AVRUPA BİRLİĞİ LÂBİRENTLERİNDE
Aylardır dikkatlerin odaklandığı 17 Aralık zirvesi geride kaldı. Türkiye'ye müzakere tarihi verilmiş olması, meseleye hangi açıdan bakılırsa bakılsın, ilişkilerde yeni bir sürecin başladığı anlamına geliyor. İlk anda bunu üyelik kapılarının açılması şeklinde değerlendiren ve büyük bir zafer, tarihî bir başarı sayıp, alkışlayıp törenler düzenleyen çevrelerin çok erken hüküm verdikleri giderek daha iyi görülüyor.
Avrupa Birliğinin 6 Ekimde yayımlanan İlerleme Raporu, Türkiye'ye bir tarih telâffuz edileceğini zaten göstermişti. Önemli olan bunun hangi şartlara bağlı kılınacağıydı. İlerleme Raporunda belirlenen siyasî ve teknik çerçevenin zirvede büyük ölçüde teyit edilmesiyle Türkiye'den diğer üyelerde aranmayan özel yükümlülükler isteneceği günlerce önceden belliydi. Başbakan ve Dışişleri Bakanının çeşitli vesilelerle kabulü mümkün olmayan taleplerle karşılaşmamız hâlinde, Kopenhag Kriterlerine mecbur olmadığımızı, yolumuza Ankara Kriterleriyle devam edileceğini açıklamaları derin bir tedirginliğin işaretiydi. Ancak ne toplantı öncesi iletilen mesajlar ve ne de çetin geçtiği anlatılan zirve toplantısındaki görüşmelerde Türkiye'ye huzur ve güven içerisinde benimseyeceği bir tavır sergilenmedi. Konuya peşin hükümlerden sıyrılarak daha nesnel ve soğukkanlı bakıldığında önümüzdeki sürecin eskisinden çok daha riskli olduğu görülür. Kısa ve orta vadede karşılaşacağımız sıkıntıları görmezlikten gelirsek, Avrupa Birliği üyeliğini belirli bir zaman aralığında gerçekleşmesi kesin rutin bir işlem sayarsak hiçbir gerekçeyle tevili mümkün olmayan ağır kayıplara uğramamız kaçınılmaz olur.
17 Aralığın yeni bir dönemin başlangıcı olabileceğine ilişkin yorumlarımızın gerçekleşmesi için gereken şartlar oluşmadı. Türkiye'nin bugünkü yönetim anlayışıyla inisiyatif kullanması, cesaret gerektiren adımlar atması zaten beklenmiyordu. Avrupa Birliği ise 1997 zirvesi sonuçlarından gerekli dersleri çıkarmıştı. Yeniden benzer bir olayın yaşanmaması için diplomatik üslûbunu ustaca kullandı. Sonuç bildirisinin Türkiye'yi ilgilendiren bölümleri dikkatle incelendiğinde bu belgede önemli ayrıntıların inceden inceye düşünüldüğü, gelecekteki ihtimallerin hesaba katıldığı, çok yönlü hesaplar yapıldığı, sonuçta tarihî bir Avrupa vizyonu oluşturulduğu görülür.
Tarih alınmış olmasının Türkiye'nin Avrupa Birliği perspektifini ve batıya dönük yörüngesini güçlendireceğini, değişim ve dönüşüm sürecinin hızlanacağını öne sürenler, müzakereler esnasında belgedeki ciddî problemlerin çözümünün sağlanabileceğine güveniyorlar. Bunu biraz da temenni ve beklentilerinin oluşturduğu iyimserlik havası içerisinde, rüyalarından uyanmamak çabasıyla yapıyorlar. Ancak artık gerçeklerle yüzleşme zamanı gelmiştir. Bir kısım aydınların, siyasetçi ve bürokratın geniş medya imkânlarından yararlanarak toplumu muhayyel beklentilerle uyuşturma dönemi kapanmalıdır.
Sonuç bildirisinde Kıbrıs, serbest dolaşım ve imtiyazlı ortaklıkla ilgili bölümlerin isteklerimizle bağdaştığını, çıkarlarımızın korunmasının sağlandığını kimse öne süremez. 17 Aralığı büyük başarı olarak alkışlayan, zafer gösterileri yapanların aculluğundan geride sadece buruk bir hatıra kaldı. Oysa gerçekler ilk günden beri yerli yerinde duruyor.
