Türkiye-Türk Dünyası İlişkilerinin Anlamı Üzerine
Türkiye, uzun yıllardır uyguladığı politikaların sonucu, stratejik anlamda tarihinden, kültüründen ve coğrafyasından kaynaklanan mecburiyetlere cevap verememenin sıkıntılarını yaşıyor.
80 yılını tamamlamak üzere olan Cumhuriyetimizin ilk yirmi yılı, dış baskıların fazla hissedilmediği, kendimizle baş başa kalma fırsatı bulduğumuz sakin bir dönemdir. Gelişmiş dünyayı temsil eden Batı Avrupa ülkeleri üç yüz yıllık emperyalist bir geçmişin yorgunluğuyla takatsiz kalmışlardı. Yeniden küresel roller üstlenecek durumda olmayan dünün düvel-i muazzamasının başlıca çabası, statükolarını korumakla sınırlıydı. Üstelik dikkatlerini I. Dünya Savaşında sonuçlandıramadıkları aralarındaki hesaplaşmalara çevirmek zorundaydılar. Bu ortam, kuruluş aşamasındaki genç Türkiye Devleti adına, çok değerli bir zamanın kazanılmasını sağladı.
Savaşın sonlarında Yalta'da dünyanın yeni siyasal haritası çizilirken, ABD ile Sovyetler Birliği'nin liderliklerini yaptığı iki ideolojik sisteme dayalı, iki kutuplu bir denge öngörüldü. Türkiye tercihini doğru yönde kullandı ve demokratik ülkeler bloğunu seçti. Bunun hemen ardından, 1951'de NATO üyesi olduk, yüz yıllık amacımız olan batı savunma sistemine katıldık; böylece kırk yıllık soğuk savaş dönemini güvenlik açısından büyük problemlerle karşılaşmadan yaşadık.
Bu ortamın yol açtığı rehavetin de etkisiyle, 1980'lerden sonra hızlanan küresel değişimi iyi algılayamadık; dolayısıyla gelişmeleri kendi açımızdan değerlendirerek yeni şartların gerekli kıldığı tedbirleri alma çabalarında yetersiz kaldık. Bu çok kritik süreçte ülkeyi yönetmek ve topluma öncülük etmek sorumluluğunu taşıyan aydınımızın zihnî ve psikolojik formasyonunun bu işleve elverişli olmaması büyük talihsizliktir. Özellikle 1940'lardan sonra uygulanan eğitim ve kültür politikaları, tarih bilinci taşıyan, bireysel hesaplar üzerine çıkabilen, millî amaçları, tahayyülleri ve heyecanları olan bir entelijensiya yerine, toplumdan önemli ölçüde kopmuş, milletine ve değerlerine yabancılaşmış, manevî damarları tıkanmış bir kesimin oluşmasına yol açtı. Üstelik bu kategorideki entelektüelimiz, hudutlarımızla çevrili bir dünyaya hapsedildi. Yaşadığımız coğrafyanın dışında tarihî, kültürel ve etnik varlığımızın olmadığına inandırıldı. Sürdürülen sistematik telkinlerle öz güvenini kaybetti. İçine kapanmayı, millî hedef ve idealleri zihninden boşaltmayı çağdaşlaşmanın gereği saymaya başladı.
Yozlaşmayı medenîleşmek ve batılılaşmak şeklinde yorumlayan bu anlayış, modernleşme tarihimizin kronik illeti olan pozitivist ve materyalist damarlardan beslendiğinden kolayca gelişti; siyasî çevrelerde, bürokratik alanlarda, basın ve TV'lerde, üniversitelerde ve daha da ilginci büyük sermaye kesiminde serpilip yerleşti: Devletin temel politikalarının belirlenmesini, resmî paradigmaların oluşmasını sağlayacak konuma geldi.
Sovyetler Birliği'nin dağılmasına paralel olarak ortaya çıkan yeni dengeler, siyasî haritalar, ideolojik yapılanmalar bizim aydınımızın düşünce dünyasının dışında kaldığından bir anda önünde yığılı gördüğü problemlere çözüm bulmakta zorlandı. Gelişmeleri görmezlikten gelmek ve izole olmak gibi bir seçeneği de söz konusu olmadığından kolaycılığa yöneldi. Ciddî bir hazırlığı ve derinliği olmayan projeleri gündeme taşıyarak, bürokratik mekanizmayı işletirmiş gibi yaparak günü geçiştirmeyi politik bir beceri ve taktik bir kurnazlık sayıp benimsedi.
