Üst Kimlik Yahut Türkiye Üzerine Projeler
6 Ekimde yayımlanan Avrupa Birliği İlerleme Raporunda Kürtlerden ve Alevîlerden azınlık diye söz edilmesinin yankıları sürerken Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kuruluna bağlı Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Çalışma Grubunun aynı konulara değinen raporu tartışmalara yeni bir boyut getirdi. Böylesine kritik bir meselede içeride ve dışarıda belirli merkezlerde geniş bir mutabakatın ortaya çıkması rastlantı değildir. Bu tablo, 1980'lerden sonra ülkemizde giderek yoğunlaşan etnikleşme çabalarının kaynağını ve bağlantılarını açıkça sergilemektedir. Ancak bunlara başlangıç nazarıyla bakılmalıdır. İlerleme Raporunda bir iki cümle ile işaret edilen konularda müzakerelerin başlamasıyla birlikte yoğun baskılarla karşılaşacağız. Avrupa diplomasisinin ilişkilerinde ne derece dikkatli, hesaplı ve bilinçli olduğu düşünülürse 6 Ekimde sadece konu başlıklarının iletildiğini, azınlıklarla ilgili ayrıntıların yakın gelecekte çok kapsamlı şekilde önümüze sürüleceğini kestirmek zor değildir.
Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulunun raporu aslında İlerleme Raporundan çok daha derinlikli teklifler ve talepler getiriyor. Son derece rahat ve pervasız bir şekilde milletin bölünmezliği kavramına ve Türkçenin devlet dili olmasına karşı çıkılıyor: "Milletin bölünmezliği, bütünlüğü kavramı milletin tek parça (monolotik) olduğunu söylemektedir ki, milleti oluşturan çeşitli alt kimliklerin inkârı anlamına gelir, dolayısıyla demokrasinin özüne karşıdır. Diğer yandan Türkiye Devleti'nin dili Türkçedir ibaresini anlamak hepten imkânsızdır. Çünkü devletin dili olmaz, resmî dili olur ve o ülkedeki yurttaşlar devletle ilişkilerinde bu resmî dili kullanmanın yanı sıra çeşitli diller konuşurlar, bu da doğaldır."
Raporda Türkiye'nin parçalanma tehlikesine maruz bulunduğunu düşünmenin paranoya olduğu, Atatürk'ün 1920'lerdeki, 1930'lardaki muasır medeniyet anlayışının dayanağının tek kültürlülük anlamı taşıdığı, bu anlayışın günümüzde uygulanmaya çalışılmasının demokrasiyi mahvettiği ve milleti parçaladığı iddia ediliyor: "Sonuçta tek kültürlü eski devlet modelinin insan haklarını göz ardı eden boyutu yerine Türkiyelilik üst kimliği altında çok kültürlü yeni bir toplum modeli benimsenecektir."
Bu rapor, Türkiyeli aydının içinde bulunduğu ruhî ve zihnî sefaletin, içine saplandığı dejenerasyonun tipik bir göstergesidir. Millî ve manevî değerlerinden kopmuş olmayı, tarihini, kültürünü inkâr etmeyi, milletinden olabildiğince uzak kalmayı entelektüel bir özellik, demokratlık ve çağdaşlık sayan bir anlayışın kurutup pençesine aldığı bu zümre ile neyi tartışabilirsiniz?
Akademik unvanlarını zırvalarına kalkan yaparak, medyadaki malûm çevrelerin teşvik ve alkışlarından şımarıp gururlanarak, kendilerine sağlanan makam ve imkânları fütursuzca kullanarak ortalığı karıştırıyorlar. Toplumun huzurunu bozuyorlar, güvenini zedeliyorlar.
Raporu hazırlayanların çok kültürlülük ile çok ulusluluk arasındaki derin farkı göremeyecek derecede cahil oldukları düşünülemez. İlerleme Raporuna Kürtçü çevrelerden yükselen itirazın asıl sebebi, azınlık konumunu reddetmek suretiyle, Türkiye Devleti'nin aslî kurucu unsuru olmayı sağlamak ve bunu anayasada ifade ederek ortaklık statüsü kazanmaktır. Leyla Zana'nın geçen ay Avrupa Birliği çevreleriyle görüşmelerinde öne sürdüğü üç temel istekten biri budur. Diğerleri ise seçim barajının düşürülmesi ve af çıkarılması yoluyla siyasî katılım imkânlarının en geniş şekilde sağlanmasına ilişkin konulardır. Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu raporunda sık sık Avrupa'daki uygulamalardan bahsediliyor ve gerekli değişimi yapamadığımız taktirde Avrupa Birliği karşısında müşkül durumda kalacağımız hatırlatılıyor. Ama nedense üniter Fransa, Almanya gibi batılı ülkelerdeki uygulamalardan, İspanya anayasasının "bir ve bölünmez İspanyol milleti" hükmünden bahsedilmiyor.