Bunların başında Kıbrıs meselesi geliyor. Avrupa Birliği, Rum yönetiminin üyelik başvurusunu kabul ederken problemli bir alanı bünyesine kattığın düşünmedi. Yunanistan'ın o sıralarda genişlemeyi durduracağına ilişkin şantajına boyun eğdi. Annan Plânının reddi sırasında Rumların kendilerini aldattığından yakınan, anlaşma sağlanamamasının faturasının Türk tarafına ödettirilmesinin haksızlık olacağını, ekonomik yardımlarla bunu telâfi edeceklerini söyleyen, başta Helsinki zirvesi olmak üzere sık sık Kıbrıs konusunun üyelik için kriter yapılmayacağını açıklayan Avrupa Birliği, 12'ye 5 kala, derin bir hafıza kaybı sergiledi. Bütün itirazlarımıza rağmen sonuç bildirisine "Türkiye müzakere öncesi Ankara Antlaşmasını genişletmeye hazır olduğunu teyit eder" ifadesi eklendi.
Bunun resmî tanıma anlamına gelmeyeceğini söyleyen iç ve dış merkezlere karşılık, başta Rumlar ve Yunanistan olmak üzere, tersini savunanlar da var. Papadopulos, daha şimdiden Türkiye'nin bekledikleri adımı atmaması durumunda müzakereleri bloke edeceklerini açıklamış bulunuyor.
Rumların sadece Türk tarafının girişimleriyle adil bir anlaşmaya razı olacağına inananlar hayal görüyorlar. Avrupa Birliği bu problemde aktif taraf olmayı düşünmüyor; bunu her vesileyle ortaya koyuyor. Birleşmiş Milletlerin yeniden inisiyatif alması ise tarafların müşterek talebi ile gündeme geleceğinden, bu yol da tıkalı sayılabilir. Bu durumda işleme şansına sahip tek kanal ABD kalıyor. Rumların Amerika'nın devreye girmesini Türkiye'ye yardım şeklinde nitelendirip itiraz etmeleri kaçınılmaz olduğuna göre, Washington hem dışarıdan hem de Rum lobisinden yükselecek şiddetli tepkileri göze almak ister mi?
Son dönemlerde Türkiye-ABD ilişkilerinde ciddî bir soğumanın yaşandığını herkes görüyor. Washington, Irak halkına uygulanan ölçüsüz şiddet ve baskıya karşı Türk kamuoyunda meydana gelen tepkileri toplumsal bir tavır olarak belki doğal karşılayabilir; ancak yasama organından ve bazı resmî makamlardan duyduğu soy kırımı ve benzeri suçlamaları sineye çekmek niyetinde görünmüyor. Tam tersine bu tarz suçlamaları siyasî bir duruş şeklinde değerlendirip anında tepki veriyor. ABD'nin bölgedeki varlığı giderek kritikleşirken başta Türkiye olmak üzere bölge ülkelerinde oluşan tepkiler doğal olarak önemseniyor ve ön plânda değerlendiriliyor. Yeni yüzyılda küresel egemenliğini kalıcı kılmayı stratejik bir hedef olarak belirleyen ABD, dünya ülkelerini kendi yanında olanlar yahut olmayanlar tarzında ikili bir tasnife tâbi tutuyor. Türkiye'nin İran ve Suriye gibi komşu ülkelerle yakın ilişkiler kurmaya yönelik çabalarından tedirginlik duyuluyor. Böylece bölgede Amerika'yla müşterek politikalar izleme ihtimali giderek zayıflarken, çıkarların örtüşmesine dayalı stratejik iş birliği kanalları ciddî şekilde tıkanıyor. Bu ortamda ABD'nin Rumlara anlayacakları dilden baskı uygulaması ve Türkiye'den yana açık ve etkili bir tutum sergilemesi ihtimali son derece düşük görünüyor.
Önümüzdeki sekiz aylık sürede Ankara'nın sergileyeceği çözüm çabaları Rumların geçit vermemesi sebebiyle sonuçsuz kaldığı zaman, müzakerelerin daha ilk safhada Rum blokajına takılmaması sadece mucizelere bağlıdır.
Sonuç metninde aylardan beri itiraz ettiğimiz ucu açıklık ve özel statüye göz kırpan hükümler, serbest dolaşım konusunda kalıcı kısıtlamalar getirilebileceğine ilişkin ifadeler nelerle karşılaşacağımızın somut ipuçlarıdır.