Berlin Duvarının yıkılması dünyanın yeniden oluşumunun milâdı sayılırsa, aradan on beş yıl gibi uzun sayılabilecek bir süre geçmiş bulunuyor. 90'lı yılların başlarında birbiri ardınca kurulan Türk cumhuriyetlerinin estirdiği heyecan fırtınaları, çorak iklimlerde ender rastlanan yağmurlarla açan ömürsüz çiçekler gibi, giderek pörsürken ortaya kocaman bir boşluk çıktı. Türkiye'nin Türk Dünyasıyla ilişkileri şimdi bu boşluğun katmanlarına hızla yuvarlanırken, toplum olarak bu tabloyu duyarsız şekilde izlemekten başka bir şey yapamıyoruz.
Devlet başkanları düzeyinde, bir ara kurulmuş olan temasları, ziyaret ve görüşmeleri bile arar hâldeyiz. Sayın Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in bu konulara ayıracak zaman bulamamalarının kendilerince makul gerekçeleri mutlaka olmalı; ancak bunlar nelerse, ilişkilerin gerek şimdiki tıkanmışlığını, gerekse Türklüğün kader süreci şeklinde anlamlandırılması gereken bir dönemde oluşan elem verici ortamı izahta ne yazık ki yetersiz kalıyorlar.
Bütün ilgi ve dikkatimizi AB üzerine yoğunlaştırmamız, imkânlarımızı kullanmamızı, potansiyelimizi değerlendirmemizi, stratejik plânlar ve projeler üretmemizi engelliyor. Türk Dünyası ilişkilerinde hangi makamların sorumlu olduğunu bile belirleyebilmiş değiliz. En az beş bakanlığın söz sahibi olduğu, bürokratik kurumlar arasında yetki sorunlarının hâlâ aşılamadığı, aralarında ilgi ve iş birliğinin kurulmadığı bu ortamda, meselelerin sahipsiz ve çözümsüz kalması şaşırtıcı değildir.
Yıllar birbiri üzerine yığılıp giderken, tekrar elde etmemiz imkânsız olan tarihî bir süreci tüketmekte olduğumuzun farkında değiliz. Bu hüzün verici tablo, maddî imkânsızlıklardan değil, konuya gereken önemin verilmemesinden, değerinin anlaşılmamasından, heyecan duyulmamasından kaynaklanıyor. Türk Dünyası konusunda şimdiki hükûmet dahil, on beş yıldan beri Türkiye'yi yöneten bütün hükûmetler yeterli ilgi ve çabayı göstermemek suretiyle istikrarlı bir tutum sergilediler. Öğrenci getirme projesi gibi, ilke olarak fevkalâde yerinde bir girişim bile, altı doldurulmadığından umulan sonuca ulaşamadı. Yüzyıllardır önemli ölçüde kesilmiş bulunan kültürel ilişkileri geliştirecek ülkeler ve insanlar arasında yakınlık ve irtibat sağlayacak etkili adımlar atılamadı. TRT gibi bu hususta stratejik işlev yapabilecek bir kurumdan gerekli ölçüde yararlanılmadı. Sadece devlet televizyonunun bu dönemde uydu aracılığıyla Avrasya'ya yaptığı yayınların kalite ve içeriği bile yaşadığımız duyarsızlığın, idrak eksikliğinin tipik bir göstergesidir. Türkiye'nin Türkistan'da eğitim alanındaki ender kurumlarından biri olan Manas Üniversitesi, iki yıldan beri Mütevelli Heyetinin belirlenmemiş olmasından dolayı büyük itibar kaybıyla karşı karşıyadır. Halli aslında son derece kolay olması gereken bu konuda Cumhurbaşkanlığı, hükûmet ve YÖK arasında gerekli diyalog sağlanamadığından, çözüm bulunamıyor. Sonuçta, taraflar mevzuatı kendilerine referans gösterip direnirlerken, yıllar önce her nasılsa kurmayı başardığımız bir üniversite hızla eriyip gidiyor.
