AVRUPA DİYE DİYE
İkinci tezkerenin reddedilmesinin siyasî, askerî ve ekonomik sonuçları giderek daha belirgin hâle geliyor. ABD ile ilişkilerin ciddî şekilde çatlamış olması, Türkiye'nin yarım yüzyıllık siyasî ve askerî konseptini boşlukta bıraktı. Bu sonucun önceden görülmemiş olması ülke yönetiminin hem kurumlar, hem de iktidarıyla, muhalefetiyle, siyaset alanı açısından ciddî bir vizyon sıkıntısıyla karşı karşıya bulunduğunu gösteriyor.
Bir yılı aşkın bir süre politika gündeminin ilk sırasında yer alan Irak operasyonu konusunda, Türkiye'nin net ve kararlı bir politika belirleyememesi, belirli bir uygulama ekseni oluşturamaması tevili imkânsız bir eksikliktir. Bu şaşkınlık ortamında, sokaklardan duyulan içeriksiz sloganlar, reel politik değer taşımayan bazı soyut kavramlar devlet hiyerarşisinin zirvelerinin tavırlarını önemli ölçüde etkiledi. Dış politika uygulamalarımıza uluslar arası oydaşma adıyla anlamı ve etkileri tartışmalı yeni bir ifade eklendi. Ana muhalefet sözcüsü TBMM'de örneği görülmeyen bir usul-esas karmaşasından yararlanarak televizyonlardan yayımlanan konuşmasında, Amerikalıları İskenderun'dan denize dökmekten bahsetti. Bir başka önemli makam sahibi limana indirilen malzemeler ve yollarımızın güzergâh olarak kullanılma ihtimalinden tüylerim diken diken oluyor diyerek tedirginliğinin derecesini anlatmaya çalıştı. Sonuçta bir İngiliz gazetesinde yazıldığı gibi, Türkiye hiçbir kazanım sağlamadan temiz vicdanıyla baş başa kalmış oldu.
Irak'ın yeniden yapılandırılması projelerinde, Polonya'nın bile bizden çok önlerde bir yere oturtulmasına mukabil, Türkiye'nin silkelenip atılması, Türkmenlerin durumunun tamamıyla ABD'nin tercih ve insafına terk edilmesi herhâlde övünülecek bir başarı sayılamaz.
Oluşan şartların ciddî bir muhasebesinin yapılmayışı bir yana; kimsenin sorumluluğu üstlenmemesi, tam tersine zaten diye başlayan yorumlarla tutumlarının haklı ve makul olduğunu ispatlamaya çalışmaları gerçeklerle yüzleşmekten kaçınmak anlamına gelir. Bu tutumun ısrarla savunulmaya çalışılması son gelişmeleri hazırlayan yanlış siyaset tarzının sürdürüldüğünü gösteriyor.
Bu arada bölgemizdeki olaylar kendi seyrinde gelişiyor. Başka bir ifadeyle, hiç kimse Türkiye'nin kendini toparlamasını, politikalarına çeki düzen vermesini beklemiyor. Irak'ı kolaylıkla kontrolü altına almayı başaran ABD henüz bu ülkenin yeni siyasî yapılanmasını sağlamadan, önceden belirlediği hedeflere doğru yönelmeye hazırlanıyor. Bu hedeflerin ilk ikisinin Suriye ve İran olduğu, Suudi Arabistan'ın da kendi hâline bırakılmayacağı anlaşılıyor.
Ancak bütün bu hedeflere ulaşılsa bile, ABD'nin Yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi bağlamında nihaî amacını sağlayabilmesinin vazgeçilmez şartı, Filistin'de İsrail'in kabullenebileceği bir barışın sağlanmasıdır. Bunu temin etmek maksadıyla sürdürülen şiddet politikaları sonucu, Filistinliler büyük çapta ezildiler, öldürüldüler; bu küçük ülkenin alt yapısı tamamıyla tahrip edildi. Arafat, tankların namlularının ucunda daracık bir alana sıkışıp kaldı.
ABD'nin bölgeye girerek ilk plânda Saddam'ı kolaylıkla ezmesi; birkaç Müslüman ülkenin daha benzer bir akıbetle karşı karşıya bulunması İsrail'e psikolojik bir üstünlük sağlarken, Filistinlileri şartları kendi hesaplarına ağır da olsa, barış yapmaya mecbur kılıyor.
Bu ortamda ABD-İsrail stratejik ittifakının düzenlediği çerçevede bir barış yapılırsa, bunun Filistinlilerin yüzde yüz aleyhlerine hükümler taşıyacağı açıktır. Ancak yaşanan ortamda pazarlık şartlarının olmadığı aşikârdır. Arafat'a alternatif olarak belirlenen yeni Filistin başbakanıyla ABD'nin kanatları altında imzalanacak anlaşma, İsrail'in yarım yüzyıldır peşinde koştuğu amaçlara ulaşmasını sağlayacaktır.
