YIL BİTERKEN AVRASYA'DAKİ GELİŞMELER-TÜRK DÜNYASI VE TÜRKİYE

Nuri GÜRGÜR Türk Yurdu Dergisi (Ocak 2006)

21.nci yüzyılda Dünyanın efendisi olmakta kararlı görünen ABD'nin, 11 Eylülden sonra askerî operasyonlarla gelişen Avrasya politikası sıkıntılı bir döneme girmiş görünüyor. Saddam'ı devirmesi nedeniyle "kurtarıcı" olarak hüsnü kabul göreceğini umduğu Irak'ta beklemediği bir direnişle karşılaştı. Kayıpları düzenli şekilde artıyor. İstikrarlı bir yönetim kurulacağından ümidini kesen Amerikan kamu oyunda yükselen tepkiler karamsarlığa dönüşüyor.

Aralık seçimlerinde ortaya çıkan tablo İran'ın bölgede herkesten daha etkili olduğunu gösterdi. Iraklılardan oluşan bir güvenlik gücü kurmak, eğitmek ve bunu Allavi gibi ılımlı yöneticilere teslim ederek askerlerinin büyük bölümünü Irak'tan çekmeyi düşünen Amerikalıların plânları suya düşmüş görünüyor.

Irak'taki gelişmeleri dilediği şekilde yönlendirmeyi başaramayan A.B.D.nin Suriye ve özellikle İran ile ilgili projeleri gündemdeki yerini koruyor. Stratejik ortağı İsrail'de ilkbaharda yapılacak seçimleri takiben birlikte yürütülecek hava saldırılarıyla İran'da belirledikleri stratejik hedefleri vurmaları kesin görünüyor. İran tansiyonun düşmesini sağlamak ve geri adım atmak niyetinde değil; tam tersine Devlet Başkanı Ahmedinecad kışkırtıcı demeçlerle İsrail'in üstüne gidiyor ve adeta gerginliği tırmandırmak istiyor. Bu tavır çok özel bir plâna dayanmıyorsa, vaktiyle Saddam'ın hesap yanlışından kaynaklanan ve sonuçta Iraklıların felaketine yol açan trajedinin bu defa İran'da sahnelenmesi kaçınılmaz görünüyor.

Geçen yılın özellikle ilk yarısından sonra Orta Asya'da meydana gelen siyasal ve ekonomik değişmeler bütün Dünyayı ve doğal olarak Türkiye'yi etkiliyor. Şahghay İşbirliği Örgütü'nün geçen Temmuz ayında Astana'da yaptığı toplantıda önemli kararlar alındı. İran, Hindistan ve Pakistan şimdilik "gözlemci" sıfatıyla örgüte katıldılar. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra, çoğunluğu Rusya'nın girişimiyle kurulmak istenen, ancak ciddî bir gelişme gösteremeyen bir çok politik ve ekonomik yapılanma denemesinin aksine, ŞİÖ'nün kurumsal nitelik kazanması fevkalâde önemlidir. Rusya ve Çin'in lokomotif işlev yaptığı örgüt bölge ülkeleri arasında geniş bir işbirliğine zemin sağlıyor. Böylece Avrasya'da ABD ile rekabete hazırlanan yeni bir güç merkezi doğuyor.

Özbekistan ve Kırgızistan bir yandan bu tavrı alırken diğer yandan Rusya'ya yaklaşıyorlar, yeni siyasî ve ekonomik anlaşmalar yapıyorlar. Ukrayna'da "Turuncu Devrim" diye adlandırılan, daha sonra Gürcistan ve Kırgızistan'da yaşanan iktidar değişikliklerinin bölgenin otoriter yönetimlerinde derin bir kuşku ve tedirginlik doğurduğu aşikârdır. Rusya bu psikolojiden yararlanmayı başarıyor ve bölge ülkeleri üzerindeki nüfuzunu artıracak ciddî adımlar atıyor. Yükselen petrol fiyatlarına paralel şekilde ekonomik problemlerini önemli ölçüde halletmiş görünen Rusya, yeniden geleneksel emperyal politikalarına dönüş yapıyor. Sadece Türkistan Cumhuriyetleriyle değil, Çin ile yakınlaşıyor. Yüksek kalkınma hızı, büyük nüfusu ve ucuz üretim gücüyle ABD'nin en fazla çekindiği ülke konumundaki Çin'in, ŞİÖ çatısı altında Rusya ile kurduğu kurumsal ilişki, "Amerika'nın yeni yüzyılı" projesi bağlamında uygulamaya geçirdiği Millî Güvenlik Stratejisi'ni doğrudan tehdit anlamını taşıyor.

