17 Aralık Tarihî Bir Fırsat Olabilir

Nuri GÜRGÜR Türk Yurdu Dergisi (Aralık 2004)

17 Aralıkta Kopenhag Zirvesinden çıkacak karar, içeriği ne olursa olsun, kırk yıllık Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin geleceğini doğrudan yönlendiren bir etki yapacaktır. Kararın amalı yahut ancaklı tahditler taşıması durumunda müzakere tarihinin belirlenmesi fazla bir anlam taşımayacaktır. Zirve tarihi yaklaştıkça, Türkiye'de yakın zamana kadar yayılmaya çalışılan havanın aksine üyeliğimizin sadece kendi çabamıza bağlı olmadığı, Avrupa'nın ne şu anda ne de yakın bir gelecekte bizi kabule hazır bulunmadığı somut şekilde ortaya çıkıyor.

Türkiye, özellikle Helsinki Zirvesinden sonra giderek yoğunlaşan sistematik propagandaların etkisinden kurtulmalı, meseleyi serinkanlı, dikkatli ve gerçekçi şekilde değerlendirmelidir. Milletimizin geleceğinin tayini anlamını taşıyan, bu yüzyıldaki kaderini önemli ölçüde belirleyecek olan bir konuda, nesnel kriterler yerine duygularla, saplantılarla hareket etmek, netice itibariyle uluslar arası ekonomik, sosyal ve siyasal ilişkiler çerçevesinde bakılması gereken bir konuyu fetiş hâline getirmek büyük yanlış olur. Türkiye'nin yönetiminde etkili çevrelerin ve bir kısım politikacıların hatalı tutumları, konuyu esas mihverinden uzaklaştırdı. Avrupa Birliği ile ilişkilerimiz, bazı siyasal ve ideolojik gruplar tarafından kendilerine meşru alan sağlamak, elverişli çalışma ortamı hazırlamak şeklinde bonkörce israf edildi. Bu tarz bir yaklaşım, Avrupa Birliğinin güçlü merkezlerinin hesaplarına uygun düştüğünden bunun çirkin bir istismar olduğu görmezlikten gelindi ve engellenmedi. Tam tersine Avrupalılar, kendi ülkelerinde asla hoşgörülü davranmadıkları hususlarda, Türkiye'ye sonu gelmeyen talepler ilettiler. Çoğu kere içimizden iletilen istekler, hiç vakit geçirilmeden Brüksel böyle istiyor diyerek ültimatom tarzında Ankara'ya sunuldu. İnsan hakları, hukukun üstünlüğü, hukuka saygılı yönetim gibi evrensel ilkeler sadece belirli bölgelerin ihtiyacı ve buralardaki insanların hakkı olarak görüldü. Sonuçta Türkiye'de Kopenhag kıstasları bağlamında daha demokratik bir yönetim oluşturmanın, insanları daha özgür yaşama ortamına ulaştırmanın, sivil toplum alanını Avrupa Birliği standartları çerçevesinde genişletmenin dışına çıkıldı. Bu hedefler ülkemizde etnik ve dinî azınlıklar yaratmak, bunlara siyasî içerik kazandırmak aracı hâline getirildi. Avrupa Birliğine üye olan ülkelerde bölünme tehlikesinin en alt düzeye inmesi ne kadar doğruysa, birlik üzerine Türkiye'ye tam tersi telkinler yapıldığı, üniter devletin baskı altında tutulmaya çalışıldığı o kadar doğrudur. 17 Aralıkta belirlenmesi muhtemel müzakere tarihi ister talebimize uygun şekilde yılın ilk altı ayında olsun, isterse 2005 sonları yahut 2006 yılına sarkıtılsın, önemli olan muhataplarımızın sonuca ilişkin karar ve iradeleridir. İlerleme Raporunda bu bağlamda belirlenen esaslar, kim ne derse desin, görüşmelerin sonucunu olumsuz kılacak niteliktedir.

Avrupa Birliği, bize gelinceye kadar üyelik müzakerelerine başladığı ülkelerle, sonucu olumlu kılmak ve üyelikle noktalamak stratejisini belirlemişti. Türkiye özellikle siyasî kıstaslar açısından izafe edilen eksiklikleri tamamladıkça, Avrupa Birliği'nin müzakereleri geçiştirme ve erteleme inisiyatifi giderek azaldı. İlişkilerinde son derece dikkatli, hesaplı ve kurnaz davranmayı gelenekselleştiren Avrupa diplomasisi, bu sıkışıklığı savuşturabilmek için deneyimlerine yaraşır bir yol bulmaya çalışıyor. Türkiye ile muhtemelen başlatılacak olan müzakerelerde, ülkemizin üyeliğinin nasıl sağlanacağı değil, engellemenin ne şekilde yapılacağını belirleyen bariyerler düşünülüyor. Böyle dolambaçlı yollar yerine neden Valery Giscard d'Estaing yahut Hristiyan Demokrat Lider Merkel'in her fırsatta belirttikleri gibi, tam üyelik yerine özel ilişkiler teklifi sunulmuyor?

