BU VATAN KİMİN

Nuri GÜRGÜR Türk Yurdu Dergisi (Ekim 2003)

“Sıra dağlar gibi duranlarındır” Küreselleşme konjüktürü bütün Dünya’da millî kültürleri baskı altında tutuyor. Bu baskının yoğunlaşması oranında millî kimliklerde hırpalanmalar, aşınmalar artıyor; gerekli savunma tedbirlerinin alınmadığı ortamlarda çözülmeler giderek kaçınılmaz hâle geliyor.

Millî kimliklerin çözülmesine paralel olarak mahalli ve etnik kimlikler ön plâna çıkmaya başlıyor. Böylece oluşan ve politik bilinç kazanmaya başlayan etnik gruplar yaşadıkları büyük sosyal ortamdan kopmaya yöneliyorlar. Farklılıklarını vurgulayarak, bunları genişletip derinleştirmeye çalışarak ayrılmayı ve bağımsızlığı amaçlayan siyasal bir görünüm kazanıyorlar.

Son iki yüzyılda kültürel bütünlüğünü önemli ölçüde sağlamayı başaran Batı’lı toplumlarda, ayrılık ve bölünme ihtimali çok büyük oranda ortadan kalkmış bulunuyor. Başka bir ifadeyle Avrupa ülkelerinde millî devlete vücut veren “üst kimlik” unsurları tam anlamıyla yerine oturmuş olduğundan buralarda siyasal bir görünüm kazanacağından korkulan etnisite problemi yaşanmamaktadır. Bask ve Korsika gibi bazı bölgelerde etnik gerginlikler ve hatta çatışmalar olsa da, İspanya ve Fransa için “bölücülük” öncelikli bir tehdit unsuru değildir. Buna rağmen bu ülkelerin konuya ilişkin tedbirler aldıkları ve uygulamalar yaptıkları görülüyor. AB başta olmak üzere Batı’lı camia bunları ilgili devletlerin ulusal bütünlüklerini koruma mecburiyetleri şeklinde değerlendiriyor ve son derece doğal karşılıyor. Ancak bu bakış tarzı Avrupa’nın genel bir tavrı sayılamaz. Çünkü İspanya’da Batasuna Partisi’nin yargı kararıyla kapatılması normal sayılırken, Türkiye’de PKK-KADEK’in siyasal kanadını oluşturduklarını gizleme gereği duymayan DEP ve HADEP gibi kuruluşlara ilişkin yargı kararları şiddetle eleştiriliyor, yargı organlarımız alenen baskı altına alınmak isteniyor.

Avrupa’nın bu ikircekli tutumu Türkiye’yi ciddî şekilde sıkıntıya sokuyor. Devlet yönetimi üniter yapımızın ve millî bütünlüğümüzün korunma mecburiyetiyle, AB’ne girme sevdası arasında sıkışıp kalıyor. Muhataplarımızdan her an azar işitme, teftiş görme ve olumsuz bir hükümle karşılaşmaktan korkan yöneticilerimiz kendilerini açmazda hissediyorlar. Bu durum ister istemez 19.ncu yüzyılda büyük devletler ve onların payitahttaki temsilcilerine karşı çaresizlik içinde kıvranan Osmanlı ricalinin elem verici durumunu çağrıştırıyor.

Demokratikleşmek, insan hakları ve hukukun üstünlüğüne duyarlı bir toplum yapısı oluşturmak gibi ilkelerden hareket edilmesine rağmen, bazı mihrakların ustalıklı manevralarıyla bu çerçevenin dışına çıkıldığı açıkça ortadadır. Bireyin devlet karşısındaki konumunun güçlendirilmesi, sivil toplum alanının genişletilmesi, tahakkümcü ve ceberrut bir devlet yapısı yerine bireysel özgürlükleri teminat altına alan “hadim devlet” yapısının tesisi çabaları esas amaçlarının maskesi şeklinde kullanılmak isteniyor.

