İYİ Kİ CUMHURİYETİMİZ VAR
Bu ayın 29'unda Cumhuriyetimizin 81. yılını kutlayacağız. Binlerce yıllık bir tarihî akışın yanı sıra, bu coğrafyada bin yıldan beri ikamet ettiğimiz düşünüldüğünde, bu süre uzun sayılmayabilir. Ancak 81 yıl zarfında gerek dünyada ve çevremizde yaşanan olaylar, değişen dengeler, bilim ve teknolojideki muazzam gelişmelere paralel şekilde oluşan küresel şartlar, gerekse iç bünyemizde yaşadıklarımız dikkate alındığında geçen zamanın küçümsenmemesi gereken bir değer taşıdığı görülür. Başka bir ifadeyle 81 yıl, devletimiz açısından önemli bir birikim ve tecrübenin varlığı anlamını taşımaktadır.
Günümüzde karşılaştığımız problemlere çözümler ararken, 1920'li yılları hatırlamak ve kıyaslamalar yapmaktan kaçınmamalıyız. Bunu geçmişte yaşamak diye nitelendirip küçümseyenler olabilir. Ancak bu, doğru bir hüküm değildir. Tam tersine geçmişle ilgili bilinçli bağlantılar, günümüze anlam kazandırmayı sağladığı gibi, gücümüzü, imkân ve kabiliyetlerimizi farkında bile olmadan küçümseyerek, gereksiz bir kötümserliğe saplanıp kalmamızı önler.
GSMH'sinden fert başına düşen miktarın 45 $ civarında olduğu, ülkede hemen hemen hiçbir ciddî alt yapının bulunmadığı, belirli bir mesafeyle sınırlı kalan demir yolunun dışında ulaşımın tam bir meşakkat sayıldığı, susuz, elektriksiz, hastanesiz bir köylü toplumda Göktürklerden beri tarihte ilk defa Türk adıyla bir ulus-devletin kurulması sıradan bir olay değildir.
Savaşlardan yorgun düşen, 12 milyon insanla yola koyulan genç Cumhuriyet çok çetin sınavlardan geçti. Uzun yıllar fakirliğin alt sınırlarında bocalayıp durduk. Girmediğimiz II. Cihan Savaşının sıkıntılarını, kıtlıklarını yaşadık. Müslüman toplumların önemli bölümünün henüz bağımsızlıklarını kazanamadıkları bir dönemde, tarihî bir hamleyi gerçekleştirdik ve çok partili demokratik hayata geçtik.
Bu kritik yıllarda Osmanlıyı çökerten dış baskıların bulunmayışı devleti yeniden inşa çabalarının rahatça sürdürülmesini sağladı. Bu elverişli ortama mukabil, iyi başladığımız demokratik süreci içeriden vurduk. Hak ve özgürlüklerin sağlanması, demokratik düzenin kurulması ve diktaya gittiğine inanılan bir iktidarın ne pahasına olursa olsun devrilmesi adına anti demokratik yöntemlerin kullanılmasında sakınca görülmedi. Sivil ve asker bürokraside, basın, üniversite ve gençlik çevrelerinde kısa sürede örgütlenen cunta, DP iktidarının durumu iyi algılayamamasından ve yöneticilerin aymazlığından yararlanarak iktidara el koydu. Bu olay, Meşrutiyet ve sonrasının en büyük problemi olan ordu-politika ilişkisinin en yoğun şekilde bir kere daha Türkiye gündemine girmesi anlamını taşıyordu. Atatürk'ün derin bir idrak ve önsezi ile siyasî alanın dışına çıkardığı asker, 27 Mayıs sabahı kışlasından çıkmış ülke yönetiminin baş aktörü konumuna gelmişti. Müdahalenin son derece kolay ve risksiz başarılması askerî bürokraside özendirici bir etki doğurdu. Demokratik yollardan ve halkın tercihiyle iktidara gelme ümidi taşımayan sol eğilimli aydınlarla birlikte darbe yapmaya yönelik girişimler sür'atle yaygınlaştı. Böylece 27 Mayısın hemen ertesinde Silâhlı Kuvvetler bünyesinde çeşitli örgütlenmeler ortaya çıktı. Bazıları fiilî müdahale aşamasına gelemeyen bu çabaların oluşturduğu ortam, çok partili demokrasimizin kendi seyrinde gelişmesini engelledi. Sürekli olarak baskı ve tehdit altında kalan demokratik düzen, evrensel kuralları çerçevesinde gelişip yerleşemedi.