Türk üst kimliğinin yerine Türkiyeliliğin oturtulmaya çalışılması ve bunun gönüllü vatandaşlık bilinci oluşturacağının öne sürülmesi tam bir safsatadır. Coğrafyaya göre kimlik tanımının sosyolojik dayanağının olamayacağını, üstelik Türkiye'ye aidiyet anlamına gelecek bu tarz yaklaşımın aslında etnik bir tercih anlamı taşıyacağını bile görmüyorlar.
Türkiye Cumhuriyeti, 81 yıl önce Müslüman ve Hristiyan anasırın birlikte yaşadığı, mozaik bir yapı oluşturduğu Osmanlı Devletinin dağılmasından sonra, Millî Mücadele yapılarak kuruldu. Harbiye Marşında belirtildiği gibi "kanla, irfanla kurduk biz bu Cumhuriyeti". Mustafa Kemal ile birlikte bu mücadeleyi yapanlar arasında çeşitli etnik ve dinî kesimlerden insanlar yer aldı. Ancak ortada İttihad-ı Anasır, Türk üst kimliğinde birleşmiş, bütünleşmiş olan Türk milleti vardı. Nitekim 1924 anayasasında "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran halka Türk milleti" denilerek bu husus teyit edilmiştir. 81 yıl süresince anayasalarımızda Türkiye Cumhuriyeti'ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk'tür denilerek bu anlayış yerleşik bir gelenek şeklinde sürdürülmüştür.
Türkiyelilik gibi coğrafî bir tanımlamayı Türklüğün yerine ikameye çalışanların esas amaçları, bu ülkenin insanlarını müşterek bir eksen etrafında buluşturmak, ortak payda oluşturmak değil. Alt kimliklere olabildiğince geniş kültürel imkânlar sağlamak, bunların etnik bilinç kazanmalarına imkân hazırlamak gibi ilk bakışta cazip görünen bir dönüşüm süreci sonunda daha özgür ve demokratik bir düzenin kurulacağı iddialarının nesnel ve tutarlı yanı yok. Bunun dünyada da geçerli bir örneğini gösteremezler. Pek meraklı oldukları Avrupa Birliği ülkelerinin ulus devletlerini bir kenara terk ettiklerini, milliyetlerini reddettiklerini gösteren somut bir gelişme göremiyoruz. Avrupa Birliği, kendi ifadeleriyle tarih ve kültürlerinin buluşması anlamına gelen, Hristiyan kültür değerleri üzerlerinde yükselen bir entegrasyondur. Bu yapılanmada devletler ulusal niteliklerinden değil, egemenliklerinden bir şeyler veriyorlar. Paraları, merkez bankaları, ekonomileri müşterek olsa da, hudutlardan geçiş haklarını birleştirseler de ulus devletleri yerli yerinde duruyor. Dahası İngiltere, İspanya, İtalya ve Polonya ile Fransa ve Almanya arasında millî çıkarlardan kaynaklanan çekişmeler, derinden derine yoğun şekilde devam edip gidiyor.
Bizim Türkiyelilerin üniter ulus devlete yönelik saldırılarının temelinde, taşıdıkları etnik problemlerin yanı sıra bir türlü kurtulmayı başaramadıkları ideolojik saplantılar bulunuyor. 1960'lardan sonra Türkiye'de yayılan solcu akımların, sol-sosyalist hareketlerin içerisinde yer almış, Sovyetik bir yapı kurulması için açık-kapalı örgüt çalışmalarında bulunan bu insanlar, günümüzde eski işlevlerini farklı sıfat ve zeminlerde sürdürmeye çabalıyorlar. Dünün militan kadroları, 70'li ve 80'li yıllarda Türkiye Devleti'ne karşı yürüttükleri mücadelelerde başarılı olamadılar. Bir kısmı tutuklanıp yargılandılar; ama önemli çoğunluğu yerlerini, işlerini, mesleklerini koruyup sürdürdüler. Bazıları büyük iş sahibi olup zenginleştiler; bir kısmı üniversitelerde kariyer yapıp yükseldiler yahut bürokraside yer aldılar. Aralarında politikaya atılıp devlet yönetiminde zirvelere ulaşanlar da oldu.
