ATEŞ ALTINDAYIZ

Nuri GÜRGÜR Türk Yurdu Dergisi (Nisan 2003)

Nasıl yaptıksak yaptık, tarafı olmadığımız bir savaşın ilk gününde âdeta ateş altına dalarak etkilenmeyi başardık. Türkiye'nin elli yıllık savunma ve güvenlik konsepti ciddî şekilde sarsıldı. Bir anda ABD'nin yanı sıra Almanya, Fransa, İngiltere gibi AB politikalarını belirleyen ülkelerle ilişkilerimizde yaşanan soğuma ve uzaklaşma, Türkiye'nin yarım yüzyıl önce NATO bünyesinde oluşturulan ve dış politikamızın yönlendirilmesini sağlayan başlıca parametrelerinin altüst olması anlamına geliyor. Kimse içerikten yoksun retoriklerle bir kapı kapanırsa on üç kapı açılır diyerek insanları kandırmaya çalışmamalıdır. Aylardan beri bu mantığa dayalı fantezilerle hem kendilerini, hem de etkiledikleri politikacıları kandıran, şaşırtan ve sonuçta ülkeyi kaygan bir zeminde duvara vurduranlar, sebep oldukları zararların artık farkına varmalıdırlar. Çünkü Türkiye hiç olmaması gereken bir zamanda izole edilmiş, dev gibi dalgalar arasında kaderiyle baş başa bırakılmıştır. AB maceramızın, bazılarının hayal ettiğinin aksine, yerinde sayması, gelecekle ilgili umut verici bir gelişme belirtisinin görülmeyişi, Avrupa devletlerinin kendileri için giderek sıkıcı hâle gelen, müzminleşen bu ilişkiyi noktalamaya yönelik çıkışları karar ve inisiyatifimizin dışında cereyan eden olaylardır.

ABD ile İlişkilerimizin Stratejik Anlamı Avrupa'yla ilişkilerimizde giderek belirgin hâle gelen tıkanmaların sorumluluğunu Türkiye'ye yüklemek haksızlık olur. Ancak Türkiye-ABD ilişkilerinin seyri her bakımdan farklıdır; bunu, herhangi bir ülkeyle mevcut rutin diplomatik temaslarımız gibi değerlendiremeyiz. ABD ile soğuk savaş dönemi boyunca, NATO ittifakına girmemizden başlayarak pek çok konuda stratejik beraberliklerimiz oldu. Türkiye'nin Kuzey Atlantik Antlaşmasına girişi sıradan bir askerî birliktelik değildir. Elli yıl önceki küresel konjonktür, Türkiye'yi coğrafyasıyla, nüfusuyla ve askerî potansiyeliyle NATO'nun güney kanadının en etkili unsuru kılıyordu. Sovyet tehdidini yakından hisseden batılı ülkeler, ülkemizin çok önemli bir bariyer olduğunu, sistemin anahtarı konumunda bulunduğunu görüyorlardı, ancak bunun stratejik değerini en iyi anlayan Kuzey Atlantik Antlaşmasının mimarı ve lokomotifi konumundaki ABD idi. Türkiye'deki sol çevrelerin derin bir vecd hâlinde sergilediği NATO aleyhtarı kampanyaların, 60'lı 70'li yıllardaki "NATO'ya hayır" sloganlı gösterilerin, Türkiye'yi ittifaktan kopararak üçüncü dünyaya yamama çabalarının çocuksu, gülünç ve anlamsız çırpınışlar olduğu bugün daha iyi görünüyor. Bunların bir zamanlar ellerinden gelse bizi de taşımak istedikleri Varşova Paktı tarihin enkazında unutulup giderken, imrenerek model aldıkları, sistemlerine özendikleri Doğu Avrupa ülkeleri ya NATO üyesi oldular, yahut olmak üzereler. Türkiye NATO'ya dönemin iktidarı Demokrat Parti Hükûmetinin cesur ve kararlı tutumu sonucu dahil oldu. Batı Avrupa'da toplumun her kademesinde