Toplumun çoğunluğunun düşüncelerinin, değerlerinin, eğilimlerinin ve tercihlerinin yönetime yeterli ölçüde yansımaması sonucunda, devlet-toplum ilişkilerinde önemli aksamalar meydana geldi; hatta yer yer ciddî tıkanmalar ortaya çıktı. Devlet-toplum ilişkilerinde yaşanan problemler, ülke şartlarımız açısından stratejik bir anlam taşıyan insan unsurunu özellikle genç nüfusumuzu harekete geçirmemizi engelledi; toplumsal bir sinerji yaratılmasına, canlı, dinamik ve üretken bir yapı kurulmasına imkân bırakmadı. Kendi insanına güvenmeyen, onun inancından ve uygulamalarından tedirgin olan, hatta bunu kendi varlığına bir nev'i meydan okuma sayan yönetim anlayışının toplumla huzurlu ve ahenkli bir ilişki kuramamış olması son derece doğaldır.
Bu anormal ortam Türklerin devlet geleneğine kesinlikle aykırıdır. Devletin bekasını fevkalâde önemseyen, tehlikelerle dolu coğrafyalarda yoğun düşmanlıklara karşı varlığını sürdürme ihtiyacını, en güçlü ve etkili sosyal, siyasal ve ekonomik organizasyon anlamına gelen devletin varlığıyla özdeşleştiren bir yönetim felsefesinin aşındırılmasının nelere mal olabileceği giderek daha net şekilde görülebiliyor. İnsanına gerekli saygıyı göstermeyen, kutsal değerlerine ve bunların hayata yansıtılmalarına kuşkuyla bakan bir anlayış, devlet yönetiminin esas ihtiyacı olan duygusal desteği sağlayamaz. Dolayısıyla devleti etkili ve güçlü kılan sadakat ve bağlılık duygularında endişe verici gevşemeler ortaya çıkar. Bu durumu yok saymak, görmezlikten gelmek, çeşitli tevillerle geçiştirmeye çalışmak mevcut problemi ortadan kaldırmaz. Oysa bunun tam tersi yapılmalı, gerçeklerle yüzleşilmekten çekinilmemelidir. Toplumun içinde yaşadığı psikolojik ortam ve muhtemel sonuçları, cumhuriyetin başlıca ilkelerinden biri olan bilim zihniyetiyle, analitik metotla algılanmaya çalışılmalıdır. Doğru ve rasyonel tavır budur.