Kendisiyle baş başa olabilen, içerden ve dışardan sürekli ve sistematik şekilde tahriklere maruz kalmayan bir toplum hayatında, bireysel haklarla etnisite arasındaki hassas dengenin kurulması, devlet yapısına vücut veren üst kimliğin etnik saldırılara maruz bırakılmaması zor değildir. Ancak Türkiye tarihi, kültürel ve jeopolitik özellikleriyle bu şansa sahip bulunmuyor. Kendi bünyemizden kaynaklanan özel şartlarımız, dış etkilerle ve küresel süreçle beslenip desteklendiğinden ülkemiz çok yönlü etnik saldırılarla karşı karşıya bulunuyor.

Millî devletin kuruluş ilkeleri ve bunların fikrî ve felsefî zemininin oluşturan Türk Milliyetçiliği bu saldırıların en kritik hedeflerinin başında geliyor. Seksen yıllık Cumhuriyet dönemi bu çevrelere göre, Türk Milliyetçiliği ekseninde homojen bir kültür yapısının oluşturulması amacıyla sürdürülen bir baskı ve asimilasyon sürecidir. İçinde bulunduğumuz konjektür, AB ile ilişkilerimiz, uyum sağlamaya çalıştığımız Kopenhag kıstasları bu sürecin tasfiyesini zarurî kılmaktadır.

Türkiye’nin önüne ucu açık bir parantez gibi sunulan yaptırımlar paketinin çapı ve içeriği her an değişebiliyor. Dolayısıyla Türkiye ne dış muhataplarımız ne de içimizdekiler nezdinde kesin bir ibra alamamak durumundadır. Neleri yerine getirmemiz halinde hukukî ve meşru sayılacağımızı en azından biz bilmiyoruz. Karşımızda garip ve karmaşık bir koalisyon var. AB’nin çeşitli organlarının temsilcileriyle, insan hakları adına kurulu derneklerin yöneticileri ve sözde aydın ve sanatçılar, terör örgütünün legal kanadını oluşturan siyasî partinin düzenlediği kitle gösterilerinde kol kola girip terörist başını yücelten sloganlar bağırmakta sakınca görmüyorlar. Bunları destekleyen yayın organları bu olayları demokratikleşmenin normal ve meşru merhaleleri olarak sunup bir taraftan toplumun tepkilerini frenlerken, diğer taraftan özendirici bir örnek şeklinde anlatarak etnik kışkırtıcılık yapıyor. Yasaları uygulamaya çalışan yargı mensupları veya emniyet görevlileri ise zalim, idraksiz ve anlayışsız tipler olarak tanıtılarak sindirilmek, yıldırılmak ve görevlerini yapamaz hâle getirilmek isteniyor.

Hıyanet koalisyonunun bölücü kanadını teşhis etmek zor değil. Bunlar birkaç yıl öncesine kadar silahlı ayaklanma yoluyla amaçlarına ulaşacaklarını düşlüyorlardı. Türkiye Devleti’nin sert yumruğu altında ezilip, önemli ölçüde dağıtıldıktan sonra, bu stratejinin çıkar yol olmadığını gördüler. Nitekim terörist başı İmralı’daki duruşmada bunu açıkça ifade etti ve stratejilerini değiştirerek siyasal zemine kayacaklarını açıkladı. “Demokratik Cumhuriyette Birlik” sloganıyla ortaya atılan yeni çalışma tarzı siyasal ve toplumsal alanlarda daha rahat ittifaklar oluşturulmasına imkân sağlıyor. Çünkü AB konusu sadece Kürtçüler için değil Türkiye Devleti’yle problemleri bulunan başka kesimler, gruplar ve cemaatler için de elverişli bir zemin anlamına geliyor.

Bunların hiçbirinin esas amacı AB’ne katılmamız değil. Ancak Birliği bir kaldıraç gibi kullanarak, önümüze sürülen ödevler listesinden yararlanarak sistemle ve yasalarla çatışmadan rahatça çalışacakları, propaganda yapacakları, örgütlenebilecekleri bir ortam hazırlamak istiyorlar. Konu AB üyeliğimiz olunca bütün muhakeme yeteneğimizi kaybettiğimizden itiraz etmek, eleştirmek çağdaş medeniyet projesini sabote etmek şeklinde tanımlanıyor. Dolayısıyla ne yaşadığımız gelişmeler, ne de bunları hazırlayan yasal ve kurumsal dönüşümlerin, değişimlerin ciddî bir muhasebesi yapılamıyor; dikkatler dağılıyor. Devletin ayakta durmasını sağlayan, her modern ve gelişmiş ülkede toplum düzeninin omurgasını oluşturan “üst kimlik” unsurlarının etkisizleştirilmesi, işlevlerini giderek kaybetmeleri, “Türklük” kavramının şoven ve sakıncalı bir görüntüye sokulması sessizce seyrediliyor.