zihinleri dinî saplantılarla şartlanmış fanatik insanlar o sıralarda da vardı. Türkiye'nin üyeliğine Müslüman bir ülke olduğu gerekçesiyle itiraz ediyorlardı. Ancak Türk hükûmetinin güven veren tutumu, Kore'de Birleşmiş Milletler gücü içerisinde tereddütsüz yer alışımız, bunların direncini kırdı. NATO üyeliğimiz, batı sistemi içerisinde yer alma hususunda 1856'lardan başlayan girişimlerin tek olumlu örneğidir. Günümüzde Avrupa Birliği'nin Türkiye'nin üyeliği konusunu, karşılıklı saygı ve güvene dayalı bir anlaşma şeklinde değerlendirmek yerine, koloniyel bir devletin hükmetmek istediği alanlara baskı ve yaptırım uygulamaları şeklinde algılayan tavrına baktığımızda, elli yıl önce kurulan ilişkilerin önemi daha da artıyor. Haklar ve yükümlülükler bakımından diğer üyelerle eşit seviyede olmamız ve sorumlulukların adil dağılımının yanı sıra, askerî standartlarımızın bu vesileyle en üst düzeye yükseltilmesi, Türk Silâhlı Kuvvetlerini bölgenin birinci gücü konumuna ulaştırdı. Soğuk savaş döneminde ABD ile çıkarlarımızın çatıştığı, ilişkilerin gerginleştiği, anlaşmazlığa düştüğümüz konular da oldu. Özellikle Kıbrıs meselesinde karşılıklı restleşmeler yaşandı. Kıbrıs'ta 1974 Harekâtının ilk bölümünde plânlama zafiyeti sebebiyle kuvvetlerimiz çok dar bir alana sıkışıp kalmıştı. Dolayısıyla kısa bir zaman sonra ikinci harekâtın yapılması zarurî hâle geldi. Bu durum batı dünyasında sert tepkilere yol açtı. İlk hamlemizin garantörlük anlaşması bağlamında olduğuna itiraz edemeyen bu ülkeler, Rum propagandasının etkisiyle, ikinci harekâtı bir türlü içlerine sindiremediler. Bu yüzden Türk toplumuna karşı çok sert ve katı bir ambargo uygulamaya başladılar. Bunun askerî alandaki merkezini ABD üstlendi. Silâhlı Kuvvetlerimizin ihtiyaç duyduğu silâh ve mühimmatın teminini dört yıl süresince engellediler. ABD'nin temel politikaları pragmatist anlayış ekseninde şekillenir. Bundan dolayı gerekli gördüğü zaman kararlarını hiç zorlanmadan, alınganlık konusu yapmadan değiştirmekte sakınca görmez. Türkiye'yle ilişkilerinde ise birçok Avrupa ülkesinin tutumlarında göze çarpan saplantılar yoktur. Çünkü Avrupalıların aksine, Türkiye'ye karşı tarihten süzülüp gelen sistematik bir düşmanlık, Haçlı Seferlerinin şuuraltı etkileri, coğrafyamızla ilgili koloniyel projeleri bulunmamaktadır. Sonuçta hangi faktörlerle olursa olsun, son elli yıllık Türk-Amerikan ilişkilerinde çatışma ve kırgınlık dönemleri fazla uzun sürmemiştir. Türkiye birçok milletler arası meselede ABD ile birlikte olmanın, bu ülkeden destek sağlamanın avantajına sahip olmuştur. Türkiye'nin Müslüman Orta Doğu'da demokratik rejime sahip tek ülke olması, batıyla zihinsel ve kurumsal birliktelikleri ABD için ciddî bir dayanak ve güven anlamı taşımıştır. Soğuk savaş süresince başta komünizmin yayılmasına karşı düşünülen Yeşil Kuşak projesi ve Cento Antlaşması olmak üzere, oluşturulmaya çalışılan savunma sisteminin içerisinde Türkiye'nin başrolde bulunması bu güvenin