Cumhuriyet ile ilgili eleştiriler, 90'lı yılların başından itibaren, liberal görüşlerin ağırlık kazanmasına paralel şekilde giderek yoğunlaştı. Yakın zamana kadar Marksizm'i savunan ve bu doğrultuda çalışmalar yapan eski solcuların neo-liberal kesimle aynı çizgide buluşmaları ilginç görüntülere yol açtı. Çıkış noktalarını hukukun üstünlüğüne ve insan haklarına dayalı demokratik ve özgür bir toplum düzeninin kurulmasına bağlamaya çalışan bu kesimler, aralarında yaygın ve etkili bir iş birliği kurdular. 1982 Anayasası başta olmak üzere sür'atle geniş yasal düzenlemelerin yapılmasını, her alanda liberal bir yönetim tarzının benimsenmesini, fikir ve düşünce özgürlüğünü engelleyici saydıkları mevzuatın sür'atle tasfiyesinin sağlanarak yerinden yönetime dayalı köklü bir yönetim reformunun gerçekleştirilmesini savunuyorlar. Arzuladıkları ortamın şimdiye kadar kurulmamasının sorumluluğunu Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren benimsenen temel ilkelerde ve yönetim tarzında arıyorlar. Özellikle devletin bekasının ve güvenliğinin sağlanmasına ilişkin dikkatleri abartılı buluyorlar ve hatta gereksiz sayıyorlar. Devlet, İkinci Cumhuriyetçiler nazarında etkisizleştirilmesi, kenara itilmesi küresel gelişmeler sonucu zarurî hâle gelen, vaktiyle aydınlanma ve sanayileşme gibi batının belirli zaman kesitlerinde etkili olduktan sonra tarihin dışına düşen çağdışı bir fenomendir. Bireyin esas alındığı, hayatın temel öznesi kılındığı, hak ve çıkarlarının sağlanmasının başlıca belirleyici etken sayıldığı global ideolojileri dayanak yapan bu görüş sahipleri, Türkiye Cumhuriyeti'ni ulus-devlet yapısı ve temel ilkelerinin yanı sıra izlemekte olduğu politikalarıyla saldırı hedefi yapıyorlar. Varlığını sürdürmeyi amaçlayan uygulamalarını demokratik ilkeler açısından gereksiz ve hatta sakıncalı buluyorlar. Bu kesimin devlete ve Cumhuriyete yönelik eleştirileriyle, ülkemizde etnik ve cemaatçi zeminde politikalar yürütmeye çalışanların girişimleri kolaylıkla buluşuyor, bütünleşiyor ve ortaya doğal bir ittifak çıkıyor. Bu birliktelik, Türkiye'deki etnikleşme çabalarını kültürel bir hak ve kimlik gereği gören batılı çevreler tarafından sempatik bulunuyor ve destekleniyor. Sonuçta etki alanı belirli bir toplumsal alanla sınırlı olan, kayda değer siyasal tabanı bulunmayan ve belirgin özelliği devlete, onun temel ilkelerine ve millî sıfatıyla tanımlanabilecek değerlere karşı olmaktan ibaret bu antici cephe, ülkede gücünün üzerinde bir baskı sağlayabiliyor. Stratejik alanlarda, basında, üniversitelerde, bürokratik çevrelerde, büyük iş dünyasında yer tutmuş olmaktan kaynaklanan imkânlarla diledikleri zaman fikir ve düşünce bağlamında terör havası estirdikleri, farklı görüş sahiplerini korkutarak, yıldırarak, ürküterek geri çekilmeye zorladıkları görülüyor.
Cumhuriyetin 81. yılında önemli iç ve dış meselelerle karşı karşıya bulunan, uluslar arası politik ve finansal merkezler tarafından kuşatılmaya çalışılan Türkiye, bütün bu problemleri bir şekilde çözmeye muktedirdir. Bin yıldır yaşadığımız Anadolu topraklarında hemen her dönemde benzer meselelerle karşılaşmaktan kaynaklanan tarihî tecrübeye ve birikime sahibiz. Balkanlar'dan, Kafkasya'dan, Orta Doğu'dan üzerimize yığılan siyasal, kültürel ve ekonomik baskılara direnebildiğimizden bu topraklarda kalıcı olabildik; buraları kendimize ebed-müddet vatan kıldık.
Batının bölgemiz ve ülkemiz üzerindeki emperyal emelleri ve bunlarla ilişkili projeleri ise yeni bir şey değil; Şark Projesinden ve Sevr'den başlayarak bu gibi niyetleri kanıksayacak derecede alışkanlığımız var. Belimizi büken, dikkatlerimizi dağıtan, reflekslerimizi hareketsiz kılan esas faktörler, içimizden yani bir kısım aydınımızın oluşturduğu düşünce ve eylem merkezlerinden kaynaklanıyor. Bir taraftan devletin doğru, sağlıklı ve gerekli politikalar izlemesi engellenirken, diğer taraftan gücü ve otoritesi topluma karşı yönlendirilerek devlet-toplum ilişkileri soğutulmaya ve hatta kırılmaya çalışılıyor.
