TRİBÜNDEN SAHAYA İNMELİYİZ

Nuri GÜRGÜR Türk Yurdu Dergisi (Şubat 2004)

Kıbrıs konusunun güncelliği ve AB ilişkilerimizin kilidi konumuna getirilmesi Irak'taki gelişmeleri ister istemez daha geri plâna itiyor. Oysa bu bölgede cereyan eden olaylar Türkiye açısından hayatî önem taşıyor. Önümüzdeki dönemde ortaya çıkacak siyasî yapılanmaların doğrudan ülkemize yansıması kaçınılmazdır.

Türkiye geçen yıldan beri Irak'taki gelişmeleri tribünden izlemektedir. 1 Martta tezkerenin meclisten geçmemesi ile ABD ile ilişkilerimizde yaşanan kriz, Birinci Körfez Harekâtı sırasında oluşan bütün dengeleri alt üst etti. Bundan en fazla Barzani ve Talabani kârlı çıktılar. Türkiye'nin Irak'ta ve özellikle ülkenin kuzeyinde etkili olmasından büyük rahatsızlık duyan ve bunu haksız bir müdahale olarak gören Kürtler ve Araplar, çoktandır arzuladıkları ancak kendi inisiyatifleriyle sağlayamadıkları bu sonuca ulaşmış oldular. Harekât öncesinde kuzey cephesine büyük önem veren ve burasını çetin geçeceğini tasarladıkları operasyonun kritik alanı olarak gören Amerikalılar, Türkiye'nin tavrını ahde vefasızlık ve hatta ihanet şeklinde değerlendirdiler. Dünyaya egemen olmaya, küresel bir etkinlik sağlamaya yönelik neo-con eksenli siyasal ve askerî paradigmaların hukukî, manevî ve ahlâkî ilkesizliği dikkate alındığında ABD yönetiminin ve kamuoyunun Türkiye ile ilgili psikolojisi daha rahat anlaşılabilir.

Barzani ve Talabani bu gelişmenin önlerine çıkardığı fırsatı iyi değerlendirdiler. Amerikalılara bu şokun henüz ilk etkileriyle sarsıldıkları bir ortamda limitsiz bir destek vaadi sundular. Yeni benimsedikleri ulusal güvenlik politikalarının temel ilkelerinden biri olarak, ülkeleri dost ve düşman şeklinde kategorize eden, kendilerine verilen destek ve sağlanan yardım ölçüsünde güvenilir sayan ABD için, Kürtlerin reel plânda ne sağladıkları fazla önem taşımıyor. Hatta Barzani ve Talabani için farklı bir seçeneğin olup olmadığını bile düşünmüyorlar. Bir yandan heyecanla uygulamaya çalıştıkları yeni politik konsept, diğer taraftan Kürtlerin bilinen teatral kabiliyetleri sonuç itibariyle Türkiye'yi tribünlere çıkartırken, Kürtleri bölgenin birinci derecede etkili unsuru konumuna getirmiş oldu.

Aslında bu gelişmelerin 1990'lara yani ilk Körfez Harekâtına uzanan bir arka plânı var. O tarihlerden itibaren Türkiye'nin bölgeyle ilgili sağlam, ilkeli ve gerçekçi politikalarının bulunmayışı, günü birlik taktik manevralarla kendimizi kandırmamız, gelişmelerin anlamını iyi okuyamamamız, sağlıklı tespitler yapamayışımız bu sonucu kaçınılmaz hâle getirdi. Bu tabloya Irak Türklüğüne karşı eskiden beri sürdürülen ilgisizliği ve duyarsızlığı da eklediğimizde dış politikamızın Irak konusunda fevkalâde vahim bir çıkmaz içinde olduğu görülür.

Barzani ve Talabani zaman zaman ilginç açıklamalar yapıyorlar ve özellikle iki önemli noktayı vurguluyorlar. Bunlardan birincisinde 1991'den sonra İncirlik'i kullanan ABD çekiç güç çerçevesinde kendilerine her türlü desteği sağlamasaydı, Saddam'a karşı varlıklarını sürdürmelerinin mümkün olamayacağı çok net şekilde belirtiliyor. Türkiye'nin çekiç güç konusunda ABD'ye ve dolayısıyla Kürtlere sunduğu imkânlar düşünüldüğünde, esas şükran duymaları gereken muhataplarının kim olduğu böylece ortaya çıkmış oluyor. Başka bir ifadeyle Barzani ve Talabani Türkiye'nin bir Kürt Devletinin oluşturulmasına tarihî bir katkı sağladığını açıklıyorlar. Bir başka hususu Barzani geçen yılın mayıs ayında, operasyonun sonuçlanması vesilesiyle yaptığı konuşmada dile getirmiş ve "Kürtler Saddam'ın yıkılmasıyla büyük bir zafer kazandılar; zaferimizin % 90'ı Türk askerinin Irak'a girmesini önlemiş olmamızdır" demişti.

