ŞİMDİ VE DAİMA HAMASET
Kıbrıs meselesinin 1 Mayıs tarihine kadar çözümlenmesi amacıyla düzenlenen sürecin birinci kademesi, Lefkoşe'de Türk ve Rum liderleri arasındaki görüşmeler, ciddî bir gelişme sağlanamadan tamamlandı. Dergimiz basılırken sürecin ikinci kademesi, yani Türkiye ve Yunanistan'ın başbakanlar düzeyinde temsil edilecekleri ve Türk ve Rum liderlerin de katılacağı dörtlü toplantı İsviçre'de devam ediyordu. Rumların itirazları üzerine toplantının belirlenen günde başlayamaması, Kıbrıs Türklerinin siyasî varlığının kabulü anlamını taşıyan 4'lü zirvenin önemli ölçüde sulandırılması Bürgenstock zirvesinin sonuçlarının ne olacağının göstergesi sayılabilir. Aslında Rum lideri Papadupulos, İsviçre'ye hareket ederken "Süreçler ve baskılar uğruna Kıbrıs Hellenizminin haklarını, güvenliğini ve kaderini feda edecek değilim" derken problemin nereden kaynaklandığını çok somut şekilde göstermiştir. Bu cümleyle Yunanistan'ın eski Başbakanı Simitis'in, Klerides'in ve diğer Rum yetkililerinin AB şemsiyesi altında Hellenizmi gerçekleştirdiklerini anlatan ifadeleri bir araya getirildiğinde, içimizdeki bazı çevrelerin ders almaları gereken anlamlı bir tabloyla karşı karşıya kalıyoruz.
Amacını, yöntemini ve ilkelerini özenle seçen ve yıllardan beri bunları gerçekleştirmek için dikkatli ve sistematik çalışmalar sergileyen Rumların başarılı oldukları ortadadır. Siyasî ve ideolojik görüşleri farklı olsa bile, Kıbrıs ve Yunanistan'daki Rumların Pan Hellenizm amacında bütünleşmeleri, millî tezlerini el birliğiyle savunmaları, hâlimizi, tutumumuzu ve davranışlarımızı düşündüğümüzde, ancak gıpta ve kıskançlıkla izleyebileceğimiz bir manzaradır.
Türkiye'nin gündeminde Kıbrıs'la birlikte birçok önemli iç ve dış mesele var; Ege meselesi, Irak'ın yeniden yapılanması ve Türkmenlerin durumu, ülke içinde giderek yoğunlaşan etnik kışkırtıcılık, ırkçılık ve bölücülük, AB ile ilişkiler ve nihayet yaşanılan ekonomik şartlar bir çırpıda sıralanabilecek öncelikli konular… Başka bir ülke bunların tamamı bir yana, sadece biriyle muhatap olsaydı, muhtemelen problemin ağırlığı altında ezilip kalırdı. Ancak milletimizin tarihin derinliklerinden süzülüp gelen büyük tecrübesi, birikimi, zorluklara karşı direnme alışkanlığı gibi önemli toplumsal özelliklerimiz, bozgunu önleyen faktörler olarak ön plâna çıkıyor ve bütün olumsuz şartlara rağmen yıkılmıyoruz.
Aslında esas müşkülâtımız, dışarıdan yöneltilen baskılardan kaynaklanmıyor. Belki de dünyada pek az ülkede örneği görülebilecek ciddî bir aydın problemiyle karşı karşıyayız. Millî köklerinden kopmuş, millî değerlerine ve dolayısıyla topluma yabancılaşmış, kültürel dokusuyla, toplumun değer ve inançlarıyla sürekli çatışma içerisinde bulunmayı tarihî bir misyon şeklinde benimsemiş bir kısım entelektüelin oluşturduğu ufak bir azınlık, sahip oldukları ekonomik, bürokratik ve siyasal imkânları kullanarak, toplumun büyük çoğunluğuna hükmetmeye çalışıyor.
