ARALIK AYI YENİ BİR BAŞLANGIÇ OLABİLİR
Avrupa Birliğinin aralık ayındaki zirve toplantısının tarihi yaklaştıkça basınımızdaki iyimser havanın önemli ölçüde azaldığı, endişeli bir bekleyişin başladığı görülüyor. Şimdiye kadar problemin kendimizden kaynaklandığını, yükümlülüklerimizi yerine getirmemiz hâlinde üyeliğimize engel bulunmadığını savunan çevrelerde, olumsuz bir karar ihtimaline karşı izlenecek yeni stratejilerin hazırlıkları başlamış bulunuyor. Böyle bir durumda ortaya çıkması kaçınılmaz tepkileri asgarîye indirmek, AB ile ilişkilerimizi ustalıkla kullanarak, fevkalâde etkili kılarak sürdürülen değişim ve dönüşüm projelerini gündemde tutmak kolay olmayacak. Yıllardan beri bütün dikkati AB üyeliğine odaklanan, Kopenhag Kıstasları adına atılan bütün adımları tarihî bir fırsatın gereği sayıp olağan karşılayan kamuoyumuzu muhtemel bir olumsuz tavra hazırlama girişimleri başlatılmış bulunuyor. Kopenhag Zirvesinden çıkacak Türkiye ile ilgili karar ne kadar olumsuz olursa olsun, bir başarı belgesi şeklinde yansıtılacak, meseleye eleştirel bir yaklaşımın hedefimizden sapma anlamı taşıyacağı söylenecek, şimdiye kadar atılan adımların yeterli olmadığına inandırılmak suretiyle ödevlerimizi yapmaya devam etmemiz telkin edilecek.
Kopenhag Zirvesinden önceki en ciddî işaret sayılan ve ekim ayında açıklanacak olan ilerleme raporunun ana hatları şimdiden bellidir. Türkiye'nin siyasî kriterleri önemli ölçüde yerine getirdiği ortalama bir üslûpla belirtildikten sonra, ancak diye başlatılacak paragrafta uygulamadaki eksikliklerden bahsedilecek. Bu, meselenin Aralıktaki 2004 AB zirvesine havale edilmesi demek olacak. Kopenhag toplantısında Avrupa diplomasisinin tarihî birikim ve tecrübesi bir kere daha sergilenecek, bütün taktik becerilerini kullanmak suretiyle bu süreci kendileri açısından en az zararla geçiştirmenin yolu aranacak.
Türkiye AB açısından çok büyük bir problemdir. Nüfusumuz, kültür ve medeniyetimiz, kimliğimiz, jeopolitiğimiz bir taraftan bünyelerine kabulümüzü imkânsız kılarken, diğer taraftan bütün bu hususlar bizi vazgeçilmez kılıyor. Böylece AB'nin bizimle ilgili ikircikli politikalarının gerekçeleri anlaşılır hâle geliyor. Türkiye üye olarak aralarına alınmasa bile, Avrupa'dan uzaklaşmamalı, ilişkiler belirlenecek bir çerçevede mutlaka sürdürülmeli. Batının politik, ekonomik ve kültürel çıkarları açısından dirsek mesafesinde tutulacak bir Türkiye'nin önemi büyüktür.
AB'nin lokomotifi konumundaki Fransa-Almanya ekseni kararın başlıca belirleyicisi olacaktır. Fransa'da iktidardaki UDP ve UMP Türkiye'nin tam üyeliğine kesinlikle karşıdır. Başbakan R. Tayyip Erdoğan'ın son Paris ziyareti ve uçak alımındaki ön anlaşma, Fransa siyasî elitinin kemikleşmiş tavrında çözülme sağlamaya yetmemiş görünüyor. Almanya'da ise iktidarı az bir çoğunlukla sürdüren SDP ve Yeşiller koalisyonu ile muhalefetteki muhafazakâr sağ ve merkez sağ arasında köklü bir farklılık var. Ancak iktidarın kamuoyundaki Türkiye antipatisini göğüsleyecek siyasî bir risk yüklenmesini beklemek aşırı bir iyimserlik olacaktır.
AB'nin şimdiye kadarki genişleme hamlesinde, muhatap ülkelerle geliştirdiği ilişkilere bakarak bunun Türkiye için bir model olacağını öne sürmek fevkalâde yanlış bir yaklaşımdır. Çünkü ne AB'nin geçmişte kalan politik ve ekonomik şartları ne de Türkiye'nin Avrupa nezdindeki özgün konumu bu kıyaslamaya uygundur. Şu günlerde AB içinde normal üyeliğin bile ilerisinde konumlar araştırılıyor. Fransa ve Almanya arasında başlamış olan özel yakınlaşma derinleşerek gelişiyor. Birlik içinde gerçekleştirilen son kurucu antlaşma değişikliği, Euro mihverinde bazı üye ülkelerin aralarında derinleştirilmiş bütünleşme sağlamalarına imkân veriyor. AB'nin gündemini görmezlikten gelmek, iç bünyelerindeki oluşumları, hedefleri iyi okumadan hüküm vermek Türkiye'yi kaçınılmaz bir hüsrana hızla sürüklüyor.