Bütün bu açıklamaların bir araya getirilmesinden sonra Türkiye'nin Irak politikalarıyla ilgili tartışmaları gereksiz kılacak derecede açık, net ve ne yazık ki, iç açıcı olmayan bir tablo ortaya çıkmaktadır. Saddam'ı hesapladığından çok daha kolay deviren ve Irak'a yerleşen ABD ilk başlarda bunu küresel, siyasî ve ekonomik egemenlik politikalarının önemli bir başarı hamlesi şeklinde değerlendirdi. Hatta Başkan Bush'un başkanlık seçimlerini şimdiden kazandığını öne sürenler oldu. Ancak aradan çok geçmeden farklı bir durumun varlığı ortaya çıktı.

Amerikalılar Saddam'ın baskısından kurtulacak olan Irak halkının ve özellikle Şiîlerin kendilerini II. Dünya Savaşı sırasında kurtardıkları İtalyan ve Fransızlar gibi şükranla karşılayacaklarını umuyorlardı. Kürtler zaten güvenilir müttefikleri olduğundan, belirledikleri program çerçevesinde Irak'a yeni bir siyasî ve idarî yapı vermeleri zor olmayacaktı. Bir yıl içerisinde her şeyi yerli yerine oturtacaklar, askerî ve ekonomik hâkimiyetlerini devam ettirecek stratejik alanları muhafaza etmek kaydıyla, askerlerinin büyük bölümünün evlerine dönmesini sağlayacaklardı.

Sünnî üçgeni olarak adlandırılan bölgede yoğunlaşan tepkileri, Saddam yanlılarının mevzii direnişi olarak gördüklerinden fazla önemsemiyorlar, devrik Irak başkanının ele geçirilmesiyle bunların sür'atle tavsayacağına inanıyorlardı.

ABD bütün bu projelerinde Türkmenlere ısrarla yer vermedi. Çünkü başından itibaren Kürtlerin telkini istikametinde Irak'taki Türk varlığını azamî iki yüz ilâ üç yüz bin arasında ufak ve dağınık bir grup olarak kabul etmişlerdi. Üstelik Türkiye'nin baskısından da kurtulmuş olduklarından Türkmenleri Irak'ın kurucu unsurları arasında kabul etmeyi kesinlikle istemediler. Amerikalılar daha ilk günlerden başlayarak Şiîlerden gördükleri tepkiler karşısından derin bir hayal kırıklığı yaşadılar. Şiî Araplar büyük zulüm ve baskı gördükleri Saddam'dan olduğu kadar Amerikalılardan da nefret ediyorlar, onların güdümünde bir yapılanmaya rıza göstermeyeceklerini açıkça ortaya koyuyorlardı. Bu arada Saddam'ın yakalanması Amerikalılara yönelik saldırıları azaltmadı. Tam tersi Irak ABD askerleri için giderek yaşanmaz hâle gelmeye başladı. Her gün verilen Amerikan kayıpları Bush'un siyasî geleceğini ciddî şekilde sarsacak boyutlara ulaşıyor, eve dönüş umutları giderek zayıflıyor.

ABD'nin yönetimi devretmek niyetiyle kurduğu Irak Geçici Yönetim Konseyinin aslında bir kukla heyet olduğu, Irak halkının gerçek görüşünü yansıtmadığı, toplum nezdinde güven ve saygınlığa sahip bulunmadığı kısa sürede anlaşıldı.

Durumdan Kürtler dışında hiçbir toplumsal grubun memnun olmaması, çeşitli vesilelerle tepkilerini göstermeleri ABD yönetimini yeterli ölçüde uyarmamış görünüyor. Bu yüzden Irak'ta durum giderek müşkülleşiyor, çözüm bulmak zorlaşıyor. Barzani ve Talabani mevcut karmaşadan yararlanarak nihaî amaçlarına ulaşmaya yönelik önemli bir hamle yaptılar. Aralarında kesin anlaşma sağladıklarını, kuzeyde Kerkük ve Musul'u da içine alacak coğrafî alanda federatif çerçevede bir Kürt Devleti kuracaklarını ilân ettiler. Başından itibaren gidişin bu yönde olduğu herkesçe bilinse bile sonun başlangıcı anlamını taşıyan bu girişim bölgede derin bir şok etkisi yarattı.

