AYDIN PROBLEMİ TEMEL MESELEMİZ

Nuri GÜRGÜR Türk Yurdu Dergisi (Mart 2005)

Aydınımızın iki yüz yıllık modernleşme tarihi boyunca yaşadığı zihnî kargaşa ve kararsızlık sür'atle genişliyor, derinleşiyor. Özgün kimliğini reddeden, kültürünü ve manevî değerlerini çağdaşlaşmanın önündeki en önemli engel sayan, farklı bir medeniyet alanına sıçrayabilmenin özlemini duyan insanlardan mürekkep etkili bir sosyal tabaka oluşuyor. Batı kültürünün özünü, imkânlarını ve zaaflarını tartışılabilecek derinlikten yoksun olan aydınımız, giderek daha tepkili, inkârcı ve nihilist bir karaktere bürünüyor; insan hakları, demokratik ilkeler, hukukun üstünlüğü gibi evrensel değerleri yerli-yersiz, haklı-haksız her yerde fütursuzca tükettiğinden hem inandırıcılığını yitiriyor, hem de içini boşalttığı bu kavramları itibarsız ve etkisiz kılıyor.

Basınımızda son derece azalan dikkat ve ciddiyet sahibi "bilge adam" tipinin seçkin bir örneği olan Sayın Ege Cansen'in 22.01.2005 tarihli "Türk'ü Türk'e Yermek" başlıklı yazısının bir bölümünü yaşadığımız entelektüel krizin enfes bir tespiti olarak nakletmek isterim:

"Ülkemizin laik fikir önderlerinin duruşuna bir göz atın. Konu Türk-Ermeni ilişkileriyse, mutlaka Ermeniler haklıdır. Konu Türk-Rum ilişkisiyse, haklı olan kesinlikle Rumlardır. Sorun İslâm-Hıristiyan sürtüşmesiyse, mutlaka Müslümanlar haksızdır. Ortada bir isyandan doğan ölümlü bir çatışma varsa, kesinlikle ölen isyancı haklı, Türk devleti suçludur. Türk film yapımcıları veya roman yazarları için Avrupa'da beğeni kazanmanın tek bir geçerli yolu vardır. O da kendi milletini ve devletini yerin dibine batırmaktır. Türklerin ne kadar kaba ve vahşi olduğunu Batılılara anlatıp da Batı'da alkış almayan edebiyatçı var mı? Eh bir defa Batı'da beğenilmişse kendisinin Türkiye'de baş tacı edilmesi vaciptir"

Hemen her gün Sayın Cansen'in çizdiği bu hüzün verici portrede yer almaya müstahak sayısız olay ve şahısla yüz yüze geliyoruz. Aydınımız millî kimliğinden, ruh köklerinden kopup savrulurken, topluma yabancılaşıyor; benliğini saran derin bir nefret ve öfke kriziyle, millete ve onun en ileri siyasal ve sosyal örgütlenme başarısı olan devlete karşı saldırıya geçiyor. İşin hazin tarafı, pek çoğunda derin bir insan zaafının, psikolojik ve etnik düğümlenmelerin ön plânda olduğu bu tarz girişimlerin, çeşitli entelektüel anlatımlarla, makyajlarla süslenerek gerçek anlamlarının örtülmeye çalışılmasıdır.

Orhan Pamuk'un Türkler'in bir milyon Ermeni'yi ve otuz bin Kürt'ü katlettiği şeklindeki hezeyanı, bir yandan basının önemli bölümünde sessizce geçiştirilirken, diğer yandan ilginç tepkilere yol açtı. Çok satan gazetelerdeki yazarların büyük bölümü, her zamanki "üç maymun" rolünü sergilediler; Türk Milletine yapılan bu saldırıyı, adi iftirayı duymazlıktan gelip sustular. Sebatayist olduğu yolundaki yayınlara, cevap vermemek suretiyle kabullenmiş görünen Orhan Pamuk'un, ne Kar ve Benim Adım Kırmızı gibi romanlarındaki tarih ve kültürümüze yönelik derin husumet ne de doğrudan ahlakî bir zaaf olan "intihal" yani hırsızlık ve aşırma alışkanlığı basınımızda "önemli" sayılmadı. Bu açık ve zımni teşviklerle giderek pervasızlaşan ve hakketmediği iltifatların şımarıklığıyla gözü kararan Pamuk'un düşünce sefaletinden başka bir izahı olmayan son çıkışı bu ortamda şaşırtıcı sayılamaz. Esas ilginç olan Orhan Pamuk'a gösterilen tepkilere karşı gösterilen tepkilerdir. Pamuk'un hem günümüze hem de geçmişimize ilişkin iftirasına karşı oluşan haklı öfke bilinen kalemlerce şiddetle yeriliyor, haksız ve anlamsız bulunuyor; hatta daha ötesine geçilerek düşünceye ve sanata karşı zorbalık ve baskı şeklinde nitelendiriliyor.