Üstelik bu gelişmeler iki yeni petrol ve doğalgaz nakil hattıyla yeni bir boyut kazanıyor. ABD'nin engelleme çabalarına rağmen, Rusya Japonya ile Çin Kazakistan ile enerji boru hatları kurulması amacıyla anlaşma yaptılar. Bu yüzyılın en etkili stratejik unsuru sayılan petrol ve doğalgaz konularında ABD'nin kontrolü elinde tutmayı amaçlayan politikası böylelikle büyük yara almış oluyor.

Bu gelişmelerin tümü Türkiye'yi yakından ilgilendiriyor. Hem ekonomik, hem siyasal açıdan büyük önem verdiğimiz Bakü-Tiflis-Ceyhan hattının Kazakistan petrolünden büyük ihtimalle mahrum kalacak olması, telafisi imkânsız bir kayıptır. Çünkü Hazar Denizi'nin statüsünün belirsizliği bölgede daha geniş petrol arama teşebbüslerine şimdilik imkân bırakmıyor. Azerbaycan'ın şu andaki rezervleri ise boru hattının kapasitesini tamamlamakta yetersiz kalıyor. Bu olumsuz gelişme bir şekilde önlenemediği takdirde, ABD'nin Orta Asya'nın enerji kaynaklarını kontrolü altında tutmak ve bir bölümünü Dünyaya Akdeniz üzerinden pazarlamak projesinin ciddî şekilde yara almasının yanı sıra, Türkiye'nin İskenderun Körfezi'ni Dünyanın başlıca enerji terminallerinden biri yapmak niyeti gerçekleşmemiş olacaktır.

Aslında Türk Dünyası ile ilişkilerimizin on beş yıllık seyri düşünüldüğünde bu gelişmelerin hiçbiri sürpriz sayılmaz. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra Avrasya'da oluşan yeni siyasî atlasın anlamını ve değerini yeterli ölçüde algılayamadık. İlk başlarda Özal ve Demirel'in Cumhurbaşkanı sıfatıyla bölgeye özel önem vermeleri, sık sık ziyaret etmeleri, devlet başkanlarıyla şahsî ilişkiler kurmaları önemli adımlardı. Bu dönemlerde işbaşındaki hükümetlerde görev yapan Namık Kemal Zeybek, Ayvaz Gökdemir gibi milliyetçi bakanlar ve onların göreve getirdikleri aynı düşünceyi paylaşan bürokratların girişimleri ilk heyecanlarla buluştu ve konu bu çabalarla devletin gündemine girdi. Ancak değişen iktidarlara rağmen devamlılığı olan, kesintisiz uygulanan, millî politika olarak benimsenip belgelenen Türk Dünyası vizyonu oluşmadığından, iki binli yıllara girilirken ilişkilerimiz giderek zayıfladı. Yaşadığımız kritik süreçte, yani bir taraftan ABD, diğer taraftan Rusya, Çin ve İran gibi ülkeler politikacılarıyla, iş adamlarıyla, misyonerleriyle Türk coğrafyasına çullanırken biz uzaktan seyirci konumunda bulunuyoruz. Büyük devlet adamı Nursultan Nazarbayev'in Türk Devletleri arasında birlik kurma çağrısı Çankaya'nın eteklerine gelip tıkanıyor. Rusya ile yapılan doğalgaz anlaşmalarının Türkiye'yi enerji alanında % 70 oranında bu ülkeye bağımlı kıldığını, bunun hem sanayimiz hem de ticari bilançolarımız üzerinde tehlikeli bir yük oluşturduğunu nedense düşünmedik. Rusya emperyal içgüdüleri canlandıkça bu önemli kozunu dilediği tarzda kullanacaktır. Nitekim siyasî anlaşmazlık yaşadığı Ukrayna'ya karşı bu silahı rahatlıkla kullanıyor. Geçen yıl bu ülkeye sattığı doğalgazın fiyatını tek taraflı bir kararla % 120 oranında artırdı. En soğuk günlerde alacağını öne sürerek vanaları kapamaktan çekinmedi.