Bu kritik ortamda, başta Paule Wolfowitz olmak üzere, ABD yöneticilerinin Türkiye'ye yönelik eleştirilerini sistematik şekilde sürdürmeleri, zaman zaman diplomatik nezaket kurallarını aşarak, ifadelerini sertleştirmeleri hafife alınacak tavırlar değildir. Bunları ülkemize karşı duydukları kırgınlığın ve kızgınlığın tezahüründen ibaret konjonktürel bir tepki sayamayız. Çünkü hem kullanılan dil hem de muhatap aldıkları kesimlere bakıldığında, olayı burada noktalamak niyetinde olmadıkları anlaşılıyor. Türkiye bir taraftan iktidar ve muhalefetiyle siyasî alandan, diğer taraftan Silâhlı Kuvvetler gibi bürokratik cenahtan sıkıştırılıp baskı altına alınmak isteniyor. Bunu sağlayabildikleri ölçüde, ülkemizden bundan sonrası için, bilgi ve inisiyatifleri dışında bir tavırla karşılaşma riskini ortadan kaldırmış olacaklar.
Türkiye başta Irak olmak üzere bölgedeki gelişmeleri ancak uzaktan izleyebilmekte, bunlara doğrudan etki yapabilme imkânı bulamamaktadır. Suriye ve İran gibi komşu ülkelerle kurulmak istenen ilişkiler, ABD tarafından tepkiyle karşılandığından, bu konuda daha geniş açılım niyetleri en azından şimdilik ertelenmiş görünüyor. ABD bir yandan Türkiye'nin harekât alanını olabildiğince daraltmaya çalışıyor, diğer yandan Irak ve bölgeyle ilgili niyetlerinde son derece kapalı ve ketum davranıyor.
Barzani ve Talabani'nin ön plâna çıkarılarak, yeni Irak rejiminin mihveri yapılma niyetleri, hem Araplar hem de Türkler tarafından haklı olarak kuşkuyla karşılanıyor. ABD-İsrail ittifakının bölgede Kürdistan adıyla bir dost devlet oluşturma niyetinin ilk basamağının konfederatif bir Irak olduğu, bütün hazırlıkların bu amaca yönelik yapıldığı aşikârdır. Türkiye bu gelişmelerden birinci derecede etkilenecek ülke konumundadır. İçimizdeki bazı çevrelerin gelişmelerin bizi ilgilendirmemesi gerektiği yolundaki telkinleri, bilgi ve idrak noksanlığından ziyade başka niyetlerle izah edilebilir. Türk kamuoyu yoğun ve sistematik bir telkin bombardımanıyla karşı karşıyadır. İnsanımızın düşünme ve algılama kabiliyeti felç edilmek suretiyle, tepkiler sınırlandırılmaya çalışılıyor. Ancak bu çabaların asıl sergilendiği alan AB ilişkilerimiz ve bununla ilintili olarak Kıbrıs meselesidir.
2004 yılının sonunda Türkiye'nin durumunun gözden geçirileceği ve gelişmelere başlanmasıyla ilgili yeni bir takvim belirleneceğine ilişkin 12 Aralık Kopenhag toplantısı kararı ilk başlarda genel bir hayal kırıklığı doğurduğundan, lobiciler kısa bir süre de olsa susup beklediler. Ancak bu durumun devamının ilişkileri telâfisi mümkün olmayacak derecede olumsuz etkileyeceğinin görülmesi sonucu içte ve dışta yoğun bir kampanya başlatıldı. Çoğu kere Türkiye'ye karşı son derece kaba ve incitici ifadeler kullanan Werhaugen bile, umulmadık tavırlar sergileyerek sıcak mesajlar vermeye başladı. Bu yıl içinde Türkiye'ye yeni bir yol haritası verilmesi ve bizim tarafımızdan bunu sağlayacak ulusal program hazırlığı takviminin mevcudiyeti vesile kılınarak ilişkilerin ısıtılması girişimleri başlatıldı. Tam bu sırada Kıbrıs'ta Rauf Denktaş'ın başarılı bir taktik manevrayla bölgeler arasında geçişi sağlamak üzere kapıları açması taraflar arasında psikolojik bir rahatlama sağladı. Bu ortam sadece Kıbrıs'la sınırlı kalmadı; Türkiye'de AB üyeliğini mümkün gören çevreler, olayın özgün yanını görmezlikten gelerek, bunu görüşlerinin teyidi şeklinde kullanmaya çalıştılar.
