KAVŞAKTAKİ TÜRKİYE
Türkiye Cumhuriyeti bu ay kuruluşunun 82.yılını kutluyor. Bütün mazlum milletlere örnek olan ve çok elverişsiz şartlar altında zaferle sonuçlanan Millî Mücadele sonrasında kurulan üniter ulus-devletimiz (Türkiye Cumhuriyeti Devleti) bugün ciddî problemler, baskılar ve tehditlerle karşı karşıyadır. Mesele sadece bölücü etnik terör, Kıbrıs veya Irak'taki gelişmeler gibi konulardan sadece birisiyle sınırlı olsaydı, şöyle yahut böyle bir çözüm bulmakta fazla zorlanmazdık. Ancak Türkiye bu süreçte bir yandan coğrafyasından, tarihinden ve kültüründen kaynaklanan ve aynı zaman kesitinde buluşan problemlere çözüm arıyor; diğer yandan değişen dünya dengeleri paralelinde Batı ile ilişkilerinde köklü bir karar mecburiyetiyle karşı karşıya bulunuyor.
Yarım yüzyıla yakın bir süreden beri katılmak için çırpındığımız Avrupa Birliği Türkiye'ye eşit ve muteber bir yeni ortak adayı nazarıyla bakmıyor. Avrupalılar nazarında üyeliğe tehdit sayılan, katılım ihtimalinden büyük rahatsızlık duyulan, ancak olağanüstü talepkâr tavrımızdan bilistifade olabildiğince kazanımlar sağlanmaya çalışılan sevimsiz bir ülke konumundayız. Bunu her fırsatta yüzümüze haykırıyorlar, müzakerelerin bu şekilde başlamasını yönlendirici bir sopa gibi kullanıyorlar. Gelecek nesillerimiz yetmiş iki milyonluk genç ve nüfusa, dünyanın 20.nci büyük ekonomisine, bölgesinin en deneyimli ve etkili silahlı kuvvetlerine, emsalsiz bir tarihî ve kültürel derinliğe sahip bir ülkenin nasıl olup ta bu kadar zelil kılınabildiğini anlamakta güçlük çekeceklerdir.
Dergimiz baskıya verilirken Avrupa Birliği'nin karşı deklarasyonu yayınlanmıştı; ancak Müzakere Çerçeve Belgesi henüz belirlenmemişti. Rumların itirazları nedeniyle günler geçtikten sonra üzerinde mutabakat sağlanabilen deklarasyon Türkiye'ye kabulü imkânsız dayatmalar sunuyor. Avrupalıların ciddî insanlar oldukları, sözlerine güvenmemiz gerektiği masalıyla yıllardır Türk kamu oyunu uyutan liberal aydınlarımız bunu nasıl geçiştirecekler bilemeyiz; ama Avrupa Birliği Türkiye'ye karşı çok çirkin bir dönüş yaptı, Helsinki'de ön şart olmadığını açıkça belirttiği Kıbrıs'ı Rumların baskı ve şantajına boyun eğerek müktesebat kapsamına altı. Başka bir ifadeyle Avrupalılar gözümüzün içine bakarak verdikleri sözden dönmekte bir sakınca görmediler.
3 Ekimde müzakerelerin başlaması uğruna her şeyi sineye çekmememiz halinde en geç bir yıl zarfında Rumların ilişkileri bloke edecekleri kesindir. Bunu önleyecek tek yol Kıbrıs'ın bir bütün halinde Rumlara aidiyetini kabullenmek anlamına gelen deklarasyon şartlarını yerine getirmektir.
Ne var ki, Avrupa Birliği bu dayatmalarla yetinmeyecektir. Müzakere Çerçeve Belgesi'nde yer alacak başlıkların ana hatları ortaya çıktıkça Türkiye'nin üyeliğini sağlamaya yönelik bir yol haritasından ziyade, savaştan yenik çıkmış bir düşmana iletilecek muhtırayla karşı karşıya kalacağımız anlaşılıyor. Avusturya ve Fransa gibi bazı ülkelerin hararetle talep ettikleri özel statü önerisi açıkça isimlendirilmese bile, aynı amacı sağlayacak ifadeler metinde yer alacaktır. Müzakerelerin ucu açık olduğu, Türkiye'nin tam üyeliğin sorumluluklarını almaya hazır olmaması halinde, en güçlü yollarla Avrupa yapısına kenetlenmesinin sağlanacağı belirtilirken aslında özel statü dört dörtlük tarif edilmektedir.