sonucudur. Türkiye-ABD ilişkilerinin Kıbrıs'tan sonra en ciddî bunalım alanı Kuzey Irak oldu. 1991 Körfez Harekâtından sonra bu bölgede yürürlüğe sokulan ABD politikalarında Kuzey Irak'taki Kürt gruplarına özel bir misyon yüklendi. Saddam'ın devrilmesi ve Irak'ın siyasal plânda küçültülmesi ABD politikalarının görünürdeki amacı olmakla beraber, bunun ötesinde özellikle Kürtlerle ilgili ne düşünüldüğü ortaya konulmadı. Meselâ Kuzey Irak'taki halkı Saddam'a karşı koruma gerekçesiyle oluşturulan Çekiç Güçün nasıl bir işlev yaptığı zihinlerde ciddî bir şüphe olarak kaldı. Bölgeden çekilen Amerikalıların binlerce Kürt'ü beraberlerinde götürmeleri, bunlara uzun süre eğitim vermeleri, Barzani ve Talabani'ye sağladıkları maddî destekler, iki aşiretin arasını bulma amacıyla düzenlenen toplantılar bütün bu şüpheleri besleyip büyüttü. Ancak bir hususun altını önemle çizmek gerekir; ABD NATO içerisinde müttefikimiz olan birçok Avrupa ülkesinin aksine, PKK'ya destek vermedi. Onlar gibi bölücü terörün Türkiye'yi tehdit etmesine ortam hazırlayarak, bazı özel projelerini uygulamaya çalışmadı. Silâhlı Kuvvetlerimizin gerek gördüğünde Kuzey Irak'tan kilometrelerce içeriye girip teröristleri takip etmesi, kamplarını ortadan kaldırması, bölgeyi kontrolleri altında tutması büyük ölçüde ABD'nin meseleye bakış tarzından kaynaklanmıştır. Böylelikle Avrupalıların kaşlarını çatmalarına rağmen, Birleşmiş Milletler kanalıyla Türkiye'nin bölgesel etkinliğini engelleyecek bir tavırla karşılaşılmadı. Bu tablo Türkiye'nin ABD ile stratejik ortaklığı bulunduğu ve tam anlamıyla stratejik müttefik olduğu anlamına geliyor mu? Bu, tartışmaya açık bir husustur. Eski başkan Clinton'un ülkemizi ziyareti sırasında ifade ettiği stratejik ortaklık kavramı, ilişkilerin bütünüyle dikkate alınması ve özellikle ABD'nin Orta Doğu, Orta Asya ve Kafkasya politikalarına bakıldığında yerine tam oturmamakta, bazı alanlarda ciddî aykırılıklar ortaya çıkmaktadır. Ancak ABD'nin İsrail, İngiltere ve hatta Kanada gibi ülkelerle stratejik ortaklık kavramının içeriğine tam uyan ilişkilerine bakıp, kendimizinkiyle kıyaslamamız yanıltıcı olur. Meseleyi duygusallığa kapılmadan milletler arası politikaların reel mantığı çerçevesinde değerlendirmek zorundayız. Sonuçta bu ilişkilerden iki tarafın da çıkarları olduğu aşikârdır. Bazı konularda ABD'nin bizim dışımızda hesaplarının bulunması, aradaki tarihî, kültürel, coğrafî farklılıkları düşündüğümüzde yadırganmamalıdır. Ancak bu durum elbette ABD politikalarını bütünüyle kabullenmek, bunlara uymak ve desteklemek anlamına gelmez. Onların kendi çıkarları yönünde hareket etmesi ne kadar doğalsa, bizim kendi politikalarımızı yürütmeye çalışmamız o derece normal ve meşrudur. Bu kritik kırılma noktasında, bütün mesele iki ülke arasında doğabilen farklılıkları olabildiğince birbirine yaklaştırmak, uyum sağlamak, ayrılıkların çatışma ve gerginliklere uzamasını engelleyecek politik beceriyi karşılıklı olarak sergileyebilmektir.

