YUFKA YÜREKLİLER - ÇETİN YOLLAR

Nuri GÜRGÜR Türk Yurdu Dergisi (Eylül 2003)

Saddam'ı beklenenden çok daha kolay deviren ve Irak'ı işgal eden ABD'nin işinin kolay olmadığı, önceden hesaplamadığı büyük problemlerle karşı karşıya bulunduğu giderek daha iyi anlaşı1ıyor. Dünyanın en güçlü ülkesi olmak, çok geniş teknik, ekonomik ve askeri imkanlara sahip bulunmak hesaplarda hata yapmayı önleyemiyor.

ABD'nin strateji ve politik pıanlamacıları Irak'ı bu yüzyı1daki küresel hakimiyet projelerinin en önemli ayaklarından biri olarak gördüler. Dünyanın gözünün içine baka-baka Irak operasyonunu haklı gösterecek gerekçeler üretmeye çalıştı1ar. Geniş medya imkanlarından yararlanarak öncelikle kendi kamuoylarını inandırmak için yoğun bir kampanya yürüttüler. Bu şekilde etki altında bırakı1an Amerikalı1ar, insanlığı tehdit eden ve elindeki kitle imha silahlarını her an kullanabilme kapasitesine sahip olan Saddam ile Manhattan'ı, Pentagon 'u vuracak derecede pervasız teröristleri üslendikleri alanlarda bulup yok etmek girişimlerini meşru korunma hakkı olarak algı1adı1ar. Amerikan askerlerinin Bağdat'a neredeyse ellerini kollarını sallayarak girmeleri Başkan Bush ve çevresindeki neocon'lara büyük itibar sağladı. Bu durum özellikle Pentagon 'u, kendini beğenmiş, kibirli ve güç budalası şahinleri ölçüsüz derecede cesaretlendirdi. Geldikleri ülkede çok eski bir medeniyet ve kültürün varisi olan ve kendine özgü bir yönetim yapısına sahip bulunan insanların yaşadıklarını görmezlikten geldiler Bunların büyük bölümünün Baas yönetimine Saddam 'ın şiddete dayalı uygulamalarına tepki li olmalarının otomatik bir ABD yandaşlığı anlamını taşımadığını anlamak istemediler. çağdaş Hülagu olmayı tercih ettiler. Yirmi milyonluk bir kitlenin sadece beşte birini oluşturan Kürtlerin desteğini ve dostluğunu yeterli buldular, halkın güvenini ve muhabbetini kazanmalarına zemin hazırlayacak insani yaklaşımları düşünmediklerinden, bombardımanlarla yıkılan Irak'ın alt yapısı enkaz haıinde kaderine terk edildi. Susuz, elektriksiz, yiyeceksiz ve hatta yer yer barınaksız bırakılan Irak halkının günlük hayatlarının elli dereceye ulaşan çöl sıcağında cehennemi bir ıstırap halini aldığını görmezlikten gelen ABD, bu tutumuyla işgalden sonraki çok kritik süreci önemli ölçüde kaybetmiş oldu.

Irak ekonomisinin süratle canlandırılması, başta sağlık ve eğitim olmak üzere alt yapı hizmetlerinin devreye sokulması, Iraklılara dayalı asayiş ve inzibatı sağlayacak iç organizasyonun kurulması gibi atılması elzem adımlar gündemde olmayınca, ABD'nin güce ve şiddete dayalı, hegemonik despot görüntüsü sevimsiz, küstah ve katlanılması imkansız bir görünüm kazandı. Bu tavır ve uygulamaların İsrailliler tarafından yıllardan beri Filistinlilere karşı sergilenmekte oluşu, Filistin ' de insani değerler ve evrensel l hukuk ilkelerinin sistematik şekilde çiğnenmesine karşı dünyanın seyirci kalması, belki de Amerikalıları benzer davranışlara özendiren bir faktör sayılabilir. Ancak kimden mülhem olursa olsun bu yolun çıkmaz olduğu, problemlerin çoğalıp ağırlaşmasına kapı araladığı ortadadır.

Türkiye'nin stratejik çıkarları sebebiyle Irak'taki gelişmelere seyirci kalamayacağını Dışişleri Bakanı Gül açıkça ifade etti. Bu, doğru bir yaklaşımdır. İçimizdeki bazı çevrelerin ve hatta Silahlı Kuvvetlerimizde en üst rütbede görev yapmış bir komutanın farklı telkinleri kimseyi şaşırtmamalıdır. Bu tarz pasifist eğilimler jeopolitik, jeostratejik ve jeoekonomik durumumuzdan habersizlik anlamına gelmektedir. Kapımızı penceremizi kapatarak çevremizde olup bitenlerin dışında kalmak gibi bir tercihimiz söz konusu olamaz. Tarih kitaplarını yüzünden okumak yeterli değildir. Asker ve sivil bürokrasinin üst düzey yerlerinde bulunmak, bunların gereği rütbeleri taşımak insanlara kendiliğinden tarih şuuru kazandırmıyor. Çünkü tarihi şuurlu şekilde idrak etmek, yorumlayıp sonuçlara ulaşmak kendine özgü nitelikleri, telkip kabiliyetini, özel duygu ve heyecanları gerektirir. Bunların eksikliğinin ne makam ve sıfatla, ne de rütbeyle telafi edilemeyeceği yaşanan örneklerle görülebiliyor.