Aydınımızın önemli bölümü, Türkiye-Türk Dünyası ilişkilerine hâlâ Türk milliyetçilerinin romantik hayalleri nazarıyla bakıyor, Türkiye'nin reel politik önceliklerinin başında geldiğini algılayamıyor. Ancak ideolojik ve etnik faktörlerin de bunda önemli rolünün bulunduğunu belirtmeliyiz. Marksizm'in siyasal plânda başarısızlığı doksanların başında tescil edilse bile, felsefe ve zihniyet olarak bazı çevrelerde etkisi devam ediyor. Günümüzde Türkiyeli Marksistler ideolojik saplantılarından bir türlü kurtulamadıklarından, Türk Dünyası kavramına Sovyetik tahayyüllerine ve özlemlerine saldırı nazarıyla bakıyorlar. Bunlara, dini kendi anlayışlarına göre yorumlamaları neticesinde konuyu kavmiyetçilik sayıp tekfir edenler, kafalarında taşıdıkları etnik problemlerin etkisinde olanlar da eklenince kendiliğinden ciddî bir cepheleşme oluşuyor.
Hangi faktörlerle olursa olsun, ilişkilerin yerinde sayması, hatta yer yer gerilemesi, sonuçta milletimizin telâfisi imkânsız kayıpları anlamına geliyor. Bir yandan küresel plânda, diğer yandan bölgesel alanda giderek yoğunlaşan politik ve ekonomik oluşumlar yaşanırken, ülkemizle ve çevremizle ilgili emperyal plânlar yapılırken, Türkiye kendini geleceğe taşıyacak, imkânlarının kullanımını sağlayacak tasarımlar kuramıyor. AB'ye katılmamız sonucu bütün problemlerimize çözüm bulunacağı inancı, giderek yaygınlaşıyor ve bu psikoloji zihnî tembelliğimizi kışkırtıyor, düşünme kabiliyetimizi köreltiyor.
İç dinamiklerimizi harekete geçirerek, millî ve tarihî havzamızdan, jeopolitik konumumuzdan yararlanarak, ülkemize güvenlik, refah ve istikrar sağlayacak doğru ve aklî bir vizyon inşa etmek elbette kolay değil. Bu yüzden bilgi, emek ve çaba isteyen bu zahmetli yol yerine, kestirmeden gitmek, meseleleri AB'ye havale ederek kurtulma eğilimi ağır basıyor.
Türkiye çok yönlü stratejik ve politik ilişkiler geliştirmek, jeopolitik konumuna, siyasî, tarihî ve kültürel yapısına uygun özgün politikalar izlemek mecburiyetindedir. Hastalıklı zihnî saplantılara, ideolojik alışkanlıklara tutsak olmamız, irrasyonel bir batıcılık sapkınlığıyla kültür ve medeniyetimizi inkâra yönelmemiz bizi felâkete götürür. Kozmopolitizmi bazıları çağdaşlık, uygarlık ve evrensellik diye yorumlasalar da, basın ve TV gibi iletişim imkânları ile gerçekleri toplumdan gizlemeye çalışsalar da dünya kendi yörüngesinde dönüyor. Tarihin en büyük bütünleşme projesi olan AB'nin Hristiyan-Yahudi kültür değerleri üzerinde inşa edildiği her vesile ile vurgulanıyor. Kendi kültüründen kaçmanın, medeniyetini horlamanın öz güvenini yitirmiş, kimliğini inkârı kurtuluş sayan toplumların hastalığı olduğu her geçen gün daha iyi anlaşılıyor.
Başta AB üyesi ülkeler olmak üzere, komşularımızla ve çevremizle yürütülen görüşmeler, karşılıklı ziyaretler geniş kapsamlı ve belirlenen hedeflere yönelik stratejik plânlamaların ve derinlikli projelerin ürünü olmadıklarından, en fazla gündem konularıyla sınırlı etki sağlayabiliyorlar. Kuşkusuz bunlar da yararlıdır; ancak Türkiye'nin bulunduğu ortam ve millî zaruretler düşünüldüğünde kesinlikle yeterli sayılamazlar.