Ellerindeki imkânlar güçlü ve etkili olduğundan, sesleri herkesten yüksek çıkıyor. Kamuoyu gerçekler yerine, bu kesimlerden sunulanlarla yüz yüze kalıyor. Dolayısıyla demokratik mekanizmalar normal şekilde işlemediğinden, bürokratik ve toplumsal kurumlar iyi çalışmadığından doğru ve sağlıklı hükümlere ulaşılması imkânsız hâle geliyor.
Bunun en çarpıcı örnekleri, özellikle son birkaç yıldan beri Kıbrıs ve AB konularında yaşanıyor. Neticede siyasal, sosyal ve ekonomik bir mahiyet taşıyan ve stratejik çerçevede değerlendirilmesi gereken Avrupa Birliği ilişkilerimiz hiçbir ülkenin yapmadığı şekilde mistik bir anlam yüklenerek bir nevi fetiş şekline dönüştürüldü.
Basın ve televizyonlarda, üniversitelerde, bürokraside etkili konumdaki bu AB müminleri için gerçek sadece kendi inandıklarından ibarettir; her konu tartışılabilir, ancak AB ve Kıbrıs meselelerine farklı bakmak, eleştirmek bağışlanmaz bir günah, ağır bir suçtur. Çoğunun kendilerini inandırdıkları ve önemsedikleri gerekçeleri vardır. Bunlara göre, Türkiye ne ekonomik problemlerini, ne de siyasal, sosyal ve hukukî meselelerini iç dinamikleriyle çözemez ve demokratikleşemez. Kurtuluş ancak AB'ye girmemizle kabil olabilir. Bu yüzden önümüze sürülen bütün şartları itirazsız kabullenmek, uyum sağlamaya çalışmak, istenenleri vermek çağdaşlığa, uygarlığa ve gelişmişliğe açılan kapılardır. Kıbrıs meselesi AB üyeliğimiz açısından kritik bir bariyerdir; Annan Plânı tarihî bir fırsat, Türklere uzatılan bir can simididir. Rauf Denktaş itiraz ederek, eleştirerek bozgunculuk yapıyor.
Bu kesim elinden gelse Rauf Denktaş'ı derhâl adadan çıkaracak, sesini tamamıyla kesmek amacıyla, dünyanın uzak ve ücra bir köşesine sürgüne gönderecektir. Geçen ay Türk Ocakları Genel Merkezi ile Ankara Ticaret Odası'nın davetlisi olarak Ankara'ya gelişinde gösterilen muhteşem ilgiyi nefretle izlediler. Uluslar arası bilimsel bir toplantı anlamını taşıyan, yurt dışından bu konuların uzmanı yedi konuşmacının tebliğleriyle katıldığı iki gün süren sempozyumdan tek bir satırla bile bahsetmemek suretiyle meşreplerini bir kere daha ispatlamış oldular. Ne toplantının içeriği ve yapılan konuşmalar, ne de Sayın Denktaş'ın protokol konuğu olarak toplantıya teşriflerinde, olaya siyasî bir görüntü vermemek, siyasî mensubiyetlerin dışına çıkılarak, Türk milletinin millî bir davayı ve millî bir kahramanı bir bütün hâlinde sahiplendiğini göstermek amacıyla sergilenen tablo ne hazindir ki medyamızda yer bulamadı.
Denktaş'ın bu sırada görüşme masasında olduğunun, Türklerin çıkarlarını savunduğunun, Cumhuriyetin başkentinde toplumun desteğinin sergilenmesinin arkasında Türk milletinin desteğinin bulunduğunun görünmesinin, her şey bir tarafa, Türkiye'nin elini kuvvetlendireceğini, muhataplarımıza karşı devletimizi ve temsilcilerimizi daha güçlü kılacağını düşünmek bile istemediler.