Türkiye Mavi Akımla birlikte başlangıçta ipleri tamamıyla Rusya'ya teslim ettiğinden pazarlık gücünü kaybetmiş bulunuyor. Petrol faturamızın en azından bir bölümünü mal karşılığında ödeme imkânı artık hayaldir. Bu bir tarafa, Ruslar petrollerini Samsun üzerinden İskenderun'a ileterek pazarlama teklifimize sıcak bakmıyorlar; tercihlerini Bulgaristan-Yunanistan arasındaki boru hattıyla Saroz Körfezine açılmak üzere kullanmaya hazırlanıyorlar. Bu Türkiye için sadece ekonomik değil stratejik bakımdan da büyük bir kayıp demektir.

Türk Dünyası konusundaki genel zaafımız, ciddiyetsizliğimiz sadece Doğu Türklüğü ile sınırlı kalmıyor. Son yarım yüzyıllık dış politika gündemimizin ilk sırasında yer alan, millî meselemiz olarak benimsenen, üzerinde birleşilen Kıbrıs konusunda durum ortadadır. Denktaş'ın TBMM'de yaptığı duygusal konuşma milletimize iletmek istediği canhıraş bir mesajdır. Rumlar Avrupa Birliği faktörünü ustalıkla kullanarak, Ada'nın tamamı üzerinde egemenlik sağlamaya çalışıyorlar. Medya ve siyaset üzerinde etkili olan liberal aydınlarımız nazarında Kıbrıs, taşınması gereksiz bir yüktür ve Avrupa Birliği ile aramızdaki başlıca engellerden biridir. Bu çevreler K.K.T.C.ni bir an önce paketleyip Brüksel'e hediye etmek için yanıp tutuşuyorlar. Önümüzdeki günlerde liman ve havaalanlarımızın Rumlara açılması ve Gümrük Birliği anlaşmasının Meclis tarafından kayıtsız şartsız onaylanması için yoğun kampanya başlatacaklar; Hükümetin müzakerelerin devamını gerekçe göstererek bu telkinlere itibar etmeyeceğini umarız. Çünkü tersine bir tavır toplum vicdanında onarılması imkânsız acılar doğurur. Türk askerinin adayı boşaltması yönündeki kararın yol açacağı toplumsal tsunamiye kimse direnemez. Türkiye'nin uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan haklarını sebatla savunması, diplomatik tuzaklara karşı uyanık olması, hiçbir gelecek vaat etmeyen muhayyel bir üyelik aşkıyla düşünme ve hareket kabiliyetini meflûç kılmaması gerekir. Kıbrıs'ta sırtımız duvara dayanmıştır; buradan bir adım daha geri atma şansımız kalmamıştır.

ABD'nin Irak politikası Türkiye'nin çıkarlarıyla bağdaşmıyor. Devletin doksanlı yıllara girilirken farkına vardığı 1,5 milyon civarındaki Irak Türkünün geleceği tam anlamıyla karanlıktır. Türkler hem Amerikalılar hem de Kürtler ve Araplar için Irak'ta varlıkları gereksiz ve hatta sakıncalı bir topluluktur. Irak'ın yeniden yapılanma sürecinde temsil organlarında yer almalarının önlenmesi amacıyla ne gerekiyorsa yapılmıştır. ABD'nin bilgi ve himayesinde gerçekleştirilen uygulamalarla sonuca ulaşılmış, Irak nüfusunun % 15'ini oluşturan Türkmenler, hem yerel yönetimlerde hem de millî mecliste adil şekilde temsil imkânından yoksun kalmışlardır.

Kuzeyde ABD-İsrail ittifakının yoğun şekilde desteklediği Kürt devletinin kuruluş aşaması tamamlanmak üzeredir. Hangi statü çerçevesinde olursa olsun bu oluşumun yaşayabilmesi için Türkiye ile ilişkilerinin sağlıklı yürütülmesi zaruretini müşahede eden Kürt devletinin mimarları, bütün güçleriyle bu ortamı hazırlamaya çalışıyorlar. Siyasetçilerin nasıl bir tutum izleyeceğini aşağı yukarı kestirebiliyorlar. Ancak Türk Silahlı Kuvvetleri'nden emin değiller. Herhangi bir sürprizle karşılaşmamak için çeşitli düzeylerde yoğun bir görüşme trafiği düzenleniyor; askerî yetkililer, istihbarat şefleri, iki aşiretin temsilcileri birbiri ardına gelip gidiyor. Bu arada medyadaki bilinen kalemler ve TV'deki sözcüleri suret-i haktan görünerek akıl veriyorlar. Türkiye'nin durumu kabullenmesini, bu oluşumla ilişkilerini normalleştirmesini istiyorlar.