Bu sinsi ve makyajlı saldırılar önemli ölçüde “azınlık ırkçılığı”ndan kaynaklanıyor. Millî devlete vücut veren temel unsurların zayıflatılmasının, içlerinin boşaltılarak etkisizleştirilmesinin sonuçlarının nereye varacağı açıktır. Ortaya çıktığından beri en önemli özelliği kültür merkezli ve kapsayıcı olan, etnik problem yaşatmamaya özen gösteren Türk Milliyetçiliği hakketmediği ithamlarla izole edilirken, azınlık ırkçılıkları insan hakları ve Avrupa kriterleri adına yayılma ve etkileme alanları buluyorlar. Türk kimliğine “kavmiyetçilik” olarak bakan, soğuk ve uzak duran bazı dinî cemaat ve grupların mikro milliyetçiliklerle dostça ilişkiler kurmaları, imkânlarını bunlara kullandırmaları, propagandalarına zemin hazırlamaları esef verici bir hamakat örneğidir. Türk Milliyetçiliği’ni vicdanları sızlamadan tekfir edip dışlayanların, azınlık ırkçılarını paha biçilmez birer mütefekkir gibi baş tacı etmeleri, sayfalarını, ekranlarını bunlara tahsis etmeleri neticesinde sadece sivil toplum alanında değil, siyaset dünyasında da dengesizlikler, çarpıklıklar çoğalıp genişliyor. Ne anlama geldiği ve sonuçlarının ne olacağı iyi düşünülmeden sarf edilen sözler yaşadığımız kargaşayı daha da artırıyor. Siyasetçinin ülkesi ve milleti adına sorumluluk taşıma mecburiyeti bir anda unutuluyor.

Hiç kimse bir fikir ve düşünce olarak Türk Milliyetçiliğini benimsemeye mecbur değildir. Ancak bu ülkede “vatandaş” sıfatına sahip olan, Türkiye Devleti’ne “vatandaşlık” bağıyla bağlı bulunan herkes bunun nasıl haklarından ve imkânlarından yararlanıyorsa, sorumluluklarını ve yükümlülüklerini de yerine getirmek mecburiyetindedir. Çağdaş devlet anlayışının gereği de budur. Vatandaşlık vecibelerinin en başında “üst kimlik” unsurlarına saygı göstermek, riayet etmek gelir. Hem Cumhuriyet’in yasalarından yararlanmak, örgütlenmek ve faaliyet yapmak hem de kurulcularının resmî toplantılarında bu Devlet’in Millî Marşı’nı özenle ve ısrarla söylememek, bayrağımızı saygısızca ve laf olsun diye asmak hiçbir gerekçeyle doğal karşılanamaz.

Kendimize her fırsatta model almaya çalıştığımız Batı’lı ülkelerin hiç birinde, millet münhasıran coğrafyayla tanımlanmaz. Bu ülkenin adı Türkiye olduğu gibi, bu topraklarda yaşayan ve sosyolojik bir realite olan milletin adı “Türk” tür. Türklük bir ırkî gösterge değil sosyolojik, psikolojik, tarihî ve kültürel bir oluşumdur. Milleti vücuda getiren maddi, manevî ve fikrî unsurlar arasında “soy” un yegane kriter gibi gösterilmesi ve bundan hareket edilerek mikro milliyetçiliklerin meşru sayılmaya çalışılması, yahut “kavmiyetçilik” ithamıyla tekfir edilmesi sadece cehalet değil aynı zamanda ilkel bir kurnazlıktır. Ancak esas mesele bu tuzağa gözü kapalı koşan, böylece azınlık ırkçılarını dolaylı destekleyenlerin durumudur.