Çünkü Barzani ve Talabani her zamanki ilkel kurnazlıklarıyla Bağdat'a bağlı kalacaklarını belirtseler de, bunun sadece zaman kazanmaya, ayaklarını basacakları elverişli bir zemin bulmaya matuf taktik manevra anlamına geldiğini görmek için özel yetenek gerekmiyor. Kuzeyde kurulacak Kürt Devleti, önce Irak'ın parçalanmasının kapılarını açacak, buna bağlı olarak bölgenin siyasî dengelerini onarılması imkânsız şekilde sarsacaktır. Böylesine şiddetli bir politik deprem Irak'ı yeni bir Lübnan ve Filistin yapacak, bu coğrafya sonu gelmez etnik ve dinî boğuşmalara yuvarlanacaktır. Hiçbir tarihî ve sosyal gerekçeye sahip bulunmamasına rağmen derin bir fütursuzlukla Kerkük'ü Kürtlerin tarihî başkenti olarak ilân eden Barzani ve Talabani'nin esas amaçlarının bu bölgedeki zengin petrol yatakları olduğunu herkes görüyor. Kerkük'ün aslî unsuru olan, Saddam döneminde sistematik asimilâsyon ve sürgün çabalarına rağmen varlıklarını sürdüren Türkmenleri görmezlikten gelen Kürtlerin bu cesareti nereden buldukları iyi düşünülmelidir.

Bu gelişmelerle şimdiye kadar Kuzey Irak'taki oluşumları doğru teşhis edemeyen, hatta buradaki etnosantrik çabaları Türkiye'ye yönelik bir baskı ve tehdit şeklinde kullanmaya çalışan Suriye, İran ve Irak'ın Arap halkı artık gerçekle yüz yüze gelmeye başladılar. Bu safhada gelişmeler kontrol altına alınmadığı taktirde, petrol imkânını da eline geçirecek bir Barzani ve Talabani ittifakının ihtiraslarının dizginlenemeyeceğini, bütün sınırdaş ülkelerin giderek yükselen etnosantrik dalgalanmalarla kanlı iç çatışmalara sürükleneceklerini tahmin etmek için kâhin olmak gerekmiyor. Seksen yıl önce Osmanlı coğrafyasının paylaşımını sağlayan emperyal güçlerin bencil hesapları ekseninde oluşturdukları bölgenin siyasî haritasının değişmesi dünya barışını da ciddî şekilde sarsacaktır.

Kürt liderler sadece kendi çabalarıyla amaçlarına ulaşamayacaklarını iyi biliyorlar. Şu sıralarda olabildiğince yakın durmaya çalıştıkları ABD'nin çıkarları gerektirdiğinde soyut dostluk ve dayanışma gibi ilkelere bağlılık gereği duymadan kendilerini kolaylıkla silkeleyip atacağını yakın geçmişte yaşadıklarıyla iki defa sınayıp gördüler. Nitekim şimdiden Washington'dan daha ölçülü ve ihtiyatlı davranmalarına ilişkin mesajlar almaya başladılar. Bu yüzden Kerkük'ü olup bittiye getirmeyi amaçlayan adımı atmaya şimdilik cesaret edemiyorlar; sadece beyanatlarla konuyu canlı tutmaya, niyetlerinden vazgeçmediklerini herkese hatırlatmaya, kendilerini tatmin etmeyen yapılanma projelerini desteklemeyeceklerini duyurmaya çalışıyorlar.

Irak'ın iç dinamikleri, siyasî ve etnik dengeleri göz önüne alındığında çatışma ihtimali çok yüksek olan etnik ve politik projelerin uygulanmasını hiçbir siyasî çevrenin düşünmemesi gerekir. Ancak başından beri bu tabloda yer alan fakat mecbur kalmadıkça varlığını gün ışığına çıkarmaktan özenle kaçınan İsrail'in konumu, gelişmeleri önemli ölçüde etkiliyor. Bir taraftan Barzani ve Talabani arkalarındaki bu görünmeyen gücün desteğiyle daha cür'etli girişimlerde bulunurken, diğer taraftan etkili ve güçlü Yahudi lobisinin sistematik çabaları ABD'nin bölge politikalarını önemli ölçüde yönlendirebiliyor; medyadaki güçlerini kullanarak kamuoyunu belirledikleri çerçevede düşünmeye sevk edebiliyor. Irak'taki gelişmeleri doğru değerlendirebilmek için olayların bu üçüncü tarafını, perde gerisindeki önemli aktörünü amaç ve etkileriyle birlikte hesaba katmak mecburiyetindeyiz.