Ülkemizde, çevremizde ve dünyada yaşanan gelişmeler Türkiye'yi istese de istemese de başrollere yönelmeye çağırıyor. Bu tarihî davetin anlamını algılayabildiğimiz, şartları doğru okuyabildiğimiz, gerçeklerle yüzleşmeye cesaret edebildiğimiz ölçüde 21. yüzyılda onurlu, saygın ve huzurlu bir millet olarak yaşamayı hak edeceğiz.
ANKARA'YA "HAYIR" DEMEK İÇİN GEREKÇELER
Türkiye'nin Avrupa Birliğine girişi ve Avrupa Birliğinin sınırları üzerinde yapılan tartışmalar, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, Ankara'nın AB ile bütünleşmeye hazır olduğundan kuşku duyanları ikna etmek amacıyla yaptığı Paris ziyaretinin ertesinde, hâlen tartışılması gereken önemli bir konudur.
Her şeyden önce, Türkiye'nin adaylığını destekleyenler tarafından ortaya atılan temel gerekçelere cevap vermek, sonra da Ankara'nın adaylığının jeopolitik sonuçlarını açıklamak gerekmektedir.
Türkiye'nin tarihî açıdan Avrupalı olduğunun iddia edilmesi, eski sömürgeci bir güç olarak Fransa'nın Afrikalı olduğunun iddia edilmesi kadar doğru olabilir. Türkiye, ne coğrafî konumu itibarıyla (İstanbul ve Trakya hariç), ne töresi gereği, ne de uygarlık bilinci olarak hiç de Avrupalı değildir. Türkler, altın çağı Osmanlı İmparatorluğu olan Asyalı bir toplum olarak tanımlanmaktadır. Kemalistlerden ya da İstanbul'un seçkin mahallelerinde yaşayanlardan oluşan küçük bir azınlık kendini Avrupalı hissetse bile, İstanbul'un büyük kenar mahallelerinde ve Anadolu'nun kırsal kesiminde oturanlar, Kuzey Avrupalılara ya da Hristiyan Yunanlılara değil, ama daha ziyade Irak'a yakın olarak tanınıyorlar. En son olarak İslâm Konferansı Örgütü (İKÖ Suudi Arabistan yanlısı)nün başına Türk vatandaşı olan bir kişinin atanması, sonra Erdoğan'ın Batı Trakya'da "Müslüman Türklere zulmetmek"ten dolayı Yunanistan'ı suçlayan, endişe veren milliyetçi sözleri, ayrıca Ankara'nın Kafkaslar ve Orta Asya'daki Turancı politikaları çok iyi gösteriyor ki, Türkiye "doğuda olup batı rüyası görüyor".
Müslüman Kimlik Rahatsızlığı
Ankara'nın 1963'te bir ortaklık antlaşması imzalamış olması gerekçesiyle, Türkiye'nin adaylığının "geri çevrilemezliğini", NATO ve Avrupa Konseyi üyesi olduğunu ya da bir "söz" verildiğini ileri sürmenin elle tutulur bir yanı yok. NATO ve Avrupa Konseyi, Avrupa Birliğine girmek için bir ön elek değil. Türkiye'nin 1987'deki resmî başvurusuna verilen cevabında Avrupa Parlâmentosu boş yere, ön koşul olarak Ermeni soy kırımının tanınmasını, azınlıkların durumlarının iyileştirilmesini ve sonra Türkiye'nin Kıbrıs'tan geri çekilmesini zorunlu kılan bir tavsiye kararı (bugün örtbas edilen) oylamıştı.