Cumhuriyetimizin bütün bu olumsuzluklara rağmen parlak bir geleceğe aday olduğunu söylemek boş ve anlamsız bir hamaset değildir. Çünkü 81 yılda çok önemli mesafeler aldık. Son derece sınırlı imkânlarla kurulan, uluslar arası zeminlerde yaşama ihtimali tartışılan ve geleceğinin belirsiz olduğuna inanılan savaş yorgunu ve yeniden oluşturulmaya çalışılan bir devlet değiliz. 81 yaşını tamamlayan Türkiye Devleti'nin tarihî ve kültürel havzaları pek çok ülkeyi kıskandıracak derecede geniştir. Değişen dünya dengelerinde jeostratejik önemi hiç azalmamıştır; bölgenin değeri giderek artan en büyük su kaynaklarını elinde bulundurmaktadır. Dünyanın en deneyimli ve güçlü Silâhlı Kuvvetlerinden birine sahiptir. Yakın gelecekte Avrupa'nın en kalabalık nüfusunu barındıracağı bilinen, dostları nezdinde güven, hasımlarında tedirginlik yaratan, ABD'nin eski Başkanı Clinton'un ifadesiyle gerekli şartları yerine getirmesi durumunda 21. yüzyılın baş aktörlerinden biri olma iddiasını taşımayı hak edecek bir cumhuriyetin yurttaşlarıyız.
Bunların değerini anlamamakta ısrar eden, Türkiye'nin muhtemel atılımlarını engellemeye, frenlemeye çalışan, Türklük bilincini zihinlerden silmek suretiyle üst kimlik unsuru olmaktan uzaklaştırmayı stratejik bir amaç sayanların varlığını görmeli, yapmak istediklerini iyi bilmeli ve bu odakların hedeflerine ulaşmalarına fırsat vermemeliyiz.
Çünkü Cumhuriyeti kuran ve dünden devraldıkları varlığın devamı ülküsünü inşa ettikleri yeni yapılanmayla yarınlara ulaştırmayı amaçlayan Mustafa Kemal ve arkadaşlarının genç nesillere bıraktıkları en büyük armağan bu kararlı ve bilinçli duruştur. Cumhuriyetimizin 81. yılında günümüzü ve geleceğimizi düşünürken bize bırakılan mirasın anlamını doğru algılamalı, kendimize güvenmeli ve sorumluluklarımızı sahiplenmeliyiz.
GEREKLİ BİR AÇIKLAMA
Türk Yurdu'nun Ağustos sayısında Türkiye-Türk Dünyası ilişkilerinin genel bir değerlendirmesinin yapıldığı yazımdan dolayı çok yakın birkaç dostumun sitemleri üzerine ufak bir açıklama yapma gereğini duydum.
Söz konusu yazımda neyi kastettiğimi açıkça belirtmeye çalışmıştım; ancak bunları bir kere daha ifade etmek suretiyle yanlış anlaşılmayı önlemek ve dostlukları benim için paha biçilmez bir değer taşıyan arkadaşlarımın gönüllerinde buna ilişkin herhangi bir izin kalmamasını sağlamak isterim.
Türkiye Devleti, on yıldan beri sağlam, kalıcı, istikrarlı ve sürekli bir Türk Dünyası politikası ne yazık ki inşa edememiştir. Bunun sorumluları elbette yönetim yetkisini ellerinde bulunduranlar yani hükûmetlerdir. Bu zaman zarfında hükûmetlerde görev yapan bakanların arasında meselenin anlamını, önemini ve değerini iyi bilen, bu hususta kendilerine düşen yükümlülüklerin bilinci içerisinde hareket edenler elbette oldu. Her zaman öğünerek ve gurur duyarak ifade ediyorum ki, bunların tamamı bizim arkadaşlarımız, dostlarımız, kardeşlerimizdir. Yarım yüzyıla yakın bir birliktelik içerisinde fikrî, ruhî, ahlâkî ve manevî cümle yüce değerlerin paylaşılmasına ve yaşanmasına çalışmaktan kaynaklanan bir gönül beraberliği içerisinde, her birinin geldikleri makamlardaki varlıkları, doğrudan kendimizin temsili anlamını taşıdı. Oralardaki icraatları, eserleri, aldıkları sonuçlar her bakımdan müşterek hasılamızdır.