Dış İlişkilerde Duygusallık Yoktur Irak konusunda bu yapılamadı. Aylar boyunca yürütülen görüşmeler karar aşamasında hiç umulmadık bir krizle yüz yüze geldi. Bu sonucun ortaya çıkmasının kusurunu paylaştırmanın ve suçlamalar yapmanın faydası yoktur. Milletler arası ilişkilerin bir diğer önemli kuralı, rasyonel davranmaktır. İki ülkenin yetkili yöneticileri öncelikle bu ortamın millî çıkarlarına fayda sağlayıp sağlamadığını hesaplamalı, gerçekçi bir bilânço çıkarmalıdırlar. Bunun ABD cenahında ne ölçüde yapılabileceği bizim sorunumuz değildir; ancak Türkiye'nin bu ihtiyacı yerine getirmesi, siyasî öz eleştiri yapma ihtiyacının ötesinde Türk milletinin kaderini ve ülkemizin geleceğini doğrudan etkileyecek stratejik kararlar alabilmenin ilk adımıdır. Türkiye'nin kimine göre küresel, kimine göre hiper bir güçle ilişkilerini soğutmak, gerginleştirmek, zıtlaştırmak gibi tercihi var mıdır? Milletler arası arenada hak ve çıkarlarımızı koruyabileceğimiz, güvenlik içinde yaşayacağımız onurlu ve saygın bir yer bulabilme çabası temel hedefimiz olduğuna göre, bunu nasıl sağlayabiliriz? Herhâlde şu anda dünyanın toplam GSMH'nın 1/3'ine sahip olan, millî geliri 10 trilyon doları bulan, bütün ülkelerin yıllık toplam savunma harcamalarının yarısını yapan bir güçle kapışarak değil... ABD'nin hukukî, ahlâkî ve insanî açılardan sınıfta kaldığı aşikârdır. Kendi çıkarlarını bütün evrensel değerlerin üzerinde sayan, bencil, kaba ve küstah tavırları siyasî üslûp olarak benimseyen görüntülerinin makul ve sevimli bir tarafının bulunmadığı açıktır. Gücün ve servetin davranışlarına meşruluk kazandırdığına inanan bu pervasızlık, vicdanları isyan ettiren bu küstahlık sonuçta dünyaya herkesin tepki gösterdiği çirkin Amerikalı fotoğrafını sunmuş oluyor. Bu genel görüntü, Başkan Bush ve çevresinin fanatik dinci tavırlarıyla alabildiğine besleniyor. Böylelikle ortaya küresel hâkimiyetini askerî güç kullanarak gerçekleştirmeye, ulusal güvenlik stratejisi çerçevesinde uygulamaya koymaya çalışan ABD politikalarını çıkarıyor. Bush ve yönetim kadrosundaki bazı isimler devletin resmî politikalarını Protestan Evanjelik mezhebinin esaslarına göre şekillendirmeye çalışırken, aynı kadrodaki Yahudi asıllı başka bir grup Tevrat'tan aldıkları ilhamla hareket ediyor. Böylece 21. yüzyılda seküler anlayışın birinci mekânı olarak bilinen Amerika'da Tevrat ile İncil'den etkilenen bu ilginç gruplar, kutsal kitaplarla ABD'nin temel politikalarını buluşturmak amacıyla yoğun çaba sarf ediyorlar. Bu tablo, Hungtinton'un ortaya attığı dinler ve medeniyetler arasındaki çatışma kehanetinin iddia ettiği gibi Orta Doğu veya Güney Asya'da değil, doğrudan Kuzey Amerika'da kurgulanması anlamına geliyor. 11 Eylülde yaşadığı şokun travmatik etkilerinden hâlâ kurtulamamış olan Amerikan toplumu, ne yazık ki dünyaya kendi yöneticileri eliyle nasıl bir kötülük tohumunun saçılmaya çalışıldığının farkında olamıyor. Türkiye, reel politik şartların hesabını yaparak doğru ve etkili bir devlet politikası inşa etmeye çalışırken ABD'nin bu sevimsiz yüzünü görmek, ancak etkilenmemek mecburiyetindedir. Çünkü bunlar karıştırılırsa ilişkilerin zedelenmesi kaçınılmaz hâle gelir; böyle bir sonuç, yaşadığımız siyasal ve ekonomik problemlerin katlanması, çoğalması, ortaya yeni çatışma alanlarının çıkması, Avrasya'da Rusya, Irak ve yakın bir gelecekte Çin ile sürdürmek zorunda olduğumuz hassas ve dengeli politikalarda yalnız kalmamız sonucunu doğurur.