Bu tuzaklardan en ilginci son zamanlarda yeniden alevlenen “Türkiyelilik” kavramı üzerinde yaşanıyor. İlk defa 1970’li yıllarda ülkemizde farklı milletlerin yaşadığını, kendilerini Türk Milleti’nden saymadıklarını vurgulamak üzere Kürtçüler tarafından kullanılan bu kavram, bir süredir anayasal vatandaşlık gibi anlamı ve kapsamı belirsiz ifadelerle gündemde tutulmak isteniyor. Kürtçülerden sonra, benliklerinde yaşadıkları etnik problemler sebebiyle kendilerini bu milletin dışında hisseden bazı grup ve cemaatler de bu ifadeye sarılarak aynı potada buluştular. Bazı yetkililerin zaman zaman ne anlama geldiğini, nasıl sonuçlara yol açacağını irdeleme gereği duymadan sarf ettikleri sözler, Türkiye’de otuz-kırk hatta elli ayrı etnik grubun varlığına ilişkin iddialar, bu çevreleri cesaretlendiriyor ve giderek pervasızlaştırıyor. Etnik problemliler görüşlerini sadece kendi çevreleriyle sınırlı tutmuyorlar; sahip oldukları çeşitli imkânlardan yararlanarak resmî kurumlara ve özellikle eğitim alanına taşımaya kalkışıyorlar. Bunun son örneği TÜSİAD’ın hazırlattığı tarih, coğrafya ve felsefe kitaplarının İstanbul’da okullara dağıtılması vesilesiyle yaşandı. Şimdiye kadar sınırsız maddî imkânlarını millî kültürümüze zıt yönlerde kullanan, bu anlayıştaki çalışmalara destek veren, genel politikalarında millî tarihimizle ve kimliğimizle garip ve anlaşılmaz problemler yaşadığı görülen patronlar klübüne bu imkânın sağlanması ilgililer adına övünülecek bir tutum değildir. Cumhuriyet’in temel eğitim ilkeleriyle ve tarih anlayışıyla bağdaşmayan ideolojik kutuplaşmaların, resmî yollardan okullara sokulmasına izin verenler, ilimle ve gerçekle alakası olmayan ideolojik safsataların genç beyinlere işlenmesine çanak tutanlar suç işliyorlar.

Kendilerinde etnik problemler görenlerle, Devlet’e yirmi yıldır silah çekenlerin aynı potada buluşarak oluşturdukları “şer cephesi” kışkırtıcılık yaparak toplumsal gerginlikler yaratıyorlar. Türkiye göz göre göre endişe verici bir kutuplaşmaya doğru sürükleniyor. “Türkiyelilik” kavramıyla olumlu bir iş yaptıklarını, bazı çevrelere şirin görünüp yatıştırdıklarını sananlar, bunun neyin reddi yahut inkârı demek olduğunu durup düşünmelidirler. Bu coğrafyada yaşayan, bin yıldır burasını vatanlaştıran, kültürünü işleyip, geliştirip taşına toprağına nakşeden kesimi yok farz ederek yapılan hesapların sonu şüphesiz hüsran olacaktır.

Milletimizin vakur ve soğukkanlı duruşu, şimdiye kadar tahrikleri cevapsız bırakışı hiç kimseyi yanlış hesap yapmaya yöneltmemelidir. Bu coğrafya vatanlaştırılmıştır. Bunu bin bir müşkülâta ve yüzyıllardır eksilmeyen düşmanlıklara rağmen başaran bir millet vardır. Millî Devlet’in milletin adıyla Türkiye Cumhuriyeti olarak kurulması tesadüfi bir tercih değildir. Türklük bu topraklarda yaşayan toplumun millî kimliğidir. Bu sosyolojik gerçeğin bazı aklı evvellerin teşvikiyle, etnik özürlü müşavirlerin telkiniyle yok farz edilerek coğrafyaya izafeten yeni bir kimlik yaratmaya kalkışmak sadece bölücülerin işine yarar.

Vatan toprakları sahipsiz değildir. Kendilerini farklı bir kimlikle tanımlamak ve bunun üzerinden politikalar yapmak isteyenler bu tutumun hem politik hem de sosyolojik ve psikolojik sonuçlarını ciddî şekilde düşünmelidirler. Bunu yaparlarsa toplumsal gerginliklerin tırmanmasıyla oluşacak kargaşadan kazançlı çıkmayacaklarını göreceklerdir.