Türkiye-AB ilişkilerinin olumlu şekilde gelişmesi ve yakınlaşma sağlanması belki de en fazla AKP iktidarını ilgilendiriyor. Çünkü bu partinin kurulduğundan bu yana, üzerindeki kuşkuları dağıtmak, rejimle bir sorunu bulunmadığına herkesi inandırarak sistemle barışmak hususunda sürdürdüğü çabaların amacına ulaştığını söylemek mümkün görünmüyor. Resepsiyon ve karşılama-uğurlama krizleri henüz hafızalardan silinmeden, Genelkurmay çevresinde başlatılan tartışmalar, problemin varlığının somut işaretleridir. Bu ortamın değiştirilmesi hususunda hükûmetin dikkatli, özenli ve serinkanlı davranmaya, tansiyonu yükseltmemeye çalışması görülüyor ki yeterli olmuyor. Üstelik bazı bakanların gereksiz ve anlamsız çıkışları bu çabaları olumsuz etkiliyor. Bu yüzden dışarıdan güçlü destekler sağlamak iktidarın geleceği açısından hayatî bir hedef hâline gelmiştir.
Ancak bu kabil desteğin sağlanacağı alanlar sınırlıdır. ABD ile ilişkilerin ciddî şekilde zedelenmiş olması önemli bir handikaptır. Amerikalılar mevcut iktidara kendilerini yarı yolda bırakmış, sözünde durmamış bir siyasî merkez olarak bakıyorlar ve güven duymuyorlar. Bu sebeple en azından şu sıralarda hükûmetler arasında tezkere öncesine benzer bir yakınlaşma beklenmiyor. Oysa Avrupa Birliği bu safhada farklı bir bakış açısıyla Türkiye'yle ilişkilerini güçlendirmek istiyor.
Bu yeni pozisyon, 2004 yılı sonunda görüşmelerin başlama kararıyla sonuçlanır mı ve devamında Türkiye AB'nin 28. üyesi olur mu?
Bu sorulara iyimser cevaplar verebilmek için şartların değiştiğini ve bununla bağlantılı olarak Avrupalıların Türkiye'ye daha farklı bir gözle baktıklarını görmemiz gerekiyor. Oysa nesnel değerlendirmeler yapıldığında ortada somut bir değişimin bulunmadığı, AB'nin dünkü konumunu aynen sürdürdüğü görülebiliyor. Ne var ki Türkiye-AB ilişkilerini normal çerçevesinin dışında başka alanlarda etkili kılmak isteyen çevreler, her zamanki gibi illüzyona başvuruyorlar. Büyük bir telâşla çeşitli yasal ve yapısal değişim projeleri gündeme sokuluyor. Bunlar sıradan girişimler değil; Türkiye'nin siyasî, sosyal ve kültürel dengelerine doğrudan etki yapacak, etnik kimliklerin kışkırtılmasına yol açabilecek değişim adımları, geçen yıl olduğu gibi, treni kaçırmamak sloganının teşviki, baskısı ve hatta tehdidi altında birer birer gündeme sokuluyor.
Dağdaki ve özellikle Kuzey Irak'taki PKK'lıları topluma entegre etmek adına kapsamlı bir şartla salıverme yasası çıkartılmaya hazırlanıyor. Ancak bu bile siyasî alanda legal çalışmalarını bütün güçleriyle sürdüren Apocular tarafından yeterli bulunmuyor. Toplantılarında Apo'nun salıverilmesi istekleri başta olmak üzere, örgütsel varlıklarını saklama gereği duymadan sloganlar atıyorlar, konuşmalar yapıyorlar.
Türkiye'nin en kanlı terör örgütlerinden biri olan THKP militanlarının, sözde hayatî sağlık problemleri olduğu şeklinde verilen Adli Tıp raporlarına dayanılarak Cumhurbaşkanlığınca affedildikleri, bunların pek çoğunun içerden çıkar çıkmaz çeşitli örgütsel çalışmalarda en önlerde yer aldıkları, bir kısmının yurt dışına kaçtıkları belgelerle gazetelere yansıyor.
Ancak bu düşündürücü tablo, AB ile ısıtılmaya çalışılan ilişkiler bağlamında olağan karşılanıyor; yakınlaşmayı olumsuz etkileyeceği düşünüldüğünden mevcut yasaların işletilmesinden kaçınılıyor. Bölücülerin siyasî alanda legal görüntü vererek yasaları sistematik şekilde çiğnemeleri, devlete giderek daha pervasız şekilde meydan okumaları, 1 Mayıs bahane edilerek İstanbul'da sergilenen örgütsel gösteriler, bütün bu rezalete zemin hazırlayan yayın ve propaganda çalışmaları sonuç itibariyle sineye çekilmiş oluyor.