Değerli devlet adamı Kamuran İnan'ın bu ironik tablonun izahını yapan anlamlı bir ifadesi vardır; "Dünyanın hiçbir ülkesinde, Türkiye'deki aydınlar arasında olduğu kadar fazla hain yoktur"

Amaç açıktır. Bir taraftan Pamuk savunularak, benzer hezeyanları tekrarlayacaklara cesaret veriliyor; diğer taraftan bunları eleştirecek cesarete hâlâ sahip olanlar yıldırılmak, sindirilmek ve peşinen susturulmak isteniyor.

Görsel ve yazılı basının iç organizasyonunu sağlayanların ve yönetenlerin düşünce, inanç ve ideolojileri bu stratejik alanları millî bir problem haline getiriyor; tehdit ve tehlike kaynağı kılıyor. Onlara imkân sunan ve bu alanları kontrollerine bırakan patronların daha çok kazanç ve ekonomik çıkardan başka ciddî bir düşünceleri bulunmadığından, Türkiye medyası, belirli zihniyet sahiplerine fütursuzca at koşturdukları elverişli bir ortam sağlıyor.

Serdar Turgut gibi nadir cesur kalemlerin söyledikleri basında oluşturulan hegemonya nedeniyle ancak belirli çevrelere iletilebiliyor: "…Pamuk kitaplarını yüz binlerce satmış ama okutamamış. Ve bu acaip durum da hiç anlaşılamamış ucube yazarlarımızdan. Bu beyefendi yüz binlerce tuğlayı helva niyetine sattı. Medyanın böyle ağır marifetleri vardır. Gerçi yüz binlerce insan birkaç sayfa gırtlağından girmeden kusuverdi. Sırf bu yüzden üstün insanlar listesine giremedi."

Türkiye basınının öncelikleri, ilkeleri ve hassasiyetlerinin nelerden ibaret olduğu, olayların değerlendiriliş ve sunuluş tarzıyla her gün yaşanıyor. Bu yönüyle basının Pamuk'la ilgili tavrı olağan hale geliyor. Mesela geçen ay bir gazetede birinci sayfadan verilen önemli bir haber yer almıştı: "Fransa, Azınlık dillerine sahip çık, çağrısına şu yanıtı verdi: ÜLKEYİ BÖLDÜRTMEYİZ. Bugüne kadar azınlık hakları konusunda Türkiye'ye en ağır suçlamalarda bulunan Fransa, aynı konuda Avrupa Konseyi'nce eleştirilince, "Azınlıklar ülkeyi böler" dedi.

Bu şüphesiz sıradan bir haber değildi. Fransa'nın tutumu Türkiye'nin önündeki en büyük problemlerden biriyle ilgili olarak, millî çıkarlarımızla bağdaşan bir karar almak ve uygulamak hususunda, başta Avrupa Birliği olmak üzere, uluslararası ilişkilerimizde, hem bir emsal, hem de kılavuz şeklinde değerlendirilebilecek nitelik taşıyor. Önümüzdeki aylarda Türkiye'ye sunulacak yeni Katılım Ortaklığı Belgesi kapsamında yer alması muhtemel azınlıklarla ilgili taleplerine en kestirme cevabı Fransa'nın bu tavrı bağlamında verebilme imkânını buluyoruz; en fazla baskıya maruz kalacağımız konuyu kendi argümanlarıyla ve asla itiraz edemeyecekleri şekilde cevaplandırma şansı yakalıyoruz.

Aradan günler geçti. Yazılı ve görsel basınımızda bu haberi konu yapıp işleyen, değerlendiren, yorumlayan yazılara rastlanmadı. İnsan hakları ve siyasî katılım gibi gerekçeleri referans yaparak, üniter ulus devletin olabildiğince esnetilmesine, federalleşmeye elverişli bir ortam sağlanmasına ilişkin dizi dizi makaleler yazan ve her platformda konuşan "medya ûleması" anlamlı bir sükûta büründü.

Türkiye'nin karşı karşıya bulunduğu problemler, gündemdeki iç ve dış meseleler kolay halledilecek konular değil. Ancak toplumun imkân ve kabiliyetlerini harekete geçirebilen iyi ve becerikli bir yönetim, inançlı, azimli ve kararlı kadrolar, doğru ve basiretli politikalarla aşılamayacak hiç bir engel yoktur. Bunların hepsinin altından kalkılabilir; yeter ki bütün problemlerimizin ilk sırasında yer alan, düşünme ve hareket kabiliyetimizi felç eden bu müzmin aydın meselesini olumlu şekilde etkileyecek çözümler bulalım. Aydınımızı bedeniyle bu coğrafyada, ruhuyla, zihniyle, tercihleriyle gurbet ellerde dolaşan "yaban" olmaktan çıkarmanın, inanç ve değerlerimizle buluşturmanın kanallarını açalım.