunduğumuz dönemde böyle bir tehlikeyle yüz yüzedir.

Basın ve televizyonların kamuoyu oluşturmak ve kitle psikolojisini yönlendirmekteki etkileri giderek yoğunlaşan bir tarzda haberciliğin temel ilkelerinin dışında kullanılıyor. Basın yayın etiğine özen gösterme mecburiyeti çoktan unutuldu. 1980 öncesi dönemin ideolojik kavga ortamında yetişen, militan alışkanlıklarını, karşı düşünce sahiplerine duydukları derin öfkeyi zihinlerinden söküp atamayan tiplerin ön plânda yer aldığı medyamız, önemli bölümüyle normal habercilik ve gazetecilik yapmıyor. Soğuk savaş dönemi boyunca ülkemizde Marksist-Leninist bir rejim kurmak isteyen militanlar ve bunların sürekli dirsek temasında oldukları etnik bölücüler eski dönemlerde sonuçlandırma imkânı bulamadıkları ideolojik kavgalarını, ellerine geçirdikleri kalem ve ekran imkânlarından yararlanarak yeni metotlarla sürdürmek istiyorlar. Özgürlük ve çağdaşlaşmayı, tarihinden ve kimliğinden olabildiğince uzaklaşmak kozmopolit ve nihilist anlayışları benimsemek şeklinde algılayan diğer bir kesim kendilerini bunlara yardımcı olmak ve desteklemekle yükümlü sayıyor.

Bu işbirliği ve dayanışma neticesinde devlet organlarının, yönetici ve uygulayıcılarının üzerinde yoğun bir baskı oluşturduklarından yasaların eşit, genel ve adil uygulanma ilkeleri ciddi şekilde sarsılıyor. Karar ve tutumlarını beğenmedikleri kamu görevlileri sadece eleştirilmekle yetinilmiyor; onları giderek daha pervasız şekilde sütunlarına ve ekranlarına taşıyarak suçluyorlar, tamamıyla kendi doğrularına dayalı hükümlerle infaz ediyorlar.

Bunu yaparken ısrarlı şekilde hukuku, insan haklarını ve demokratik değerleri, çağımızın itibarlı ve güncel kavramlarını referans olarak kullanıyorlar. Medyadaki güçlerinden konuşma ve yazma imkânlarından yararlanmak suretiyle, görüş ve düşüncelerine yönelik tepkileri doğrudan bu değerlere karşı itirazlar şeklinde sunarak gerektiğinde savunma, gerektiğinde saldırı kolaylığı sağlıyorlar.

Hukuka bağlı devlet yapısı öncelikle yasaların eşit, genel ve tarafsız şekilde uygulanmasıyla sağlanabilir. Bu açıdan bakıldığında son aylarda hakimler, savcılar ve mahkemeler üzerinde kurulan baskının anlamını ve sonuçlarını doğru algılamak gerekir. Toplumsal bir cepheleşmeye dönüştürülmek istenen bu kavgada kullanılan yöntemler belirli konularla yahut ilgili kişilerle sınırlı olmanın ötesine taşıyor; temel anayasal düzeni ve devlet yapısını tehdit boyutuna ulaşan kapsamlı bir toplumsal kargaşa ve düşünce terörü anlamını kazanıyor.

Türkiye-AB ilişkilerini tam üyelik aşamasına ulaştırma niyeti taşımasalar da, mevcut perspektifi siyasal, sosyal ve hukukî yaptırımlar istemek, yapısal değişim ve dönüşümler empoze etmek şeklinde baskı aracı olarak kullanan Batılı çevreler bu ortamın oluşumuna önemli katkı yapıyorlar.

Türkiye ile Avrupa arasında basın merkezleri aracılığıyla kurulan yakın işbirliği belirli çevreler arasında çok yoğun bir haberleşme ağı meydana getiriyor. Öne çıkarılması, gündem yapılması uygun görülen konular iyi çalışan bu iletişim kanallarıyla, kendilerinin belirlediği çerçevede eş zamanlı olarak kamuoyuna sunuluyor, üzerinde yorumlar yapılıyor. Bunlar bir anda AB organlarının ve politikacılarının sahiplendikleri kurumsal istekler ve çözüm önerilerine dönüşüyor.

Türkiye’nin üyelik uğruna herşeyi kabule hazır geleneksel tavrı, aşırı istekliliği muhataplarımızı haklı olarak cesaretlendiriyor; taleplerini çoğaltıp yoğunlaştırmalarına yol açıyor. Türkiye’yle ilgili bu tarz yayın ve demeçlerin büyük çoğunluğunun üretim merkezlerinin ülkemizde olduğu, buralarda hazırlanıp servise sunulduğu çoğu kere unutulduğundan, bu girişimler yönetim kademelerimizde heyecan ve telaşla dikkate alınıyor. Avrupalılar’ı kızdırıp gücendirmemek gibi mülahazalarla gereğinin yerine getirilmesine çalışılıyor. Türk toplumunda önemli tabanı bulunmayan liberal aydın-yurttaşlar, ikinci cumhuriyetçi diye anılan gruplar, bilinen etnik bölücüler yani üniter ulus-devlet yapımıza karşı olmak gibi müşterek paydada buluşan kesimler bu basit ama etkili organizasyondan geniş şekilde yararlanıyorlar.