İlerleme Raporunda bu konuya ilişkin olarak çizilen çerçevenin ikinci sınıf bir Avrupa Birliği üyeliğine kapı açtığını savunduk. Kalıcı ifadesinin metinden çıkarılmasını istedik. 17 Aralık gecesi Brüksel'de bulunan Başbakanlık müşavirlerinin basına yaptıkları açıklamalarda kalıcı kelimesinin yerine geçici maddesinin konulduğu açıklandı. Bu haber, Türkiye medyasında hükûmetin başarısı şeklinde yansıtıldı. Sonuç bildirisinin tam metnine bakıldığında özel kanallardan sızdırılan bilginin doğru olmadığı, taslak metnindeki kalıcı ifadesinin değişmediği, "kısıtlamalar, gerektiğinde başvurulmak üzere kalıcı olarak işletilebilir" şeklinde varlığını koruduğu açıkça görülüyor. Üstelik işçilerin dolaşımına düşünülen sınırlama şahısların dolaşımı şekline dönüştürülerek kapsamı son derece genişletiliyor. Böylece üye olmamız durumunda sadece iş arayanlar değil, öğrenci, turist ve benzeri sebeplerle Avrupa Birliği ülkelerine gidecek olan bütün yurttaşlarımız özel bir vize işlemiyle karşı karşıya kalacaklar. Kıbrıs'ta geçen yıl Annan Plânı tartışılırken kuzeye gelecek Rumlar için ikâmet ve oy kullanma gibi belirli alanlarda sınırlama konulmasına ilişkin Türk taleplerinin, sürekli kısıtlamaların (deragrosyanların) hukuk sistemlerine aykırı olduğunu belirterek asla kabul edilmeyeceğini söyleyen Avrupa Birliğinin, bir yıl içindeki bu dönüşünün hukukî ve ahlâkî bir gerekçesinin bulunmadığı ortadadır. İşin komik tarafı Türkiye'deki Avrupa Birliği sevdalıları, çok ciddî bir güven problemi doğurması kaçınılmaz olan bu tutumu bile tevil etmeye, geleceğin konusu şeklinde yorumlayıp rafa kaldırmaya çalışıyorlar.
Rapor metnindeki hayal kırıklıklarından biri de imtiyazlı ortaklık meselesinde yaşanıyor. Başta Fransa ve Avusturya olmak üzere bazı üye ülkeler, ısrarla Türkiye'ye müzakere tarihi verse bile, talepleri karşılayamaması sebebiyle müzakerelerin başarısızlıkla karşılaşması durumunda ilişkilerin imtiyazlı üyelik statüsüne dönüştürüleceği seçeneğinin metinde yer almasını savundular.
Almanya'da 2006 yılında yapılacak genel seçimlerde, muhalefetteki Hristiyan Demokratların çok büyük ihtimalle iktidara gelecekleri düşünüldüğünde, imtiyazlı ortaklık formülünün ileriki yıllarda çok daha güçlü bir talep şeklinde önümüze getirileceğini şimdiden bilmeliyiz.
Türk hükûmeti imtiyazlı ortaklık tarzındaki bir alternatifi asla kabul etmeyeceğini defalarca açıkladı. 17 Aralık gecesi bilinen kanallarla sızdırılan bilgilerde metinde "İki tarafın uzlaşması durumunda üyelik dışı bir seçenek gündeme gelebilir" ifadesinin yer aldığı söylendi. Oysa açıklanan esas metinde uzlaşma ifadesi yer almıyor. "Aday ülke üyelik sorumluluklarını yerine getiremeyecek olursa Avrupa Birliği'ne güçlü bağlarla bağlanır" şeklindeki kesin ifadeyle üyelik dışı seçeneğin kapıları ardına kadar açık tutuluyor.
Bunların yanı sıra metinde bundan sonraki genişleme sürecinde, birliğin genişleyebilme kapasitesinin dikkate alınarak karar verileceğinin belirtilmesi sonucu daha da özel bir durum yaratılıyor. Başka bir ifadeyle müzakerelerin olumlu gelişmesi, her şeyin normal gitmesi ve tarafların imza safhasına gelmesi durumunda bile, tamamıyla tek yanlı bir değerlendirme sonucu genişleme kapasitesinin yani birliğin kendi şartlarının elverişli olmadığı şeklinde bir inisiyatifin kullanılmasına imkân hazırlanıyor.