Serbest dolaşım hakkı, yapısal ve tarım politikalarıyla ilgili uygulamada istisnalara gidilebileceğine ilişkin ifadeler, Avrupa Birliği perspektifinin içini boşaltmakta, işlemez hale getirmektedir.
Son dakikada metne ekleneceği açıklanan ve Avrupa Birliği'nin Türkiye'yi üye olarak "sindirebilme yeteneğini" müzakereler esnasında sürekli denetim altında tutmasını sağlayacak hükümlerle, mevcut bariyerleri daha da pekiştiriyor, böylece üyeliğimizden müthiş tedirgin olan çevreleri yatıştıracak bir mesaj veriliyor.
Avrupa Birliği ülkeleri müzakerelerin başlamasını vesile yaparak, Türkiye ile ilişkilerini tamamıyla kendi kontrollerinde tutmaya, Kıbrıs, Ege ve Patrikhane gibi konulardaki gelişmeleri diledikleri rotaya sokmaya çalışıyorlar. Bunlara karşı direnmek, taleplerini reddetmek ve müzakereleri kendi inisiyatifimizle askıya almak aslında çok zor değil. Avrupa Birliği perspektifinin açıklananın dışında başka amaçlar için politika malzemesi şeklinde kullanma niyeti taşımayan bir hükümet bunu isterse rahatlıkla yapar. Bundan kaçınarak Avrupa Birliği'nin belirli konulardaki dayatmalarını sineye çekmeye niyetlenilmesi durumunda iç politikada en kısa zamanda ciddî bir krizle karşılaşacağımızdan kimsenin kuşkusu olmasın. Milletimiz millî çıkarlarımızı, geleceğimizi, güvenliğimizi zedeleyici tavizlerin sorumlusu bir yönetime katlanmayacak derecede onurlu ve bilinçlidir.
Türkiye'nin Avrupa Birliği ile ilişkilerindeki asıl problem bu ülkelerde bölücü etnik terör hareketine yıllardan beri sağlanan hoşgörü ve destekten kaynaklanıyor. 80'li yılların başında uluslararası dengelerin değişip Sovyet tehdidinin ortadan kalkmasına paralel olarak Batı Avrupa ülkelerinin ülkemize bakışı önemli ölçüde değişti. NATO ittifakının güney kanadının ve Batı Savunma Sisteminin kilit ülkesi konumundaki Türkiye, bu stratejik özelliğini kaybetti. Başta Fransa ve Almanya olmak üzere, Avrupa'nın güçlü ülkeleri hem bölgemizde hem de Anadolu coğrafyasında farklı hedefler belirlediler ve buna uygun politikalar izlemeye başladılar. Bu yeni hedeflerin ne anlama geldiğini 1992 yılında zamanın Almanya Dışişleri Bakanı Gencher "biz Türkiye için Yugoslavya benzeri bir model arıyoruz" cümlesiyle net şekilde açıklamıştır. O yıllarda iş bulmak amacıyla Güneydoğu'dan Avrupa'ya giden ve başta Almanya olmak üzere, bu ülkelerde sıkı bir grup-örgüt disiplini içinde yaşamaya başlayan beş yüz bin civarındaki Türkiyeli Kürt aktif bir kitle tabanı oluşturdu. Bunların örgütsel çalışmaları ve propaganda gücü Batı kamu oyunda çok etkili oldu. Madam Mitterand gibi nüfuzlu kişiler değişik nedenlerle Kürt etnikçiliğini himayelerine aldılar. Gerek bu üst düzey entelektüel çevrelerin, gerekse Batılı istihbarat merkezlerinin desteklediği, yönlendirdiği Kürtçüler elverişli bir çalışma ortamı buldular. Radyoları, TV'leri, araştırma merkezleri, dernek ve vakıflarıyla Avrupa'yı bir ağ gibi sardılar. PKK bu sosyal ve örgütsel yapıdan hem maddî kaynak hem de insan unsuru olarak geniş imkânlar temin etti.
