NEVRUZ OLAYLARI ÜZERİNE

Nuri GÜRGÜR Türk Yurdu Dergisi (Nisan 2005)

Nevruz Hazar'ın doğusunda ve batısında geniş bir coğrafyada, çoğunlukla Türk illerinde otantik bir gelenek halinde günümüze kadar var olagelmiştir. Bu bölgelerde özellikle kasaba ve köylerde, kırsal kesimlerde düzenlenen şenliklerde, insanlar başlayan yeni mevsimdeki umutlarını, hayallerini, beklentilerini ifade ederek bu tarihi anlamlandırmaya çalışırlar.

Ancak on beş yirmi yıldan beri Nevruz şenlikleri ısrarla başka bir yörüngeye kaydırılmak isteniyor. Geleneksel kültürel özelliklerini sürdürmesi için gösterilen bütün çabalara rağmen, bölücü örgüt 21 Martı Kürtçülüğün özel bir günü haline dönüştürmek, ideolojik ve psikolojik motivasyon zemini kılmak için ne mümkünse yapıyor. Aslında tarihi dayanağı, etkili ve kapsamlı mitolojisi, sosyolojik dayanaklardan mahrum, kaba ve ilkel bir ırkçılıktan, kabilecilikten ibaret olan Kürtçülük açısından bu çabaların şaşılacak bir tarafı yoktur.

21 Martta Mersin ve Diyarbakır başta olmak üzere, bu tablo çeşitli şehirlerde bir kere daha sergilendi. Meseleyi bütünüyle algılamaktan ısrarla kaçınan çevreler, her zamanki tavırlarını takındılar; olayları örterek, küçülterek dikkatleri dağıtmaya failleri kamu vicdanında yargılanmaktan kurtarmaya çalıştılar. Bunların nazarında bayrağın yakılmasının abartılacak tarafı yoktur; çünkü küçük çocukların "çocuksu eylemidir" hatta olayları kurgulayan, yönlendiren bu çocuklar değil, "derin devlet"tir. Ülkemizde demokratikleşmeyi ve Avrupa Birliği'ni istemeyen merkezler, çeşitli komplolar kurarak değişim ve dönüşümü engellemeye çalışıyorlar.

Basın ve TV'deki imkânlarından yararlanarak, insan hakları adı kullanılarak kurulan ve böyle zamanlarda harekete geçmeyi kural haline getiren dernek ve vakıfları kullanarak başlatılmak istenen psikolojik baskı ve şaşırtma kampanyası bu defa sert bir duvara tosladı. Ülkenin her yanında kendiliğinden ortaya çıkan millî öfkeyle karşılaştı.

İmralı yargılamaları sırasında 1998'de terörist başının açıkladığı yeni stratejiye bağlamında Kürtçülüğü siyasî zemine taşıma çabaları ve bunlara destek amacıyla içeriden ve dışarıdan yürütülen organize faaliyetler, bu defa bütün yurtta dalga dalga yayılan tepkiler karşısında suç üstü yakalanmış oldu.

Oysa bilinen bütün ittifak unsurları harekete geçmeye hazırdı. Marksistler, fundamental selefiyeci gruplar, etnik özürlü ultra liberaller, mikro milliyetçiler, nihilizmi, kozmopolitliği siyasal bir sistem ve inanç haline getirmek isteyen kesimler her zamanki gibi dış destekçileriyle birlikte bölücü saflardaki yerlerini almışlar, örgütün renklerini kuşanarak zafer işaretleri yapmaya başlamışlardı. Kalemlerini, köşelerini, ekranlarını hizmete sunmak için hazır bekliyorlardı. Bu yüzden, olayları takiben harekete geçmeleri fazla zaman almadı. Yeni oluşan ortama göre ufak tefek taktik değişikliklerle yayıma başladılar; her şeyi bilen, gören "âkil adamlar" olarak tespit ve teşhislerini, hükümlerini art arda sıralamaya koyuldular.

Maruf bir Marksist yazara göre, toplum zaten "bir düğmeye bastığımız anda bayraklarla, sloganlarla ortaya dökülecek, bir gün İtalya'dan gelen domatesleri çiğneyecek, ertesi gün birilerini linç edecek" yapıdadır; şuur ve iradeden yoksun bir "galeyan toplumu"dur.

1970'lerde Türkiye'de Baas taklidi solcu bir rejim kurmak için yeraltı çalışması yapan örgütün basın-yayın alanındaki etkili militanlarından biri olan, daha sonra bol kazançlı liberal düzenin içinde mutlu bir hayata başlayan, önceki döneminin bir itirafname üslûbuyla yazdığı kitabı sayesinde ibra edildiğine inanan "paşa torunu"nun kimseden geri kalmaya niyeti yoktu. Arka arkaya sıraladığı yazılarla üzerine düşeni yapmaya çalıştı. "Türkiye'nin Avrupa yolunu kesmek ve Türkiye'yi Batı'ya kapatmak için var güçleriyle uğraşıyorlar. Bunun için özellikle Kıbrıs'ı Güneydoğu ve Kürt sorunlarını istismar ediyorlar. Demokrasi umurlarında bile değil."