Metinde yer almayan, ancak önce Avusturya sonra Fransa ve Belçika'da dillendirilen referandum talebinin uygulanması durumunda dönem başkanı Hollanda başbakanının belirttiği gibi Türkiye'nin üyeliği zaten mümkün olamaz.
17 Aralık zirvesi sırasında birliğin müşterek bir iradesinin, amaç beraberliğinin bulunmadığı, Avrupalıların stratejik anlamda gelecekle ilgili tasarı ve beklentilerinin çok farklı olduğu açıkça görüldü. İç kamuoylarında giderek yoğunlaşan Türkiye aleyhtarlığının izahını yapmak kolaydır. Ancak kitleleri yönlendirmekle yükümlü olan ve ülke politikalarını belirleyen yöneticilerin bu derece çelişkili ve karmaşık tavırlar sergilemelerinin altında ciddî bir samimiyet eksikliği yatıyor. Türkiye'ye 17 Aralıktan itibaren başlayan yeni süreçte, başka adaylardan farklı bir usul izleyeceklerini gizlemiyorlar. Hatta "siz hepsinden büyüksünüz" gibi rasyonalitesi olmayan bir anlatımla bunu normal ve meşru kılmaya çalışıyorlar. Böylece siyasî kıstaslar çerçevesine şimdiden sonra ilâve edilmek istenmelerinin haklı tarafı söz konusu olmayacak konuları diledikleri zaman masaya getireceklerinin sinyalini veriyorlar. Kıbrıs meselesinin yanı sıra, her biri demirden birer leblebi konumunda olan Ermeni soy kırımı iddiaları, Kürt ve Alevî azınlıklar meselesi, Patrikhanenin ekümenliği, su kaynaklarının kullanımı ve nihayet Ege'nin statüsü müzakere gündemine eklenmek istendiğinde, bunun Türkiye'yi derin bir kargaşaya itmek anlamına geleceğini bilmemek için ancak bir kısım Türkiyeli aydınlar kadar budala yahut satılmış olmak gerekir.
Ankara'nın Avrupa Birliği zirvesinde Türkiye ile ilgili kararlara itiraz noktalarını yazılı bir nota hâlinde Avrupa Birliği komisyonuna ilettiğine ilişkin haber sevindiricidir. Basına yansıdığı kadarıyla notada amacı geçici kısıtlamalar olmaktan çıkan, Avrupa Birliği temel ilkelerine aykırı olan bu tutumun Türkiye'ye ayrımcılık anlamına geldiği vurgulanıyor. Kısıtlamaların kapsamının daha da genişletilerek ortak tarım politikası ve yapısal fonlarda da kalıcı kısıtlamalar getirilmesine itiraz ediliyor. Sonuç olarak müzakerelerin çerçevesi başlığını taşıyan 23. paragrafın kabul edilmeyeceği bildiriliyor. Zirvedeki görüşmeler esnasında belirtilmesi gereken bu itirazların, biraz gecikmeyle de olsa resmen açıklanmış olması doğru bir tavır olmakla beraber, yeterli değildir. Başbakanın AB'li politikacıların yoğun ve sistemli Diyarbakır'ı ziyaretlerinden tedirginlik duyulduğuna ilişkin sözleri sadece bu cümlelerle sınırlı bir yakınmadan ibaret kalırsa, bunun ciddî bir etkisi ve anlamı olmaz. Önümüze sürülecek olan hayatî meseleler üzerinde kesin görüş belirtmek şarttır.
Hükûmet, bunların zamana yayılarak geçiştirilebileceği varsayımıyla politika belirlemeye kalkışırsa, sunulan demir leblebileri çiğnemeye çalışmak gibi bir imkânsızlığa yönelmiş olur. Yeni bir siyasî örgütlenmeye hazırlanan Kürtçüler neyi amaçladıklarını açıkça belirtiyorlar. Bunlar, yakın zamanda Avrupa Birliği tarafından toplumun bir kısmının hukukî ve meşru istekleri şeklinde değerlendirilmek suretiyle ve yerine getirilmesi talebiyle Türkiye hükûmetine sunulacaktır.