En önemli yanlış, bütün dikkatimizi müzakerelerin başlamasına yoğunlaştırmamız suretiyle yapılıyor. Böylece toplumumuzun müzakerenin başlatılmasını üyeliğin gerçekleştirilmesi şeklinde algılaması sağlanmış oluyor. Buna dayanak olarak bugüne kadar AB'nin herhangi bir ülkeyle müzakereye başladıktan sonra üyelikle sonuçlandırmadığı hiçbir ilişkisinin söz konusu olmaması gösteriliyor.
Oysa kapalı kapılar ardında ifade edilenler bu varsayımları geçersiz kılıyor. Ankara'daki bazı Avrupalı diplomatlardan özel görüşmelerde şunu açıkça duyuyoruz: Aralıkta Türkiye ile görüşmelerin başlatılması kararı, bazı şartlar belirtilmek kaydıyla alınacak; ancak bu, Türkiye'nin görünür bir tarihte üyeliği anlamına gelmeyecek. Ayrıca Türkiye'de hükûmet çevrelerinde hakim olan iyimser beklentinin aksine, etkili bir malî destek söz konusu değildir. Çünkü her şey bir tarafa Avrupa'nın bunu yapmaya ekonomik mecali yoktur. Başta Almanya ve Fransa olmak üzere işsizlik problemi giderek büyüyen, sosyal güvenlik harcamalarına kaynak bulmakta zorlanan, bütçeleri belirledikleri kriterleri ihlâl anlamına gelen açıklar veren AB ülkelerinin, Türkiye'ye görüşme sürecinde alışılmış uygulamalar bağlamında vermesi gerekecek 15 Milyar Euro tutarındaki desteği sağlamasını kimse beklememelidir.
Aslında geçen yıl Danimarka başbakanının ses kayıt cihazlarına yansıyan "önce uyutalım, sonra unutalım" ifadesi gerçeği ortaya koymuştur. Ama nedense bunların anlamını çözmeye çalışmak ve rasyonel politikalar üretmek yerine, varsayımlarımızı, hayallerimizi, beklentilerimizi hakikat saymak kolayımıza geliyor.
Daha da önemlisi bazı siyasî ve ideolojik çevreler bu tavrı zihnî ataletten dolayı değil, taktik bir kurnazlık olarak özellikle benimsiyorlar. Normal şartlar altında geniş tepki toplayacak yapısal değişim projelerine AB patenti vurulunca rahatlıkla yasallaştırmaları, uygulamaya konulmaları sağlanabiliyor. Etnik kışkırtıcılık ve toplumu ayrıştırma çabaları meşruiyet kazanıyor. Millî kültür, millî tarih ve millî kurumlara yönelik yıpratma ve arındırma girişimleri demokratikleşmenin, modernleşmenin, sivilleşmenin gerekleri olarak sunuluyor. Böylece alt kimliklerin sür'atle güçlenmesi, her vesileyle öne çıkarılması, siyasal bir anlam kazanması sağlanıyor. Türklük bilincine vurgu yapılması, farklılık iddiasındaki grupların tahriki gerekçesiyle sakıncalı sayılıyor. Millî devletin kuruluş ilkeleri sonuçta temel dayanaklarından yoksun bırakılıyor, Türkiye Cumhuriyeti'nin altı oyuluyor.
Son yıllarda uyum yasaları adına yapılan değişikliklerin önemli bölümü, sırf kendi alanlarıyla sınırlı kalabilseydi muhtemelen büyük sakıncalar doğmayacaktı. Ancak bunların aralarındaki karşılıklı etkileşmeler, sosyal ve kültürel gelişmelerin önceden belirlenen sınırlarla tahditli kalmaması, daha da önemlisi bazı metinlere yerleştirilen özel amaçlı hükümler kısa zamanda belirli mecralarda buluşuyorlar, hesapta olmayan etki merkezlerine dönüşüyorlar. Siyasal ve kültürel alanlardaki tahribat giderek genişlediğinden bu girişimler olumsuz bir bütünlük kazanmış oluyor.
APO'nun İmralı'ya getirilmesinden sonraki süreçte yaşanan gelişmeler ve ortaya çıkan sonuçlar iyi tahlil edilirse, ülkemizin çok yönlü ve çok merkezli stratejik bir kuşatmayla karşı karşıya kaldığı görülür. Ellerindeki siyasal, kültürel ve ekonomik enstrümanları başarıyla kullanan, zaaflarımızı iyi belirleyen güç merkezleri, temel meselelerde bağımsız düşünme ve davranma imkânlarımızı önemli ölçüde engelleyebiliyorlar. Normal şartlarda irademize konulmaya çalışılan ambargolara karşı oluşabilecek tepkiler, AB ile ilişkilerin geliştirileceği umudu adına sistemli şekilde bastırılıyor.
Avrupa Birliği, aralık zirvesinde daha dürüst davranırsa, politik atraksiyonlara yönelme yerine net bir tavır almayı tercih ederse doğacak sonuçlar her açıdan yararımıza olacaktır. İlişkilerin gerçekçi bir zemine oturtulması sonucu irademizi serbestçe kullanmak, bağımsız düşünmek ve hareket etmek imkânına kavuşabileceğiz. Çünkü içinde yaşadığımız sıkıntıların temel sebebi, problemlerimizin ağırlığından değil, bunlara çözüm bulmak hususunda karar ve tercih kabiliyetimizi kullanmamamızdan kaynaklanmaktadır.