ABD'nin Irak politikasındaki yanlışlarını anlaması, daha da önemlisi bunları kabullenip düzeltmeye yönelmesi kolay olmayacaktır. Çünkü başarısız olunduğunun kabulü anlamına gelecek bir değişim Başkan Bush 'u ve çevresindeki yönetim kadrosunu ister istemez yıpratacak, gelecek yıl yapılacak seçimlerde müşkül durumda kalmalarına yol açacaktır. Buna mukabil hatada direnilmesi problemleri ağırlaştıracak, karmaşık hale getirecek, giderek artan kayıplar ABD kamuoyunda geniş tepkilere yol açacaktır.

Irak'ta uluslar arası bir güç oluşturmaya çalışan Amerika, sıkışmakta olduğu köşeden bu yolla sıyrılabilmeyi hesaplıyor. Ancak mesele sadece vitrinin değişmesiyle sınırlı değil. Halen , Irak'ta bulunan yüz otuz altı bin Amerikan askeriyle yeterli kontrolün sağlanmasının mümkün olmadığı, ciddi miktarda yeni askeri güce ihtiyaç bulunduğu açıkça görülüyor.

İhtiyaç duyulan askeri gücün ABD'den takviyeyle sağlanması şimdilik düşünülmüyor. Çünkü Amerika'nın mevcut konvansiyonel imkanları ve daha da önemlisi psikolojik şartlar ilave birliklerin sevkine uygun bir ortam sağlamıyor. Bütün bu faktörler Türkiye'nin yardım ve desteğini ön plana çıkarıyor. Her ne kadar yirmiye yakın ülkenin askerlerinden oluşan uluslar arası bir güç oluşturuluyorsa da, bunların önemli bölümü sembolik anlamdan öte bir ciddiyet taşımamaktadır. Oysa Türkiye ' den beklenti gerek miktar ve gerekse nitelik ve tecrübe açısından diğer ülkelerle kıyaslanmayacak kadar büyük önem taşıyor. Ancak ABD yönetimi bu zarureti açıkça kabullenmekten ısrarla kaçınıyor. Başka bir ifadeyle Irak'ta Türkiye'ye ciddi şekilde ihtiyacı olmaktan hareketle kurulacak bir ilişkinin beraberinde Türkiye'nin taleplerini de getireceğini, bunların bir bölümünün karşılanmasının kendisini sıkıntıya sokacağını düşünüyor.

Irak'ın yeniden yapılanmasını ve bölgeye yeni bir statü verilmesini tamamıyla kendi tercih ve iradesine bağlı özel bir konu sayan, bunlara ilişkin diyalogu ve paylaşımı düşünme ihtiyacı bile duymayan ABD'nin, Türkiye'nin gôrüş ve isteklerini ne ölçüde karşılayacağı her zamandan fazla önem taşımaktadır. çünkü Türkiye'nin Irak'a asker göndermesi her açıdan ciddi riskleri üstlenmesi anlamına geliyor. Bölgede kalıcı bir ülke olan ve dengeleri dikkatle izlemek mecburiyetinde bulunan Türkiye, karar verirken bu hususları elbette dikkatle irdeleyecektir. ABD'nin bu müstağni duruş çabalarına rağmen Irak'taki pozisyonunun giderek sıkıştığı, hem şimdiki şartlarda hem de gelecekle ilgili tasarımlarında Türkiye'nin stratejik iş birliğine büyük ihtiyacı olduğu, yerine ikame edebileceği başka bir altematifinin bulunmadığı ortadadır. Bu durumun inkarı kimseye yarar sağlamaz.