Kamu reformu, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi vb. yasal düzenlemelerle Türkiye'yi ayrıştırmaya yönelik isteklerin, bölücü eğilimlerin frenleneceğini zannedenler, Osmanlının 19. yüzyılın ikinci yarısındaki çabalarını, çaresizliğini, Tersane Konferansını okuyup, düşünmelidirler. Bunu yapmak yerine, giderek pervasızlaşan Kürtçülüğün geniş ve kapsamlı siyasî, kültürel ve eğitim imkânlarının sunulmasıyla yatıştırılacağını, böylelikle siyasî programlarından vazgeçeceklerini umanlar, tehlikenin giderek derinleşmesine davetiye çıkarıyorlar.
Osmanlı döneminin siyasî, ekonomik ve kültürel şartlarını doğru okuyarak kurduğu yönetim sistemini, günümüzde Osmanlılığın yerine, Türkiyelilik üst başlığını yerleştirerek canlandıracağını düşünmenin açıkça zikredilmeyen başka gerekçeleri yoksa, bu tavır kısaca abesle iştigaldir.
Avrupa Birliği ilişkilerini sürekli ön plânda tutarak bazı projeleri gündemin içine yerleştirmek ve sonuçta köklü bir dönüşüm anlamı taşıyan yasal düzenlemeleri yapmak kâğıt üzerinde kolaydır. Parlâmentodaki sayısal imkânlarla bu rahatlıkla sağlanır. Ancak uygulamaya geçildiğinde sonuçların kontrol altında tutulması imkânsız hâle gelir. Ülke ile şirket yönetimleri arasındaki farklılığı kavrayamayanların bunu anlaması kolay değildir. Ancak köklü değişim ve dönüşümler yapma amacıyla çıkarılan yasalarla, toplum hayatını düzenleyen, huzurlu, güvenli ve istikrarlı bir yaşama ortamının zeminini oluşturan tarihî, kültürel plândaki doğal yasalar ve yerleşik sosyolojik kurallar arasında gerekli uyum, irtibat ve örtüşme yoksa ciddî problemlerin çıkması kaçınılmaz olur. Etnosantrik hareketlerin, kültürel anlamda meşru sayılan bireysel hak ve talepler çerçevesinin dışına taşıdığı ayrılıkçı politik ve ideolojik bir yörüngeye oturduğu, bu amaçla siyasî programların açıklandığı, anayasal düzenin federatif bir anlayışla değiştirilmek istendiği bir ortamda, bu tabloyu demokratik düzenin işleyişiyle ilgili doğal gelişmeler saymak bölücülüğe zemin hazırlamak demektir. Hükûmet hızla tırmanan azınlık ırkçılığını endişe verecek derecede hafife alıyor. Bazı liberal çevrelerin ısrarla savundukları gibi, Avrupa Birliği perspektifi vesile yapılarak siyasal ve kültürel alanların genişletilmesiyle bu girişimlerin önleneceğine inanıyor. Ancak gerek yakın tarihimizde ve günümüzde yaşadıklarımız, gerekse dünyadaki örnekler bu tarz bir yaklaşımın ateşe benzin dökülmesi gibi ters etki yaptığını ortaya koyuyor.
Millî kültürümüzle, tarihimizle, millî devletin kuruluş ilkeleriyle ihtilâflı olan, zihinlerinde etnik ve dinî problemler yaşayan çevreler, basın, televizyon ve büyük sermaye kesimindeki imkânlarından yararlanarak siyasî iktidarı kontrol altında tutmaya, yönlendirmeye çalışıyorlar. Önerilerinin yerine getirilmesi hâlinde toplumsal gerginliğin hızla tırmanma ihtimalini umursamıyorlar; hatta bazı gruplar bunu özellikle arzuluyorlar. Çünkü ülkede geniş bir kargaşa ve kaos ortamının yaşanması projelerini uygulamaya koymalarına zemin hazırlayacaktır.
Hükûmet, Brüksel ile İmralı-Diyarbakır hattı üzerinde sistemli şekilde organize edilen bu hıyanet girişimine açıkça karşı çıkmalı, somut tedbirler almalı, net bir duruş sergilemelidir. Ülkenin varlığı ve bekası gibi vazgeçilmez esaslar, anlamı ve içeriği tartışmalı olan, azınlık ırkçılığına elverişli çalışma ortamı hazırlamak amacıyla kullanılan soyut demokratik argümanlardan çok daha önemli ve önceliklidir. Hükûmetin taşıdığı sorumluluğun hakkını verebilmesi bu gerçeği doğru algılamasına bağlıdır.