Bu bağlamda sadece bazı hususları hatırlatmayı zarurî buluyorum.
Devletin anlatmaya çalıştığım tarzda, stratejik anlamda ileriye dönük, ciddî, derinlikli, tutarlı global politikası, tasarımı ve tasavvurları olsaydı;
Meselâ Azerbaycan'da darbe rezaleti yaşanır mıydı? Devletin en önemli kurum ve makamları arasında ortaya çıkan yüz kızartıcı kargaşa cereyan eder miydi?
Cumhurbaşkanlarımız arasında meseleye en yakın ilgi gösterenlerin başında gelen Sayın Süleyman Demirel'in bile, bütün iyi niyetine ve çabalarına rağmen, aldığı sonuçların öncelikle kendilerini tatmin etmediğini biliyoruz. Nasıl edebilsin ki, on bin öğrenciyi getirme gibi harika bir girişimi başlatıyorsunuz, ancak başkente gelenlere belediye otobüslerinden ücretsiz yararlanma gibi çok doğal bir imkânı sağlamayı başaramıyorsunuz. Öğrencilerin başta lisan olmak üzere eğitimleriyle ilgili temel alt yapı ihtiyaçlarının yeterli şekilde karşılanmasını sağlayacak bürokratik düzeni kurup işletemiyorsunuz.
Yapılanları da yapılamayanları da alt alta sıralayıp daha fazla uzatmanın yararı yok.
Büyük devlet olmak, küresel iddialar taşımak, stratejik hedeflerin ve amaçların iyi tespitine ve bunları sağlayacak, uygulamaya koyacak mekanizmaların yeterli düzeyde oluşturulmasına bağlıdır.
Devlet çarkının içerisinde hasbelkader birkaç önemli dişlinin yerinde olması maalesef sonucu belirleyen bir etki sağlayamıyor. Rotayı tespit eden, dümeni kontrolünde tutan kaptan yahut kaptanlar daima esas belirleyici faktör oluyorlar. Hatta aile boyu bu rolü üstlenebiliyorlar. Türkiye'de siyasetin patronlarının zihnî, fikrî ve manevî formasyonlarının yanı sıra, demokrasimizin bilinen hastalıkları, kronik istikrarsızlık, politikacıların plânlama ve uygulamalarda süreklilik sağlayacak ortamı bulamamaları gibi çeşitli sebepler sonuçta Türk Dünyası ile ilişkilerimizi günümüzdeki hüzün verici ortama sürüklemiş bulunuyor.
Her şeye rağmen olumlu ve sevindirici gelişmeler varsa, bunlar genel mekanizmanın içinde zaman zaman yer almış olan Ayvaz Gökdemir, Namık Kemal Zeybek gibi bakanların, Acar Okan, Alaaddin Korkmaz, Öner Kabasakal gibi bürokratların, Kurtuluş Taşkent, Ecvet Tezcan, Umut Arık gibi diplomatlarımızın eseridir. Bugün de yönetim sorumluluğunu taşıyanlar arasında konuyu hassasiyetle sahiplenenlerin mevcudiyetini sevinçle izliyoruz. Bunun son örneğini Türk Dünyası Gençlik Kurultayında müşahede ettik. Başkonsolos Serap Ataay, TİKA Başkanı Hakan Fidan gösterdikleri ilgi ve yardımlarla bu faaliyetin başarıya ulaşmasına önemli katkı sağladılar. Bu bağlamda Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün yakın ilgilerini özellikle belirtmemiz gerekir.
Bunları sevindirici örnekler olarak belirtirken, devlet politikası anlamında yetersiz kalındığını söylememizin asla kadirbilmezlik sayılmaması gerektiğini belirtmeliyiz. Bu meselede katkıları olan, hizmet veren ancak isimlerini burada zikretme imkânını bulamadığımız politikacılarımız ve bürokratlarımızın tümüne takdirlerimizi, şükranlarımızı sunmaktan onur duyarız.