Kuzey Irak'ta dört buçuk milyonluk bir etnik tabana dayalı olarak kurulacak devletin yoğun bir düşmanlık kuşağı ortamında varlığını sürdürebilmesi ancak güçlü dış desteklerle mümkün olabilir. ABD'nin böyle bir devlete çeşitli riskleri üstlenerek uzun süreli destek sağlaması için ortada çok yüksek çıkarlarının bulunması gerekir. Barzani ve Talabani'nin ne jeopolitik konumları ne de beşerî ve ekonomik imkânları Amerika açısından bu değerde değildir. Üstelik bu desteğin sürdürülmesi hâlinde oluşacak politik, etnik ve ekonomik kargaşanın yol açacağı olumsuz gelişmeler, bu bölgeyi küresel egemenlik projesinin stratejik alanı olarak gören Amerika'nın hesaplarını alt üst eder. ABD'nin kendi amaçlarına önemli bir katkı beklemediği bir Kürt Devleti adına pragmatist davranış geleneğinin dışına çıkarak küresel hesaplarını tehlikeye atmayı göze alması muhtemel değildir. Buna karşılık stratejik müttefiki olarak büyük önem verdiği İsrail'in konuya ilişkin yaklaşımı tamamıyla farklıdır. Kuruluşundan itibaren Orta Doğu'nun yalnız ülkesi olan, varlığını sürdürebilmek için sürekli çatışmayı ve savaşları temel devlet politikası şeklinde uygulayan İsrail'in dost olarak güvenebileceği, ittifak yapabileceği bir bölge ülkesine büyük ihtiyacı var. Bunu mevcut siyasî coğrafyada bulması mümkün değil. Bu yüzden Irak'ın yeniden yapılanması bağlamında oluşacak siyasî anafordan sıyrılıp çıkabilecek bir Kürt Devletinin resmiyet kazanması İsrail için hayatî önem taşıyor. Bu yeni devlet kuruluşunu ve bekasını kimlere borçlu olduğunu iyi bileceğinden, kendisine destek sağlayan devlete minnet ve şükran duyacağından İsrail yarım yüzyıllık yalnızlığından kurtulacak, bundan sonraki siyasal hamlelerine, yani Tevrat'ta vaat edildiğine inandığı hudutlarına kavuşmasına destek verecek bir dost unsuru elde etmiş olacaktır.

Bu yöndeki gelişmelerin İsrail'den başka kimsenin işine yaramayacağı, yıllardan beri Filistin'de yaşanan insanlık trajedisinin kanlı uzantılarının bütün Orta Doğu'yu kaplayacağı açıktır. Türkiye öncelikle kendi güvenliği, birliği ve bütünlüğü ve bunlarla ilişkili olarak bölgede huzur ve istikrarı sağlamak amacıyla bu plânların yürütülmesine göz yumamaz. Mesele sadece Irak'taki Türkmen varlığının korunmasıyla sınırlı millî bir hassasiyet ve mecburiyetten ibaret değildir. Tribünde seyirci olarak kalmamızı alkışlayan, bu pozisyonu teşvik eden çevrelerin kimlere hizmet ettikleri ortadadır. Yönetim sorumluluğunu taşıyanlar bu yöndeki telkinlerin mahiyetini ve anlamını iyi belirlemek mecburiyetindedirler. Geçen yıl devletin üst kurumlarında yaşanan kargaşanın ve tespit yetersizliğinin nelere mal olduğu artık gerçekçi şekilde görünmelidir. Olup bittileri sineye çekmeyeceğimizi, rızamız olmayan gelişmelere gerekli tepkileri göstereceğimizi belirten açıklamalar somut adımlarla desteklenmediği sürece muhataplarımızda beklenen etkileri sağlayamaz. Ciddiye alınan, saygı gösterilen, sözleri dinlenen bir ülke olmanın tek yolu ilân ettiği temel politikaların kararlılıkla sürdürüleceğinin herkese açıkça gösterilmesidir.

Kerkük ve Musul'u, buralardaki petrol alanlarını kim alacak? Bir Kürt Devletinin ne anlam taşıdığını, hangi gelişmelerin basamağı olacağını göre göre bunun kabulünü istemek hangi gerekçelerle örtülmeye çalışılırsa çalışılsın, ülke bütünlüğümüze yönelik sinsi ve plânlı bir saldırıdır.