1984'te Eruh ve Şemdinli'de başlatılan PKK terörü, ilk dönemlerde yeterli önlemler alınmadığından büyüyüp genişledi. Ancak 1992 Nevruzundan itibaren silahlı kuvvetlerimizin ve güvenlik güçlerimizin aktif ve etkili uygulamaları sonucu terör hem şehirlerde hem de kırsal alanlarda geniş ölçüde bastırıldı. Bölgede hayat normale döndü.
Bu gelişmenin ardından Türkiye'nin 1997'de etkili mesajı sonucu Öcalan Suriye'den çıkartıldı; güvendiği Avrupalı dostları tarafından kaderine terk edildi, paketlenip Türkiye'ye getirildi. Bu gelişme PKK bölücü terörünün dibe vurmasını, yenildiğini kabul edip sinmesini sağladı. Ancak aradan beş altı yıl gibi kısa bir süre geçtikten sonra Kürt etno-milliyetçiliğinin hızla tırmandığı görülüyor. Bir taraftan yeniden yoğunlaşan PKK terör eylemleri, diğer taraftan örgütün legal uzantısı olan parti aracılığıyla siyasal zeminde düzenlenen faaliyetler Kürt etnikçiliğini hızla uluslararası zemine taşımaktadır.
Olayların gelişme seyri dikkatle izlendiğinde bunda Avrupa'dan iletilen yardım ve teşviklerin birinci derecede etkili olduğu görülür. Avrupa Birliği artık konuyu yetkili organlarında gündem maddesi yapıyor, Kürt etnikçileri arasında muhataplar seçiyor, Diyarbakır başta olmak üzere bölge belediyeleriyle özel ilişkiler kuruyor.
Bu cümleden olarak Avrupa Birliği Parlamentosu çatısı altında 17 Eylülde düzenlenen Kürt konferansına katılımcılarının sıfatları açısından sıradan bir toplantı nazarıyla bakılamaz. Avrupa Birliği Türkiye Komisyonu Başkanı Joost Lagendijk toplantı öncesinde ve toplantıda yaptığı konuşmalarda dikkate değer mesajlar verdi: "Geçmişinizle ve Öcalan'la bağınızı kesin, Türk siyasetine girin. Dağdaki PKK'lıların dönmesi için af düzenlemesine ihtiyaç vardır. Ancak bunlar bir günde olacak şeyler değildir. Avrupa'da PKK'ya büyük sempati olmakla beraber, silahlı mücadele yöntemi destek görmüyor. Kürtler içinden Türk demokrasisi içinde mücadele verecek yeni liderler, yeni siyasî partiler çıkmalı. Türk Hükümeti orduyu kontrol etmeye çalışmalı. Son günlerdeki olayların sorumluları çözüm istemeyen kesimlerdir; yani milliyetçiler ve ordudur. Onların ellerini güçlendirecek adımlardan kaçının"
Bir başka Avrupa Birliği yetkilisi, Türkiye-Avrupa Birliği Ortak Parlamento Komisyonu Başkan Yardımcısı Andrew Duff aynı günlerde daha açık konuştu ve "Diyarbakır ve diğer bölgelere otonomi verilmesi" ni istedi.
Avrupa Birliği'nin itibar gösterdiği, siyasî muhatap saydığı, raporlar hazırlattığı Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir karşılaştığı bu sıcak ortamın verdiği güvenle Türkiye'yi açıkça tehdit etmekte sakınca görmedi: "Demokratik siyasî kanalların tıkanması halinde siyasetin dili tekrar şiddet olur"
Milliyet Gazetesinde yayınlanan söz konusu konferansın sonuç bildirisi Kürt etno-milliyetçiliğinin siyasî boyutunu, Avrupa'dan bulduğu desteği ve yakın zamanda Türkiye'ye iletilecek taleplerin özeti sayılabilir:
1- Kürt sorunu, terör, güvenlik, geri kalmışlık-eğitimsizlik eksenindeki yüzeysel anlayış bırakılmalı.
2- Tüm politikaların merkezden belirlenmesi anlayışı bırakılmalı, yerel demokrasi kültürü temel alınmalı.
3- Dağdaki gerillaların silah bırakması ve yasal yaşama kazandırılmaları için gerekli yasal düzenlemeler yapılmalı.
4- Öcalan'ın ağır tecrit durumu kaldırılmalı.
5- Yüzde 10 barajı düşürülmeli.
CHP lideri Baykal'ın değerlendirmesi bulunduğumuz ortamın gerçekçi bir tespitidir: "Terör olaylarının geldiği boyut, halının altına süpürülerek geçiştirme noktasını çoktan geçmiştir".