Bu arada ikinci aşamanın yani büyük Kürdistan'ı kurma plânlarının alt yapı çalışmaları çoktan başladı. Hakkari ve çevresinden Selahaddin kentindeki üniversiteye burslu öğrenciler götürülüyor, Güney Doğulu bir çok iş adamına Musul ve Erbil gibi merkezlerde ihaleler veriliyor, ticari ilişkiler kurmaları sağlanıyor. Güney Doğu'da birçok insana Kuzey Irak'taki oluşumun hüviyet belgesi dağıtıldığı çoktandır biliniyor.

PKK başta Kandil Dağı olmak üzere güney sınırımızın Irak tarafında rahatça barınıyor, eğitim çalışması yapıyor, hatta seçimlere bile katılabiliyor. Terör örgütüne yönelik operasyon vaadini çoktan unutan Amerika, şu sıralarda örgütü İran güçlerine karşı harekete geçirmiş bulunuyor.

ABD PKK terör örgütünü "destek unsur" şeklinde kabul etmek suretiyle, bir taraftan İran'a karşı dilediği şekilde kullanabileceği vurucu güç ediniyor, diğer taraftan Türkiye'yi baskı altına alma imkânı buluyor. Örgütün düzenleyeceği eylemlerle meşgul edilecek Türk Silahlı Kuvvetlerinin, tıpkı 1925'de olduğu gibi Kerkük yahut Telafer ile ilgilenmesine imkân bırakılmamış oluyor.

Bu durum esas itibariyle Türkiye'nin bölgede inisiyatif kullanma, jeopolitik ataklar yapma kabiliyetinin bulunmadığı anlamına geliyor. Bölgenin en deneyimli, en güçlü, konvansiyonel etkinliği en yüksek silahlı gücüne sahip olan Türkiye'nin gelişmeleri izlemekten başka bir şey yapamaması, soydaşlarının çakallara yem olması karşısında sessiz kalması hüzün veren bir tablodur.

Dünyanın genel dengelerinin başlıca belirleyicileri olan iki küresel merkezle, ABD ve Avrupa Birliği ile ilişkilerimizin belirsizliği, sağlam ve istikrarlı bir zemine oturmamış olması önümüzü görmemize, ileri vadeli hesaplar yapmamıza imkân vermiyor. Görüntü gerçeği yansıtmıyor. ABD'nin soğuk savaş sonrası politikaları son derece bencil ve tek yanlı hesaplar ekseninde oluşuyor. Ülkeler kendi yanında olan ve destek verenlerle, vermeyenler şeklinde kategorize ediliyor. Türkiye'nin NATO üyesi olması ve sık sık stratejik müttefik olduğunun vurgulanması, başta Kuzey Irak olmak üzere çıkarlarımızın hesaba katılmasını sağlamıyor.

Avrupa Birliği ile ilişkilerimizin de temel özelliğini belirsizlik ve çelişkiler teşkil ediyor. Türkiye ile 3 Ekimde müzakerelerin başladığının ilanı hiç bir şeyi değiştirmedi. Kıbrıs'ta izolasyonların kaldırılması, normalleşmenin ilk adımı sayılan tüzüklerin uygulamaya konulması Rumların baskısıyla raf kaldırıldı. Avrupa Birliği kerhen verdiği müzakere kararının diyeti olarak Kuzey Kıbrıs'ı Rumlara sunmakta kararlı görünüyor. Öte yandan azınlıklar, Ermeni iddiaları ve Patrikhane gibi konularda Türkiye'ye ancak savaşı yitirmiş bir ülkeden istenebilecek dayatmalar iletiliyor.

Türkiye uluslararası ilişkilerde yalnız ülke konumundadır; meselelerini kendi gücü ve imkânlarıyla halletmek mecburiyetinde olduğunu ne müttefiklik ne de üye adaylığının ciddî bir destek sağlamayacağını bilmek zorundadır. Bu pozisyonun şartları olabildiğince ağırlaştırdığı ortadadır. Ancak buna yakınarak vakit geçirmek yerine, potansiyelimizi yeterince kullanıp kullanmadığımıza bakmamız, politikalarımızı, ilişkilerimizi doğru değerlendirmemiz gerekiyor. Türkiye bütün olumsuz şartlara rağmen, coğrafi, beşerî, tarihî ve kültürel imkânlarını verimli kılabilirse, ekonomik dar boğazı geçip nefeslenebilirse, yönetimde istikrar ve bütünlük sağlarsa kimsenin lütfuna ihtiyacı kalmaz; kendi gücüyle ayağa kalkar. Başka bir ifadeyle temel ihtiyacımız yöneten demokrasi ve doğru yönetilen Türkiye…

v