Böyle bir seçenek, önceden belirlenmesi mümkün olmayacak sonuçlara yol açacağından, sadece Avrupa Birliği için değil bütün batı dünyası açısından büyük risk taşır. 1997 Lüksemburg toplantısında Türkiye'nin refüze edilmesinin yol açtığı sonuçlar göz önüne alındığında, bugünkü şartlarda benzer bir tutum sadece ilişkileri germekle kalmaz, Türkiye'yi kaçınılmaz şekilde yeni tercihler yapma mecburiyetine iter. Kısa sürede bölgenin siyasal ve ekonomik dengeleri sarsılır; Avrupa bundan olumsuz şekilde etkilenir. Üstelik Kıbrıs ve Ege gibi doğrudan Avrupa Birliği'ni ilgilendiren uluslar arası problemler daha karmaşık bir mecraya gider. Sonuçta Türkiye'nin toplumsal yapısını ayrıştırma amaçlı müdahaleler yapma, dinî ve etnik azınlık iddialarına dayalı istekler iletmek, kilisenin etki alanını genişletmek ve misyonerliği kurumsallaştırmak gibi girişimlerde bulunmaya imkân bulamazlar. Bir taraftan hafızalarından bir türlü silemedikleri bu coğrafyayla ilgili tarihî emellerini, diğer taraftan şimdi olmasa bile gelecekte yönelmeyi düşündükleri bölgemizle ilgili stratejik hedefleri tümüyle kaybetmiş olurlar.

Zararları bunlarla da sınırlı kalmaz. Gümrük Birliği Anlaşmasının yedi yıllık genel bilânçosunun ikiye bir Avrupa Birliğinin lehine işlemekte oluşu, karşılarında yetmiş üç milyonluk bir pazarın bulunması bile başlı başına önemli bir faktördür. Bütün bunları kaybetmeyi göze almak için Avrupalıların basiretlerini kaybetmiş olmaları gerekir. Oysa Fransa ve Almanya gibi siyasî birikimi en üst düzeyde olan ülke yönetimleri bir yana, Kıbrıs Rum yönetimi gibi bağnazlığın, duygusallığın üst düzeyde olduğu bilinen, Türklerle ilişkilerinde sorumsuz ve pervasız davranmayı doğal sayan bir küçük toplum bile, Türkiye'yi dışlama anlamına gelecek bir tutuma yönelmemeye, ölçülü davranmaya özen gösteriyor.

17 Aralık zirvesinde alınacak Türkiye'ye ilişkin kararın doğru ve gerçekçi algılanmaması, bizim açımızdan tarihî bir hata olur. Adaylığımızın resmen açıklandığı Helsinki toplantısından sonra başlatılan ve giderek yoğunlaşan telkin bombardımanı ile insanımız, zihnî plânda ciddî bir karmaşaya itildi. Belirli merkezlerin kontrolünde sürdürülen güdümlü haber ve yorumlarla Türk toplumunun doğru bilgi edinme imkânı önemli ölçüde kısıtlandı. Özellikle son aylarda müzakerelerin başlaması bir yana, üyeliğimizin belirli bir sürede gerçekleşeceği inancı iyiden iyiye pekiştirildi. Bunun sonucu piyasaların yanı sıra politik ve sivil toplum alanları Avrupa Birliği üyeliğimizi önemli ölçüde satın aldı. Borsa, faiz, sıcak para girişinde gözlemlenen bu ortamın siyasetteki sonuçlarını hep birlikte izliyoruz. Normal şartlarda büyük tepkiler oluşturması kaçınılmaz olan yapısal değişim ve dönüşüm projeleri arka arkaya çıkarılan yasalarla uygulamaya konuluyor.

İyimser beklentilerin oluşturduğu bu psikolojik ortamda, engelleyici ve önleyici görüntü sergileyerek gelecekteki olumsuz sonuçların sorumluluğunu yüklenmek istemeyen kesimler, sonuçları beklemek üzere büyük ölçüde geri çekilmiş bulunuyor. Bu kritik süreçte kenara çekilmenin, suskun kalmanın ne derece etik bir tavır olduğu kuşkusuz tartışılabilir. Ancak Avrupa Birliği ile ilişkilerimizde hükûmetin politik ve kurumsal anlamda etkili itirazlarla karşılaşmadan muhalefetsiz icraat yaptığı aşikârdır.

Avrupa Birliği ile görüşmeleri yürüten yetkililer, durumun ülkemizde yaygın intibaın tersine karmaşık olduğunu, arada ciddî problemlerin bulunduğunu doğal olarak görüyorlar. Özellikle hükûmet çevreleri, Türkiye'deki beklentilerle orantılı bir kararın çıkmamasının hem ekonomimizde hem de siyasette ağır bedellerinin olacağının farkında görünüyorlar. Son haftalarda bir yandan başbakanın, diğer yandan Dışişleri bakanının, Türkiye'nin olumsuz bir kararla karşılaşması hâlinde buna razı olmayacağı ve Kopenhag Kriterleri yerine Ankara Kriterleriyle kendi yoluna devam edeceği şeklindeki sözlerinin Avrupa Birliği çevrelerini ikaz etme yerine kendi kamuoyumuzu hazırlamaya yönelik girişimler olduğunu söyleyebiliriz.

Sonuç itibariyle 17 Aralık zirvesinden çıkacak karar, Avrupa'nın siyasî ve kültürel zihniyetinin yansıdığı önemli bir dönüm noktası olmasının yanı sıra, Türkiye'nin gerçekçi ve nesnel bir durum muhakemesi yapmak suretiyle uluslar arası ilişkilerini, toplumsal yapısını ve geleceğini daha sağlam zeminlere oturtmasını sağlayacak, titreyip kendimize gelmemize vesile olacak tarihî bir fırsat kılınabilir.