Yeni uyum paketi çerçevesinde meclise sevk edilen yasaların yürürlüğe girmesinden sonra, etnik kışkırtıcılıklar, bölücü örgüt çalışmaları hız kesip yavaşlayacaklar mı? Bazılarının ısrarla savundukları gibi, bu kronik problemler liberal özgürlük alanları genişledikçe tavsayıp yatışacak mı; yoksa tam tersine sağlanan her imkânı daha ileri bir hamle için dayanak yapıp büsbütün azıtacaklar mı?
Türkiye'yi yönetenler, ıslâhat ve meşrutiyet dönemlerinde yaşadığı süreçleri andıran bir yaklaşımla, beka ve güvenlik meselelerinin üstesinden gelmeye hazırlanıyorlar. Osmanlı ricalinin hesap hatalarının bedelini 600 yıllık Devlet-i Âli'nin tasfiye edilmesiyle ödemiş olan milletimize, arkası önü karanlık kurtuluş reçetelerini muhayyel bir Avrupa Birliği hevesi adına sunmaya çalışmak tarihî bir vebaldir. Acı olan bu kargaşada 3 Kasımda meclis dışında kalmış olan partilerin, başka bir ülkede yaşıyormuşçasına, sessiz ve tepkisiz tavırlarıdır. Yönetici sıfatını taşıyanların kamuoyuna intikal ettirecekleri görüş ve düşünceleri olmasa bile, kendi camialarıyla, fikrî kaynaklarıyla, mefkûre muhitleriyle ilişki kurmamaları, merkez binalarındaki birkaç metrekarelik oda alanlarının dışına çıkmamakta direnmeleri, temsil iddiası taşıdıkları fikir ve siyaset misyonu adına hüzün verici bir manzaradır. Bu durumun, 3 Kasımda çekildikleri inzivada şahsî, nefsî ve zihnî murakabe ve muhasebe hâlinin devamı gibi ironik bir izahı düşünülse bile, ne ülkenin genel durumu ne de siyasetin özel şartları açısından bu hantallığın kabulü mümkün değildir.
Türkiye yakın gelecekte sosyal, kültürel ve ideolojik alanlarda ardına kadar açılmaya çalışılan kapılardan nelerin geçmeye başladığını gördüğünde, tedbir almaya vakit bulamayabilir. 1980'lerde önce serbest piyasa ekonomisine, bir süre sonra konvertibiliteye geçerken, oluşacak ortamı iyi hesap etmediğimizden, gerekli denetim ve kontrol mekanizmalarını kuramadığımızdan, zamanla ülke ekonomisini çökerten krizlerle karşı karşıya kaldık. 1994-2000 ve 2001'de yaşadığımız facialar, bu basiretsizliğin ve tedbirsizliğin doğal sonuçları olmuştur.
Şimdi ekonomidekine benzeyen bir telâşla topyekûn devlet ve toplum düzenini derinden etkileyecek kapsamlı bir operasyona girişmiş bulunuyoruz. Ancak diğerinde olduğu gibi bu sosyo-politik düzenleme girişimlerinde de, doğması kaçınılmaz olan olumsuz etkileri izole edecek, millî devletin sarsıntısız ve badiresiz devamını sağlayacak tedbir arayışlarına rastlanmıyor.
Eğitim stratejilerimizde millî kültürümüzün başlıca dayanaklarını geliştirip kökleştirecek ciddî ve etkili bir anlayış dün olduğu gibi bugün de mevcut değil. Bir yandan başta Kürtçe olmak üzere başka dillere gelişme şartları sunuluyor; ancak bu yapılırken, Türkçe'yi tahribattan koruyacak, kültürel hayatın devamlılığını sağlayacak, tarih bilincini ve sevgisini verecek, inancımızı, geleneklerimizi istikrarlı batılı toplumlarda olduğu gibi, toplum hayatımızın mihveri kılacak somut bir tavrın ve etkili icraatın bulunmayışı, ülkemiz için çok ciddî tehdit ve tehlikelere davetiye çıkarmak anlamına geliyor.
İçten ve dıştan bağlantılı şekilde sürdürülen yoğun telkin ve propagandaların etkisiyle aydınımızın sürüklendiği zihnî kargaşa, bürokrasiyi ve siyaseti yani yönetimi geniş ölçüde etkiliyor. Başta basın ve TV'ler olmak üzere stratejik iletişim ve eğitim alanları bu sürecin en etkili tetikleyicileri şeklinde kullanılıyor. Bu gelişmelere farklı açılardan yaklaşarak, en azından dengeleyici bir işlev yapmakla yükümlü olan siyasî merkezlerin ataleti ve suskunluğu meydanı olabildiğince boş bırakıyor.
Millî şuur sahibi Türk aydını, tarihimizin bu hayatî dönemeç sürecinde, sorumluluğunun bilinci içerisinde davranmayı başaramadığı takdirde, milletimizi endişe verici bir geleceğin beklemekte olduğunu söylemek karamsarlık sayılmamalıdır.