İdeolojik plânda karşılaştıkları mağlûbiyetler fikir ve zihniyetlerinde ciddî bir elemeye yol açmadı. Sadece sol sosyalist bir rejim kurma projelerinin yerini mevcut düzene, Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı dinmeyen bir öfke aldı.
1990'lı yıllarda bir ara basın ve politikada İkinci Cumhuriyetçiler adıyla ünlendiler. Yenileşme, çağdaşlaşma ve değişme gibi popüler makyajlarla topluma sunmaya çalıştıkları yeni tezleri ilgi görmedi. Siyaset alanında kısa sürede feci bir bozgun yaşayıp dağıldılar. Sonraki yıllarda devletle olan davalarını bireysel plânda yürütmeye çalışırlarken, çevrelerinde doğal müttefikler belirdi. Özellikle silâhlı başkaldırı yoluyla bölücü amaçlarına ulaşamayacakları anlayan, on yıldan fazla süren düşük yoğunlukta savaşı kaybeden Kürtçülerin metotlarını değiştirerek siyasallaşmaları, sivil toplum alanına kaymaları sonucu önemli bir kitle desteği kazandılar. Diğer yandan, devleti esnetip törpüledikleri, gücünü ve etkisini frenledikleri ölçüde rahat faaliyet imkânı bulacaklarını hesaplayan bazı cemaatçi ve selefiyeci gruplar da bu ittifakın yanında yer aldı. Bu arada ideolojik gruplaşmalar adına ironik bir gelişme yaşandı. Liberalizmin yeni versiyonu adına ortaya çıkan bir kısım neo liberal aydın, felsefe ve düşünce olarak uzlaşmaları mümkün olmayan sol Marksist kesimler ve Kürt ırkçılarıyla devlete karşı tavır beraberliğinden kaynaklanan gerekçelerle ilişki kurmakta sakınca görmedi. Bu garip oluşumu besleyip güçlendiren, görüşlerini sistemli şekilde kamuoyuna yansıtan basın ve TV'ler, onlara gerekli maddî desteği sağlayan büyük iş çevreleri, toplumsal alanda dünyada benzerine pek rastlanmayan nispetsiz, dengesiz ve haksız bir ortamın doğmasını sağladılar. Bir tarafta milyonlarca insanın inancı, tercihi, eğilimleri ve beklentileri, diğer tarafta ciddî bir kitle desteğine sahip bulunmadıkları, her seçimde yüzlerinde şamar gibi patlayan sonuçlarla ortaya çıkan Türkiyeli aydınlardan oluşan millet ve milliyet karşıtı, neo liberal, etnikçi, cemaatçi bir kutsal ittifak…
Bu garipliklere ve dengesizliklere rağmen dış faktörler etkili şekilde devreye girmeseydi, gelişmeler muhtemelen lokalize kalacak ve bu ölçüde tahripkâr olmayacaktı. Ancak beş yıl önce Helsinki'de Türkiye'nin Avrupa Birliği adaylığının resmen ilân edilmesiyle başlayan süreç ülkemizde psikolojik bir depreme yol açtı. Avrupa Birliği'ni siyasal, sosyal ve ekonomik bir oluşum şeklinde değerlendirmek yerine, konuya mistik bir heyecanla yaklaşan, âdeta dinî bir vecd içerisinde algılamaya çalışan entelektüelimizin, bürokratımızın gözleri kamaştı. Kültür ve medeniyetimize şüpheyle bakan, batıyla aramızdaki mesafeyi iç dinamiklerimizi kullanarak kendi çabamızla kapatmamızın asla mümkün olmayacağına inanan, Avrupa Birliği'ni ileri ve çağdaş bir âleme intikalin yegâne köprüsü sayan bir zihniyetin başka türlü davranması zaten mümkün değildi. Bu durum, Avrupa Birliği'nden ideoloji ve projelerinin gerçekleştirilmesinde baskı aracı şeklinde yararlanmak isteyen çevrelerin işlerini kolaylaştırdı. Geçmişte devletle hesaplaşmalarında yaşadıkları acı tecrübelerden çıkardıkları derslerle, cepheden ve doğrudan taarruz yerine, isteklerini sürekli olarak Avrupa Birliği patentiyle sunmaya çalıştılar. Şu ana kadar bu taktikte başarı sağladıklarını, kendilerinin bile ümit etmedikleri sonuçlara ulaştıklarını kabul etmek gerekir.