Paşa torunu, her şeyi bilen, bir bakışta kavrayan derin ve dikkatli bakışları, üstün zekasıyla teşhislerini sürdürüyor. Ona göre tepkilerin tetikleyicisi Genelkurmay Başkanlığıdır. "…Ama iki gün bekledikten sonra, Genelkurmay'dan patlayan sesle hizaya gel! Olmadı bu, yakışık almadı."

Paşa torununun muhtemelen Che Guevara'ya özendiği militanlık günlerinin çağrışımıyla kullandığı "yerli Miloseviç"ler deyimi, millî tepkileri hafife almak ve tekfir etmek isteyen, Türk milliyetçiliğini tehlikeli bulan, "faşizmin arka bahçesi" diye tanımlayan çevrelerde çok tuttu ve sık sık kullanılmaya başladı.

Bölücü terörün azgınlaştığı, saldırılarını yoğunlaştırdığı 90'lı yıllarda Apo'dan bir "halk kahramanı" yaratmaya çalışanlar henüz unutulmadı. Bunlar Bekaa Vadisi'nde teröristin yuvasının kapısında salkım saçak sıralanırlar, röportajlar yaparlar, terörün bir halk direnişi olduğunu anlatarak kamu oyunu bastırılmasının imkânsız olduğuna inandırmaya çalışırlardı. Bu Apo sempatizanlarına son zamanlarda yenileri katıldı. Basın ve TV'lerde sayıları çoğaldığından yayın alanları genişledi. Eskiden beri Batı medyasıyla, siyasî ve entelektüel çevrelerle sıkı ilişkiler, kurumsal bağlantılar sağladıklarından karşılıklı "servis" yapıyorlar. Haberler ve yorumların düşünceleri yönünde yansıtılmasını sağlayarak, beyin yıkama ve psikolojik propaganda tekniklerini kullanarak kamu oyumuzu ve ülkemizi yönetenleri baskı altına alıyorlar ve önemli ölçüde etkiliyorlar.

Diğer taraftan hukuk ve insan hakları gibi evrensel değerler adını kullanarak kurulan vakıf ve derneklerin hangi amaçlara yönelik çalıştıkları ortadadır. Komünist rejimler çökerken sivil toplum alanında ideolojik temelli örgütlenmeler yapmak üzere kurulan NGO'ların sayılarının bütün Dünya'da halen çok yaygın olduğu bilinmektedir. Türkiye'de ise bu alanlara adeta ambargo konulmuştur. Bu örgütlerin niyetleri, amaçları ve hedefleri herkes tarafından bilinmesine rağmen, ne gariptir ki, iktidar bunları ciddiye alıyor, Hükümetin oluşturduğu çeşitli platformlarda yer almalarını sağlıyor. Milliyetçi sivil toplum kuruluşları görüşlerini iletecek muhatap bulamazken, bu vakıf ve dernekler diledikleri zaman Bakanlarla görüşüp "ültimatom" verebiliyorlar. Bu plâtformda Marksist ve bölücülerle işbirliği yapan ve mazlum ve mağdur inanç sahiplerine destek iddiası taşıyan bir başka kuruluşun temsilcisi Bakanla görüşmelerinden sonra yaptığı açıklamada "linç yönteminin kullanılmasının doğru olmadığını" söylüyor ve Genelkurmay Başkanı'nın "bu olayda yargıç rolüne soyunduğundan" yakınıyor.

Ne kadar etkili imkânlar kullanılırsa kullanılsın, gerçekler örtülemez. Diyarbakır ve Mersin'de yani bölgenin doğusunda ve batısında seçilen iki özel mekânda yığınak yapılarak tam anlamıyla PKK gösterileri düzenlenmiştir. Örtme ve şaşırtma teknikleriyle yaşananları olmamış saymak, kamu oyunu kandırmak mümkün değildir.

22 Mart tarihli Hürriyet Gazetesi'nin "İmralı Nevruzu" başlıklı haberinin altında olay şöyle anlatılıyor: "Geçen yıllarda Apo resminin ve PKK flamalarının tek tek görüldüğü Nevruz kutlamaları, bu yıl terör örgütünün gövde gösterisine dönüştü. DEHAP lideri Bakırhan Öcalan'ın görüşlerinin tartışılmasını istedi."

Bayrak yakma olayına tepkiler bardağın taşma noktasıdır. Kürtçü örgütün, yandaşlarının ve sempatizanlarının toplumu uyutarak, uyuşturarak adım adım hedeflerine ulaşma stratejisi bazı aydınlarımız tarafından fark edilmese bile, Türk toplumu olanların farkındadır. Alanlara getirilen kalabalıklar "biji Apo, İmralı'ya bin selâm" diye bağırtılırken, Apo'nun kardeşlerine onur konuğu muamelesi yapılır, elleri öpülürken, Leyla Zana'nın "Biz bu ülkenin her şeyine ortağız" ifadesiyle ne söylemek istediğini anlamamak için ya gafil yahut hain olmak gerekir.