Yasaları tarafsız şekilde uygulamakla yükümlü hakim ve savcılarımızın ne şartlar altında görev yapmaya çalıştıkları ortadadır. Baskılar sadece yargıyla sınırlı tutulmuyor. Çağdaş bütün devletlerde mevcut olan ve millî varlığın, bütünlüğün muhtemel tehditlere karşı korunmasını sağlamakla görevli kurumlar her vesileden yararlanılarak suçlanıyor, yıpratılıyor, meşruiyetleri kuşkulu hale getirilmek isteniyor.

Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü ile ilgili adli süreçte sergilenen tablolar, Orhan Pamuk davası, Şemdinli olayları ve nihayet M.Ali Ağca’nın tahliyesi sırasında yaşananlar bu mekanizmanın nasıl işlediğini gösteren ibret verici örneklerdir.

Önemli sıfat ve makam sahiplerinin katılımıyla heyetler oluşturuldu. Çeşitli ziyaretler ve görüşmelerle, yazı ve demeçlerle davaların seyrini doğrudan etkilemeyi amaçlayan çalışmalar yapıldı. Yargıçların adil olmadıkları varsayımıyla sanıklara yöneltilen suçlamalar peşinen reddedildi. Türk yargısı hiçbir dönemde bu tarz müdahalelere, baskı ve suçlamalara maruz kalmamıştır.

Yargılanan rektörün savunma avukatlarının bile cüret edemeyeceği keskin bir üslupla, onu savunmayı Cumhuriyetin korunmasıyla eşdeğer tutan YÖK, yargıya meydan okumuş, Anayasal bir suç işlemiştir. Ancak bu dönemde güçlü ve etkili çevrelerin sanığa ve konuya göre özel hukuk oluşturma çabalarının hazırladığı ortamda, kimsede itiraz mecali kalmıyor. Özellikle insan hakları ve demokratik ilkeler adına hareket iddiası taşıyan çevrelerin, usul hükümlerini yok saymaları, davalara fütursuzca müdahale etmeleri olağan hale geliyor.

Avrupa Birliği’ne Uyum Yasaları bağlamında Ceza Kanunu düzenlenirken, ülke ihtiyaçları dikkate alınarak, millî varlığımızın ve onurumuzun korunması ihtiyacı düşünülerek 301.madde yeniden yazılmıştı. Orhan Pamuk aleyhine bu madde kapsamında açılan davaya karşı içte ve dışta yürütülen kampanyalar müthiş bir paniğe yol açmak suretiyle amacına ulaştı. 301.maddenin eski ve yeni ifadeleri arasında davanın açılmasına izin verilmesi hususundaki farklılık kaba bir zorlamayla fiili bir durumu ihdas edecek şekilde kullanıldı; nasıl olduğu pek anlaşılmadan davanın düştüğü açıklandı. Hukukî dayanaktan yoksun olan bu karar, kendilerinde yargıyı ve yargıçları yargılamak şeklinde bir misyon vehmeden İkinci Cumhuriyetçi, demokrat görüntülü liberal çevrelerde eleştirilmek bir yana takdir ve alkışlarla karşılandı. Oysa Ağca’nın cezasının hesaplanmasında hâlâ matematiksel bir uzlaşma sağlanabilmiş değil. Hapiste olabildiğince uzun süre kalmasını sağlayacak yeni formüller üzerinde çalışılıyor. Sayısız aflardan birinin mimarlarından olan ve Prof.sıfatı taşıyan eski Adalet Bakanı, af yasasını hazırlarken, iki hükümlünün (Ağca ve Kırcı’nın) af kapsamının dışında tutulması amacıyla bariyerler koyduklarını öğünerek açıkladı. Bunun yasaların genel ve eşit uygulanma ilkelerine aykırı olduğunu, hukukun temel kurallarının ayaklar altına alındığını gösteren bir itirafname anlamı taşıdığını aklına bile getirmedi.

Yargı üzerinde baskı oluşturarak davaların diledikleri sonuca ulaşmasını normal ve meşru sayan, hukuku sadece kendi görüş ve zihniyetleri çerçevesiyle sınırlı bir alan için geçerli gören çevreler, ilk anda amaçlarına ulaşmış görünseler de erken bir zaferin yanılgısı içinde olduklarını çok geçmeden anlayacaklardır. Çünkü başta yargı olmak üzere, anayasal organların varlığı ve saygınlığı bütün vatandaşlar için elzemdir. Hukuku sadece belirli kesimler için geçerli kılacak tarzda kategorize etmek ve fiili bir sistem oluşturmak isteyenler aslında ateşle oynuyorlar. Basın ve televizyonların tahripkâr bir silah şeklinde kullanılması, görevlerini yapmaya çalışan insanların ezilip sindirilmeye çalışılması, her çağdaş devlette kritik savunma ihtiyaçları sebebiyle var olan bazı kurumların eleştiri adı altında teşhir edilip etkisiz kılınmaya uğraşılması sonuçta herkesin zarar göreceği toplumsal kargaşayı kaçınılmaz hale getirir. Şimdiki şartlarda kendilerini güvende gören, maddî imkânlarının, sıfat ve ünvanlarının herşeye muktedir olduğuna inananlar, böyle bir ortamın zuhur etmesi halinde muhtemelen en büyük zararla karşılaşacak olanlardır.