Kürt etnikçiliği tarihî ve sosyolojik ciddî dayanaklardan yoksun olmasına rağmen ilkel ve kaba bir aidiyet duygusu üzerinden besleniyor; kışkırtılıp yaygınlaştırılıyor. Örgütün baskı ve tehdidiyle oluşturulan psikolojik ortamda geniş bir alanın etnik kabileciliğin hükmü altına girmesi sağlanıyor. Bölgedeki geleneksel aşiret ilişkileri, bunun sağladığı ekonomik, sosyal ve fizikî yardımlaşma imkânı örgütsel bağlantılar üzerinden bu alanı geniş bir etno-aşiret yapısına dönüştürüyor.
Örgütün legal uzantısı konumundaki siyasî parti, demokrasilerin bilinen kurallarına göre kurulup işleyen politik bir kurum değil, İmralı'daki aşiret reisinin yahut onun adına hareket eden altındaki diğer şeflerin talimatlarına harfiyen bağlı olmakla yükümlü "sadık teba"nın yasal mekânıdır. Bu mekanizmanın nasıl işlediğini kendi mantalitesiyle kavrayamayan Joost Lagendijk, hayretler içinde kalıyor: "Hatip Dicle geliyor, geçen hafta Osman Baydemir buradaydı. Hepsi potansiyel lider adayı olmalarına rağmen şu ana kadar liderliği ele alacak adımlar atmaya ya korktular ya da istemediler".
Avrupalılar bir yana Türkiye'deki bir çok siyasetçi bile durumu anlamakta zorluk çekiyor. Başbakan Erdoğan uzun hazırlıklar ve plânlamadan sonra iddialı bir ekonomik ve sosyal paketle gittiği Diyarbakır'da karşısında çoğu resmî görevli birkaç yüz kişiden ibaret bir dinleyici buldu. Çünkü örgütün talimatı Başbakanın gelişinden daha önemli sayılmış ve etkili olmuştu. Bu tablonun anlamı üzerinde düşünmek ve tedbirler aramak yerine, millî hassasiyet sahibi çevrelerin endişelerine Avrupa Birliği ilişkilerinin engellemeye yönelik bozgunculuk şeklinde bakmak ve marjinallikle suçlamak vahim bir değerlendirme hatasıdır.
Dünyayı ve olayları ilerlemeci evrensel görüşler çerçevesinde yorumlayan küreselci, kozmopolit, ikinci cumhuriyetçi grupların telkinleri birçokları gibi Başbakanı da etkiliyor. Brüksel-Diyarbakır hattı üzerinde uygulamaya konulan ve sonuçta Türkiye'yi federalleşmeye götürecek yapısal dönüşüm projelerinin varlığına inanılmadığından tedbir arama gereği duyulmuyor. Kısa bir süre önce terörle mücadele amacıyla ilgili yasalarda değişiklik yapmak üzere başlatılan girişim, bilinen çevrelerin baskısıyla engelleniyor. Oysa şer merkezleri içeride ve dışarıda durmuyorlar. Adalet Bakanı'nın ifadesiyle Türkiye "aksırmaktan bile çekinirken" Avrupa Birliği ilişkilerinde yaşadığımız derin zaaftan daha fazla yararlanmak ve taviz koparmak için ülkemiz üzerinde büyük bir baskı oluşturuluyor.