Tanıdık Bir Slogan: Go Home Yanke Türkiye'de 28 Şubatta tezkerenin reddiyle tetiklenen gerginlik, bazı çevreler tarafından alkışlarla teşvik ediliyor. Bunların düşünce yapılarının, siyasî ve ideolojik eğilimlerinin doğru tasnifi yapıldığında ortaya çok ilginç ve düşündürücü bir tablo çıkıyor. İlişkilerin çatlamasını öncelikle Barzani ve Talabani memnuniyetle karşıladılar. Kuzey Irak'ta bağımsız bir Kürt Devletinin kurulmasına sıcak bakan, bunu, insanî, hukukî ve hatta tarihî bir hak olduğunu gerekçe göstererek destekleyen Türkiye'deki bazı kesimler, bu sonucun alınması için siyasî kurumlar ve medyadaki etkinliklerini bütün güçleriyle kullanmaya çalıştılar. Parlâmenterlerin telefon ve faksları belirli merkezlerin yönlendirdiği mesajlarla kilitlendi. Sonuç alabilmek için dinî, hukukî, insanî anlamda hangi dil etkili olacaksa bunları slogan hâlinde haykırmaya çalıştılar. Bütün bu tavırların sadece felsefî, fikrî ve dinî mülâhazalardan kaynaklanmadığı, etnik faktörlerin, kimlik problemlerinin tutumlarında etkili olduğunu görmezlikten gelemeyiz. Irak halkının % 15'ini Türklerin oluşturduğunu, bunların yıllardan beri Saddam'ın en acımasız metotlarla yürüttüğü asimilâsyon politikalarının hedefi kılınarak ezildiğini, Irak'ta en fazla çile çeken kesimin bu iki buçuk milyonluk Türkmen kitlesi olduğunu hiç hatırlamayan, ancak konu Barzani ve Talabani olduğu zaman dinî, hukukî ve vicdanî hassasiyetleri harekete geçen bu insanların, bazı siyasî muhitlerde ciddiye alınmaları, hizmet kademelerinde itibar görmeleri ülkemiz adına elem verici bir manzaradır. Tezkerenin gündemde olduğu günlerde İskenderun, İstanbul ve Ankara'da yapılan gösterilerde, atılan sloganlar, taşınan pankartlar "savaşa hayır" gibi vicdanî bir tepkinin nerelere yönlendirilmeye çalışıldığını açıkça göstermiştir. Buralarda bölücü örgüt ve şefini destekleyenler, müzelik ideolojilerini legalleştirme amacıyla parti kimliğine bürünerek meydanlara, salonlara koşanlar, dini siyasal amaçları için makyaj malzemesi yapmaya çalışanlar el ele, kol kola yürüdüler. Keşke bunlar "go home Yanke" diye bağırırken sadece duygusal bir reaksiyon içinde olsalardı. Amerika Birleşik Devletleri'ni emperyalist olarak düşünüp, tekme tokat Türkiye'den atmak isteyenler ne gariptir ki Kuzey Irak'ta tam tersi bir tavır aldılar. Kuzey Irak'ta bağımsız bir Kürt Devletinin kurulması davasına destek olması amacıyla Amerika'yı bölgeyle ilgilenmeye ve bunun da ötesinde askerî operasyon düzenlemeye davet ettiler. Böylece Amerika bazı kesimler tarafından Kuzey Irak'ta anti emperyalist, Türkiye'de ise emperyalist bir konuma getirilmiş oldu.

Usulden ve Esastan Bu Bir Devlet Krizidir Türkiye devlet politikası anlamında 1 Mart tarihi itibariyle ciddî bir çöküş yaşadı. Bu bağlamda esas mesele Meclisten çıkan karar yani tezkerenin reddi değildir. Çünkü bu sonuç esas itibariyle demokratik bir ülkede millî iradenin tercihidir ve elbette saygıyla karşılanmalıdır. Ancak tezkere süreci ifade edilebilecek son birkaç ayı kapsayan tablo bütünüyle ele alındığında bir devlet politikası anlamında tevili mümkün olmayan bir başarısızlık tablosuyla karşı karşıya kalıyoruz. Bu süreçte ABD ile anlaşma, devletin ilgili bütün politik ve bürokratik kurumlarının, askerlerin, dış işlerinin, ekonomiyi yönetenlerin görüş ve tercihleriyle yapılmadı mı? Tezkere metni ülkenin âli menfaatleri göz önüne alınarak, bilumum artılar ve eksiler hesaba katılarak, doğacak sonuçlara bakılarak yazılmadı mı? Görüşme süreci aylar öncesinden başladığına göre, farklı görüş ve düşünceleri olan makam sahipleri, neden zamanında ortaya çıkıp tercihlerini savunmadılar? Devlet