Kürtçüler içeride sağlanan elverişli ortamdan ve uluslararası konjonktürden yararlanarak, amaçlarını daha fazla saklama gereği duymadan faaliyetlerini geliştirmeye çalışıyorlar. Diyarbakır'da Türkiye Cumhuriyeti yasalarının himayesinde resmen kurulmuş olan bazı dernekler adına yapılan açıklamada "Türkiye'nin Avrupa Birliği sürecini gözeterek, Kürt halkının asgari talepleri temelinde bir kampanya düzenlediklerini" söyledikten sonra imzaya açtıkları metni şöyle açıklıyorlar: "…biz Avrupa halklarının ve dünya kamu oyunun dikkatini, bütün insanî değerlerden, hak ve adaletten yoksun bırakılmış nüfusunu yirmi milyonu aşkın Kürt halkının üzerine çekmek istiyoruz… Türkiye'deki siyasî ve idarî yapı, iki halkın hak ve eşitliğine dayalı çoğulcu ve federal şekilde yeniden yapılanmalıdır… Yeni Anayasa Kürt halkının varlığını, ulusal demokratik haklarını, ata topraklarında esenlik için yaşamasını garanti altına almalıdır. Kürtlerin kendi kimlikleriyle örgütlenmesiyle ve Kürtçe isimli siyasî parti, dernek gibi kuruluşların kurulması güvenceye kavuşturulmalı, Kürtçe dilini kullanmalarının önündeki engeller kaldırılmalıdır."

Şerafettin Elçi ve Abdülmelik Fırat'ın yeni bir anayasal düzenleme yapılarak Kürtlerin etnik kimlikleriyle devletin iki kurucu unsurdan biri olarak resmen belirlenmesine ilişkin talepleriyle birlikte, bu girişimler bir araya getirildiğinde, stratejinin amacı ortaya çıkıyor. 19.yüzyıl boyunca Rumeli'deki vatan topraklarımız üzerinde büyük devletlerin baskı ve tehditleriyle Hıristiyan devletler oluşturulmasına ve Osmanlı Türklerine uygulanan bir dizi katliamla bu topraklardan sürülüp çıkarılmasına benzer bir süreç yaratılmaya çalışılıyor. 1992 yılında o zamanın Almanya Dışişleri Bakanı olan Gencher, "biz Türkiye için Yugoslavya'ya benzer bir model düşünüyoruz" derken, bir bakıma günümüzdeki gelişmelerin sinyalini veriyordu. Zana ekibinin sözcülerinden Orhan Doğan'a göre ABD, sadece Irak'takileri değil bölgedeki bütün Kürtleri kendine en yakın ve güvenilir bir müttefik dost unsur olarak algılamaktadır. Küresel egemen gücün destek ve sempatisini kazanmaya çalışan bölücülerin, bu ortamı Avrupa Birliği'nden yirmi yıldan beri sağladıkları himayeyle pekiştiriyorlar. Böylelikle giderek daha cüretkâr ve pervasız davranmaları doğal hale geliyor.

Kürt ayrılıkçılık hareketine destek sağlayan, işbirliği yapan hıyanet içindekiler bir tarafa, iflah olmaz şekilde derin bir gaflete saplanıp kalan kesimi anlamak anlamak kolay değil. Son Nevruz rezaletinde yaşananlara bile tevil edici gerekçeler bulmaya çabalayan bu insanlar, ısrar ve inatla olayları örtmek, geçiştirmek istiyorlar. Oysa Apo ile bağlantılarını ve PKK'nın legal ve siyasal kanadı oldukların inkâr gereği bile duymayan ve bütün bu faaliyetlerin düzenleyicisi olan DEHAP, olaylardan gerçekten üzüntü duyuyorsa, samimiyse bunu bir iki basit jestle göstermekten neden kaçınıyor? Apo'yu ve terör örgütünü neden kınamıyor?

Türkiye'nin her şeyine ortak olduklarını ilân ederken, bunu sadece kâr ve kazanım anlamında ticarî ortaklık şeklinde algılıyorlar. Hem parti hem de vatandaş olarak anayasal sorumlulukları ve yükümlülükleri olduğunu düşünmek bile istemiyorlar. Millî devletin ve egemenliğin simgelerini, millî marşımızı ve bayrağımızı ısrarla reddediyorlar.

Ömer Lütfi Mete'nin bayrak konusunda yazdığı yazının enfes bir başlığı vardı. Meseleyi doğru teşhis etmenin, bilinçli ve rasyonel politikalar izlemenin olumlu sonuçlara ulaşmanın birinci şartı olduğunu işaret eden ve mükemmel bir tespit anlamını taşıyan bu başlığı aynen tekrarlıyorum: "Başına bayrak sarıp kuma gömmek".

Haklı bir tepki ve tedirginlik yaşayan millî şuur sahibi insanlarımızın, vatanseverlerin nasıl bir yol izlemeleri gerektiğinin ipucu bu özlü başlıkta saklıdır.