Türkiye elbette çağdaş ve gelişmiş demokratik bir ülke olmanın bütün gereklerini yerine getirmek mecburiyetindedir. Şu anda bulunduğumuz nokta neresi olursa olsun, iki yüz yıllık modernleşme çabalarımızın temel gerekçesi esasen bu ihtiyaçtan kaynaklanmıştır. Kimse ideolojik kurgulamalarla olayları yanlış yorumlayıp ahkâm kesmesin. İnsan haklarına dayalı, gelişmiş ve müreffeh bir toplum olabilmenin yolu ulus devletten ve üniter yapıdan ödün vermek, bunları esnetmeye çalışmak değildir. Kendimize model aldığımız ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya gibi Batılı ülkeler millî kimliklerini bastırarak, üniter yapılarını fırlatıp atarak demokrasilerini inşa etmediler. Tam tersine ona vücut veren sosyal ve kültürel unsurları kendi şartları ve ihtiyaçlarına göre besleyip pekiştirdiler. Avrupa Birliği sürecinde bu politikaları ısrarla sürdürüyorlar. Almanya'nın milyonlarca göçmeni Almanca öğrenmeye mecbur tutması, Hollanda okullarında eğitimin aynı doğrultuda düzenlenmesi, Fransa'nın Fransızca'yı korumak ve Fransız Millî Marşı'nın okullarda öğretilmesini sağlamak amacıyla yasalar çıkarması gibi sayısız örnekler önümüzdeyken, millî kimliği vurgulamanın etnik kışkırtıcılık olacağını söylemenin inandırıcı bir yanı yoktur. Demokratikleşme ve hukuk devleti gibi evrensel amaçları gerekçe göstererek millî kimliği aşındırmaya, etkisiz kılmaya yönelik uygulamalar bölücülüğe zemin hazırlar, azınlık iktidarına cesaret verir. Sonuçta toplumsal gerginlikleri husumet çizgisine taşır, ülkeyi derin bir kargaşaya sürükler. Çünkü insanların iştirak sağlayacakları, paylaşacakları, saygı ve muhabbet duyacakları bir üst kimliğin şu veya bu mülahazayla inşasını engellemek, yurttaşlığı coğrafî tariflerle yapay bir zemine taşımak toplumsal çözülmeye davetiye çıkartmaktır.
Türkiye'nin 82 yıl önce çok elverişsiz şartlar altında bağımsızlığını kazandığını, bu sonucun milletimizin özünde mevcut olan değerlerle, tarihî ve kültürel hasletlerimizle sağlandığını söylemek bazılarına içi boş bir hamaset gibi görünebilir. Herkesin inancı ve meşrebi elbette kendisini ilgilendirir. Ancak gerçek bizce budur ve doğrudur.
Avrupa Birliği'nin 3 Ekime doğru aldığı tavır Türkiye için tarihî bir silkinme ve atılım hamlesinin başlangıcı kılınmalıdır. Kendimizi hayallerle oyalamaktan artık vazgeçmeliyiz. Emperyal güç merkezleri tarafından daha fazla kandırılmamıza, iyi niyetimizin istismar edilmesine izin vermemeliyiz. Bunları yapabildiğimiz ölçüde içimizdeki etnik fitneyi dışarıdan besleyen damarların önemli ölçüde kuruduğunu, problemin sanıldığı derecede vahim olmadığını hep birlikte göreceğiz. Yasalar tam ve eksiksiz şekilde uygulandığı zaman şer güçler cesaretlerini kaybedecek, Devlet içeride ve dışarıda kaybettiği saygınlığı yeniden kazanacaktır.
Yetmiş iki milyonluk kitlenin her ferdi bu ülkenin aziz ve muhterem vatandaşlarıdır. Kimsenin diğerine ayrıcalığı, üstünlüğü, farklılığı yoktur. Kendini Kürt hisseden insanımızın bu duygusunu sakıncalı saymayız. Bireysel hak ve özgürlük bağlamında herkesin özelliklerini yaşaması ve sürdürmesi doğaldır. Bu anlayış çağdaş demokratik kriterler açısından ne derece gerekliyse, Türkiye'nin üniter ulus devlet yapısına, vatandaşlık statüsüne anlam kazandıran üst kimlik unsurlarına saygı gösterilmesi, vatandaşlığın "sorumluluklarının" yerine getirilmesi herkes için uyulması zarurî esaslardır. Bu anlayış bütün Batı demokrasilerinde geçerlidir. Hiçbir Batılı ülke kendi bünyesinde hak ve özgürlükler ortamının grup haklarına dönüştürülerek etno-milliyetçi ayrılıkçı-bölücü politikalara referans yapacak şekilde kullanılmasına izin vermez. Çünkü bu tarz bir yaklaşım demokratik hak ve imkânların, sosyal, siyasal ve kültürel nizamın devamını sağlayan ve devlet adı verilen üst örgütlenmenin dağılması demektir. Bunu göze almanın adı toplumsal intihardır.
Türkiye'nin gerekli kararları almak ve doğru politikalar izlemek hususunda daha fazla zaman kaybına tahammülü olmadığını, başta ülkeyi yönetenler olmak üzere, millî sorumluluk duygusu taşıyan herkesin görmesi gereken bir kavşaktayız.