Türkiye'nin stratejik, politik ve ekonomik beklentilerine tatmin edici cevaplar bulmak, güvenilir dostluğun ve kalıcı iş birliğinin temel gerekleridir. Irak'ın toprak bütünlüğünü isteyen Türkiye, bunu sadece komşusunun istikrarlı bir yapıya kavuşması bakımından değil, kendi üniter yapısının beka ve güvenliğinin sağlanmasına yapacağı etkiler açısından da istemektedir. PKK'nın Kuzey Irak'taki barınakları hala yerinde durmaktadır. Eve Dönüş Yasası ile hayatlarını meşru bir zeminde sürdürme imkanı bahşedilen teröristlerin uzatılan eli havada bırakmaları, yollarında ve yöntemlerinde kararlı 01duklarını gösteriyor. Onları dağdan inmeye ve dağılmaya zorlayacak ABD baskısı ise şu ana kadar uygulanmadı. Diğer yandan Irak nüfusunun % 12'si gibi önemli bir kısmını oluşturan Türkmenlerin güvenliğinin nasıl sağlanacağı belli değil. Üç milyona yakın insanın Barzani ve Talabani 'nin insafına terk edilmesi anlamına gelecek bir statünün Türkiye açısından kabulü mümkün değildir. Türkiye'nin bölgeden tasfiye edilmesi, ekonomik imkanlarının gasp edilmesi seksen yıl önceki şartlarda oluşan bir sonuçtur. Bu metodun günümüze taşınmaya kalkışılması bölgenin huzur ve istikrarının kökünden sarsılması anlamına gelir. Bundan kimse kazançlı çıkmaz.

Irak'a asker gönderilmesi konusunu geniş bir perspektiften ve reel politik açıdan değerlendirme yerine, daracık pencereden bakmaya çalışarak ve Galiçya 'ları Yemen 'leri işe karıştırarak bir çırpıda hüküm vermeye çalışanlar, milli politika ve çıkar kavramından habersiz, büyük devlet olma heyecanına ve idrakine yabancı, milli ufuk ve ülkülerden yoksun cahillerdir. Bunlar bir tarafa bırakılarak çıkarlarımıza, beklentilerimize, taleplerimize elverişli bir zeminin sağlanmasına çalışmak, Türkiye'ye imkanlarıyla, konumuyla, potansiyeliyle bağdaşan pozisyonlar aramak ABD ile yürütülen temasların ekseni kılınmalıdır. Bu hususlarda tatmin edici cevaplar alındığı ölçüde, konunun kamuoyumuza anlatılması ve alınacak karara toplumsal destek sağlanması rahatlıkla mümkün olacaktır.

Türkiye'nin Kore'ye asker göndermesi sırasında, elli iki yıl önce de benzer tartışmaların yapıldığını hatırlamalıyız. O yıllarda İsmet İnönü'nün başında bulunduğu ana muhalefet partisi (Cumhuriyet Halk Partisi) Demokrat Parti Hükt1metinin asker gönderme kararına şiddetle karşı çıkıyor, bunun İttihatçıların Osmanlı Devletini Cihan Savaşına sürüklemelerine benzer bir tutum olduğunu savunuyor, Mehmetçiğin gereksiz yere binlerce kilometre ötemizde ölüme gönderildiğini söylüyordu. CHP'nin en büyük destekçisi solcu çevreler ve onların Barışseverler adıyla kurdukları demekti. Bu görüşlerin bir bölümü doğru çıktı; yedi yüz Mehmetçiği Kore ' de şehit verdik ancak Türk askerinin burada sergilediği tablo yıllardır kapısında beklediğimiz NATO'ya girmemizi sağladı.

Türkiye'nin NATO üyeliği tarihimizin dönüm noktalarından biri oldu. 1856'dan beri batı konvansiyonunda yer bulma çabamız bu şekilde gerçekleştirildi. Silahlı Kuvvetlerimiz süratle modernize olarak sadece bölgesinin değil, dünyanın sayılı ordularından biri konumuna geldi. Bunlardan da önemlisi o dönemde giderek yoğunlaşan Sovyetler Birliği baskısına karşı direnme imkanını sağladık. Türkiye NATO içerisinde yer almasaydı 1960'lardan sonra gelişen sol hareketlerin daha büyük tahribat yapması kaçınılmaz olacaktı. 12 Mart muhtırasıyla gün ışığına çıkan asker-sivil sol darbeciliğin başarıya ulaşması sonucu muhtemelen Türkiye ' de bazı Orta Doğu ülkelerindeki Baas rejimine benzer bir yönetim kurulacaktı. Başka bir ifadeyle 70'li yıllarda ülkemizin bağımsızlığı, devletimizin bekası 1950'de dönemin hükümetinin almış olduğu uzak görüşlü ve cesur kararla sağlanmıştır.

Bu coğrafyada yaşamak için bin yıldan beri çok çetin mücadeleler verdik. Bu toprakların vatanlaşması kolay olmadı. Vatan topraklarımız binlerce şehidimizin milletimize armağanıdır. Devletin bekasının sağlanması da çetin bir uğraş gerektirir. Milletler haklarına bunları savunabildikleri oranda müstahak olabilirler. Milli hak ve çıkarlar kimsenin avucuna oturduğu yerde emeksiz ve çabasız şekilde birileri tarafından getirilip bırakılmıyor. Biz bunları gerçekten almayı ve korumayı istiyor muyuz, becerebiliyor muyuz; bunun zihni, fikri ve moral icaplarını layıkıyla yerine getirebiliyor muyuz?

Bütün mesele bu...