Milletinden, kültüründen, tarihinden sür'atle uzaklaşan, toplumun inanç ve değerlerine yabancılaşan, bunu ilerilik ve son zamanlarda liberal demokratik değerler adına çağdaşlık sloganlarıyla süsleyip kutsallaştırmaya çalışan bu kesime rağmen, millî politikalar izlemek, bunları geliştirmek, başarılı ve etkili kılmak şüphesiz kolay olmayacaktır.
Ancak gerçeklerin medya yoluyla ve büyük sermaye imkânlarıyla örtülmesinin sonuna yaklaşılıyor. 2004'ün Türkiye için çok kritik bir yıl olduğu ortadadır. Kıbrıs'ın yanı sıra, Irak ve Ege meselelerindeki gelişmelerle birlikte, giderek daha açık ve pervasız stratejiler geliştiren etnik bölücülerin, 28 Mart sonuçlarına göre uygulamayı plânladığı açılımlar, milletimizin bu yüzyıldaki konumunun ve kaderinin belirlenmesinde büyük ölçüde etkili olacak olaylardır.
Bütün bu gelişmelerde AB ile ilişkilerimizin seyri şimdiye kadar olduğu gibi, nâzım rol oynayacaktır. Türkiye bu yılın sonuna doğru görüşmelerin başlamasına ilişkin kesin bir tarih beklentisi içindedir. Oysa AB çevrelerinden şimdiye kadar edinilen izlenimler umulanın tersine bir tavırla karşılanma ihtimalini giderek güçlendiriyor. Başta Verheugen ve Prodi gibi AB yetkilileri olmak üzere, övücü ve teşvik edici beyanların dışında, birliği resmen bağlayacak ve kesin taahhüt anlamına gelecek bir yaklaşım içinde olmamaya özen gösteriyorlar. İzledikleri stratejinin esas itibariyle, aralık ayına kadar Türkiye'yi Kıbrıs ve Ege meselelerinde kendi belirledikleri çizgide politika izlemeye sevk etmek, mültefit sözlerle, bağlayıcılığı bulunmayan jestlerle bunu sağlayacak elverişli bir psikolojik ortam yaratmaya çalışmak olduğu görülüyor. Nihaî cevabın verileceği safhada batılıların fevkalâde mahir oldukları diplomatik üslûbu kullanarak, şişi de kebabı da yakmayacak uygun bir karar almaları zor olmayacaktır. Muhtemelen Türkiye'nin gösterdiği çabalar övülecek, umut ve beklentilerinin sürdürülmesi sağlanacak, ancak yerine getirilenlerin yeterli olmadığı belirtilerek devamı yönünde teşvik edilecektir.
Türkiye Kıbrıs'tan başlayarak, bütün bu hayatî konularda, geleceği karanlık bir AB üyeliği beklentisiyle, uyum ve uzlaşma adına, sonuçları teslimiyet anlamına gelecek politikalar izlemeye çalışırsa, bu her açıdan tam bir felâket olur. Geniş toplum kesimleri ilk plânda kayıpların çapını ve anlamını algılamakta zorlansa bile, kısa zamanda fark edilecek gerçeklerin oluşturacağı kitlesel tepkilerin, içi boş retoriklerle durdurulması mümkün olmaz. Hatta bu ortamın ilk belirtilerinin görülmesiyle birlikte, şimdiye kadar iktidarı izlediği AB politikaları nedeniyle var güçleriyle teşvik eden kesimler çok seri şekilde rotalarını değiştirirler. Bunun ilk yansımaları medyada yaşanır; basın ve televizyonlar anlı şanlı kalemleriyle birlikte, 1960 ilkbaharından dönemin iktidarının infazını sağlamak amacıyla üstlendikleri rolü bir kere daha sergilemek üzere sahnedeki yerlerini alırlar.