Türkiye'nin 2001'den sonra başlayan, son iki yılda hızlanıp zirveye ulaşan Avrupa Birliği'ne uyum çabaları, ülkeyi bugün köklü bir yapısal dönüşüm çizgisine taşımış bulunuyor. Sağladıkları başarının sarhoşluğu içindeki ultra liberal ve etnikçi yazarların "bu konuştuklarımızı iki üç yıl önce söyleseydik tutuklanırdık" tarzındaki sevinç çığlıkları aslında gerçeği anlatıyor. Müzakere ihtimali beklentisi ile geniş toplum kesimleri ve kurumlar âdeta nefeslerini tutmuş bekliyorlar. Avrupa Birliği'nin isteklerine eleştirel açıdan bakmak, bazı temel konulardaki taleplerinin doğuracağı olumsuz sonuçları ve tehlikeleri işaret etmek, medenî âleme sıçrama projesini engelleme girişimi olarak damgalanıyor ve koro hâlinde tel'in ediliyor. Demokratikleşme iddialarıyla oluşturulan kaotik ortamda itirazcıların önemli bir bölümü köşesine çekilmeyi tercih ediyor. Kalanlarsa görüş ve düşüncelerini kamuoyuna yansıtabilecekleri etkili kanallardan uzak tutulduklarından sesleri kendi çevreleriyle sınırlı kalıyor.
Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulunun raporuna gösterilen tepkilerden sonra hükûmet yetkilileri, bunun resmî yanının bulunmadığını, rapor hazırlanmasının talep edilmediğini açıkladılar. Ancak bu açıklamalar, olayın vahametini azaltacak ve hükûmeti sorumsuz kılacak nitelik taşımıyor. 81 kişiden oluştuğu açıklanan komisyonda 24 kişinin onaylamasıyla rapor taslağının karara dönüştürülmesindeki usul çarpıklığı bir tarafa, yetkililerin Türk kamuoyuna açıklamak zorunda oldukları ciddî sorular ortada duruyor.
Öncelikle ideolojik yapısı ve etnik konulardaki saplantıları cümlenin malûmu olan isimlerin, adının başındaki Başbakanlık sıfatıyla ister istemez resmî bir statü kazanan bir kurulun içinde olmalarının gerekçesi mutlaka açıklanmalıdır.
Bunlar hangi kriterlerle seçildiler, hangi bilimsel nitelikleriyle Türkiye için çok hassas konuların ele alınacağı bir heyete lâyık görüldüler? Kendini göstermek fırsatı buldukları her plâtformda ekzantrik çıkışlarla dikkatleri toplamaya çalışan, şöhret tutkusuyla kavrulan iki kişiden başka kimse bulunamadı mı? Türk bilim çevrelerinde, üniversitelerde devletiyle kavgalı olmayan, milletiyle ve kültürüyle problem yaşamayan, bilimsel nesnellik, ciddiyet ve haysiyet sahibi insanlar yok mudur?
81 kişilik komisyonun 19'unun çeşitli kamu kurumlarının temsilcileri olarak isimleri olmasına rağmen, oylamaya katılmamalarının gerekçesi nedir?
Sivil toplumu temsilen buraya çağrılan kuruluşların üye sayıları, örgüt yapıları ve kitle tabanları; kuruluş ve faaliyet amaçları araştırılmamış, temsil kabiliyetinden mahrum, son derece cılız ve anlamsız bir heyete, Türkiye Devleti'ni temsil bağlamında en önemli kurumun adının verilmesinde sakınca görülmemiştir.
Bu trajikomik manzara rahmetli F. Ahmet Aykaç'ın mısralarını çağrıştırıyor;
"Ördeklerden bir filo, bir de kazdan amiral"
Bu derece gelişigüzel oluşturulan heyetin üçte ikisi, Türk milletinin varlığını, Türkiye Devleti'nin bütünlüğünü ve devamını doğrudan ilgilendiren bir konunun görüşülmesi söz konusu olduğu sırada, toplantıda bulunma gereği duymuyorlar.
İster ilgisizlikten, ister lâubalîlikten, ister ciddiyetsizlikten, isterse ideolojik ve etnik tercihlerden kaynaklansın, ortada anormal bir sonuç vardır. Bunun doğmasına zemin hazırlayanlar, yanlış karar ve tercihleriyle Türkiye Devleti'ne zarar vermişlerdir. Bunlar kimlerse bilelim. Türkiye'nin Başbakanlık makamını saçma ve abuk tezlerine alet etmek isteyenler kadar, onlara bu fırsatı sunanlar da sorumluluk taşıyorlar.
Türk kimliği yerine Türkiyeliliğin konulmasına ilişkin taleplere karşı siyasî iktidar vakit geçirmeden tercihini açıklamalıdır.