O hâlde, asıl yükümlülüklerini yerine getirmeyen taraf Ankara'dır, tersi değil. Yükümlülüklerinden birini dahi yerine getirmekten uzak olan Türkiye'nin AB ile bütünleşme süreci, Avrupa Konseyinin bir kararı, Brüksel'in vereceği olumsuz bir rapor ya da üye devletlerden birinin vetosu üzerine her an kesilebilir. Avrupa'nın bir "Hristiyan kulübü" olamadığını ve Müslüman bir adayı "reddetmediğini" göstermek amacıyla Türkiye'nin Avrupa'ya alınması "gerektiğini" söylemek anlamsız: Bir "Müslüman kulübü" olmadıklarını göstermeleri için Arap Birliğinden İsrail'i ya da Hindistan'ı aralarına almalarını isteyebilir miyiz? Bu kötü yargılama, rolleri değiştiriyor zira "Müslüman bir kulüp" olmadığını asıl ispat etmesi gereken Türkiye'dir: Paris'te, nüfusunun % 99'u Müslüman olan Türkiye'nin tamamındaki Hristiyanlardan daha fazla (100.000) Müslüman Türk var. Kemalizm daha 60'lı, 70'li yıllardan itibaren Menderes ve Demirel hükûmetlerinin başa gelmesiyle durduruldu ve Turgut Özal döneminde de siyasî olarak öldü. Kadınların % 70'inin başı kapalı, devletin din kurumlarına bütçesinden pay ayıran, nüfus cüzdanı üzerinde dinî aidiyetin belirtildiği, gayrimüslimlere yüksek askerî ve devlet memuriyetlerinin yasaklandığı, 90'lı yılların başından beri seçimlerde zafer kazanmış, İslâmî bir akımın içinden gelen bir parti (AKP) tarafından yönetilmekte olan ve bütün bunlara rağmen yine de lâik olan bir ülkeyi nasıl savunabiliriz?
AB Hristiyan ve Musevî Kültürünü Temsil Ediyor
AB ile bütünleşmesinin Türkiye'ye "demokratikleşme sürecini devam ettirme" imkânı vereceği söylenmektedir. Avrupa Birliği kesinlikle bir barış ve demokrasi alanı; ama uygarlık açısından doğal olarak Lâtin ve Yunan düşüncesiyle yoğrulmuş Hristiyan ve Musevî bir kültüre ait ve Avrupa'da bulunan bir alandır. Ayrıca daha şimdiden demokratikleştirmek için, Türkiye'den daha önce Ukrayna, Beyaz Rusya ve Rusya gibi kesinlikle Avrupalı olan daha çok sayıda ülkesi vardır. Bütün jeopolitik tanımlamaların açık sınırları olmalıdır; aksi hâlde, bunun yokluğunda sonsuzluğa uzanan yeni bir imparatorlukla işimiz olacaktır.
Yöneticilerimiz sadece Avrupa'daki Türkiye'nin Avrupa'nın ihtiyaçlarına cevap verecek bir devlet olacağına mı inanıyorlar? Daha 2020'den itibaren Ankara, Avrupa Parlâmentosunda çoğunluğu İslâmcı olan 100'den fazla Türk milletvekili bulunduracak (72 Fransız ve 98 Alman milletvekiline karşılık) olan Türkiye, Avrupa Birliği'nin en büyük askerî ve demokratik gücüne sahip olacak (yakında 100 milyonluk nüfus ve 850.000 asker). Türkiye'nin Avrupa Birliğine girmesi, genişlemenin kapalı kutusunu açacaktır. O hâlde, sonrasında Kafkasların, Orta Asya'nın 200 milyonluk Türk Dünyasını ya da Magreb ülkelerini niçin reddedeceğiz? AB, Türkiye'nin komşularıyla yaşadığı bütün jeopolitik anlaşmazlıkların vârisi (su, sınırlar, azınlıklar vb.) olacak.
Bütün bunlara karşılık, Türkiye'nin AB'ye üyeliğine taraftar olanlar Türkiye'nin AB ile bütünleşmesinin bize uygarlıklar şokunu engelleme ve İslâmî tehdide karşı savaşma imkânı vereceğini iddia ediyorlar! Bize Avrupa'nın demokratik Türkiye için bir şans olacağı söyleniyor. Özellikle de askerlerin kontrol ettiği ülkede, oraya kadar programlarını yumuşatmakla ve ABD ve İsrail ile iş birliğine gitmekle suçlanan Türk İslâmcılar için bir şans olacak. Avrupalı yöneticilerin, hiçbir şeyi düzeltmeyecek bir süreci başlatmadan önce iki defa düşünmeleri gerekecek.