Türkiye'nin son yarım yüzyılının siyasî tarihi iyi incelenirse, siyasal desteğin ve toplumsal tabanın her şeye muktedir olmadığı, 27 Mayıs örneğinde olduğu gibi, kontrolden çıkan kitlesel gelişmelerin fevkalâde trajik sonuçlara yol açtığı görülür. Oysa Türkiye'nin en büyük ihtiyacı siyasî, toplumsal ve ekonomik istikrarın sağlanması ve uzun süreçte devamıdır. Ülke adına sorumluluk duygusuna sahip herkesin, makamı, sıfatı ve konumu ne olursa olsun, bu mecburiyetin bilincinde olması gerekir. Yarım yüzyıldan beri çok değerli zamanları nasıl tükettiğimizi, çoğu bencil heves ve ihtiraslardan, çıkar kaygılarından kaynaklanan girişimlerle ülkenin yönetimini nasıl kilitlediğimizi, kaynakların havaya savrulmasına seyirci kaldığımızı doğru ve gerçekçi tarzda hatırlayabilirsek, artık yanlış yapma lüksüne sahip olmadığımızı görürüz.
Türkiye'nin sosyal, ekonomik ve kültürel yapısında görülen olumsuzlukların temel nedeni, başta AB olmak üzere dış kaynakların desteğini sağlayamamak değil, kendi imkân ve potansiyelini değerlendirememektir. Her fırsatta AB bünyesindeki ülke insanlarının gelir seviyesini dile getirerek, yurttaşlarımızın izafî yoksulluğunu bu toplulukta bulunmamıza bağlamanın ne yararı var? Sadece son on yılda kamu kaynaklarının, bankaların soyulup yağmalanmasıyla ilgili bilânçolar bile, kabahatin kaynağını ortaya koymaktadır. Yaşadıklarımızdan gerekli dersleri çıkararak, çıkış yolları bulmak, iç dinamiklerimizi yeterli ölçüde kullanmayı başarmak yerine, dışarıdan sağlanacağı umulan desteklerin hayaliyle avunmak, AB'nin bize açılması imkânsız kapılarının önünde günlerimizi tüketmek, kabulü mümkün olmayan taleplerine karşı kendimizi mecbur ve mahkûm saymak toplumsal bir şizofreni ve hatta intihardır.
1920 yılının Nisan ayı, TBMM'nin açılmasıyla millî devletin temellerinin resmen atıldığı çok özel bir aydır. Milletimizin kaderi 84 yıl sonra gene bir nisan ayında Kıbrıs'ta yapılacak referandumla gündemdedir. Söz konusu olan sadece bazı detay unsurların Rumlar tarafından kabul edilip edilmemesi değildir. Sayın Denktaş'ın her zaman vurguladığı gibi adada Türk varlığının tescilini ve devamını sağlamayacak her anlaşma milletimiz için hüsrandır, kayıptır. Bu gerçeğin bazı makyaj çabalarıyla örtülmesi, sadece kendimizi kandırmak olur.
Yıllardır millî bir dava olarak sürdürülen bir konuda mağlûbiyet anlamına gelecek bir gelişme, kesinlikle Kıbrıs'la sınırlı kalmaz. Kıbrıs'ın hukukî ve siyasî haklılığımıza rağmen teslim edilmesi hâlinde Ege'deki haklarımızı hangi inanç ve psikolojiyle koruyabiliriz? Irak'ta Türkmenlerin varlığını nasıl sahiplenebiliriz? En önemlisi Kuzey Irak'ta iki aşiret liderine kurdurulan devletin, doğrudan ülke bütünlüğümüze yönelmesi kaçınılmaz baskılarına nasıl direnebiliriz?
Bütün bu mülâhazaları hamaset diye nitelendiren, kerameti sadece kendilerinden menkul bir yüksek diplomasi adına teslimiyetçiliği meşru sayan anlayışların doğru sıfatı hamakattir.
Biz hem millî çıkarlar ve mecburiyetler, hem de nesnel ölçüler ve reel politik açısından her zaman hamasî davranmaya devam edeceğiz. Dileyenler hamakatte inatla devam etsinler.