piramidinin en tepesinden başlayarak, devlet organları arasında koordinasyon sağlamak, fikir alışverişinde bulunmak, istişare yapmak, farklı görüşleri devletin temel ilkeleri çerçevesinde buluşturmak hangi makamların görev ve sorumluluğundadır? Bu soruların cevabının ne olduğu 28 Şubat tarihli Güvenlik Kurulu toplantısında bir bakıma verilmiş oldu. Türkiye için fevkalâde önem taşıyan tarihî bir karar öncesinde, en önemli anayasal organımızdan yönlendirici bir karar çıkmadı. Tam tersine uluslar arası oydaşma adıyla yeni bir kavrama yer verildi. Türkiye'nin millî güvenliğiyle ilgili bir kararı alırken, millî egemenliğin temsilcisi parlâmentomuzdan önce, Birleşmiş Milletler'in ve Güvenlik Konseyi'nin kararlarının referans alınması şeklinde yorumlanabilecek bu ifadenin geçerli olması hâlinde, gelecekte Türkiye çok zor durumda kalabilir. Çünkü sonuç itibariyle siyasî bir teşkilat olan Birleşmiş Milletler'in kararı esas alındığı taktirde, Kıbrıs'la ilgili aleyhimizdeki on beşten fazla kararın neden uygulanmadığı bize sorulabilir. Veya meselâ ilerde Azerbaycan ile Ermenistan arasında Türkiye'nin rol oynaması gereken bir gelişme meydana gelirse, önce Birleşmiş Milletler'e başvurup izin istemek gibi garip bir çıkmazla karşı karşıya kalabiliriz. Hükûmet görevlendirdiği bakan ve teknisyenlerle yürütülen görüşmeler sonucu hazırlayıp parlâmentoya sunduğu bir kararı yasallaştıramadı. Bu çok ciddî bir politik zaaftır. Hangi sebeple olursa olsun, bakanlar arasında mutabakatın sağlanamaması, hükûmet kararına bazı bakanların olumsuz oy kullanması, başbakan ve parti genel başkanının tercih ve telkininin dikkate alınmaması demokratik düzenin işleyişi açısından doğal karşılanıp geçiştirilemez. Bu tablo sonuçta bedelini milletçe ödemek zorunda kalacağımız siyasal bir krizdir.

Sonuçlar Sürpriz Sayılabilir Mi? Tezkerenin Mecliste kabul edilmemesinden sonra hükûmetin yeni bir girişimde bulunacağını umanlar yanıldılar. AKP iktidarı net bir tavır almaktan özenle kaçınarak sistematik bir bekleme süresi başlattı. Sonuçta Türkiye'den yardım görme ümidini kaybeden ABD topraklarımızı kullanarak kuzeyden cephe açma projesini kaldırdı ve savaşı başlattı. AKP iktidarını bu tavır değişikliğine sevk eden faktörlerin neler olduğu açıklığa kavuşmuş değil. İkinci tezkerenin hazırlanmasını sağlayan mutabakat zaptının içeriği tam olarak bilinmiyor. Bu yüzden değerlendirmeler daha çok tahminler üzerinde yapılıyor. Kesin bir şey varsa, bu gelişmeler Türk-Amerikan ilişkilerinde kapatılması zor çatlamalar doğurmuş, Türkiye politik, stratejik ve ekonomik açılardan önemli kayıplarla karşı karşıya kalmıştır. Bu arada Amerika'nın da büyük ziyana uğradığı, savaş şartlarının önemli ölçüde zorlaştığı düşünülse de; bunun bize kazandıracağı önemli bir şey yoktur. Türkiye'nin Irak'taki gelişmelerin dışında kalamayacağı gerekçesiyle oluşturduğu on-on beş yıllık stratejik plânların uygulanma şansı önemli ölçüde azalmıştır. Hem ABD'nin, hem de Avrupa'nın sert ikazları sonucu Irak konusunun dışına itildik ve masadaki yerimizi şimdiden kaybettik. Kendi inisiyatifimizle, tek başımıza Irak'a girmenin riski çok büyüktür. Muhtemelen bunu göze alamayacağız. Dolayısıyla bundan böyle çoğunluğu Kerkük ve çevresinde yaşayan Türkmenlerin varlıklarını korumaları önemli ölçüde ABD'nin sağlayacağı desteğe bağlı kalacaktır. Türkiye, Irak'ın siyasal birliğinin bozularak, kuzeyde bağımsız bir Kürt Devletinin kurulmasını casus belli (savaş sebebi) sayacağını aylar öncesinde ilân etmişti. Şimdi ortaya çıkan tablo bundan geri adım atılmasını gündeme getirmiştir. ABD Türkiye'siz bir savaş seçeneği kullanırken, Kürtlerle daha geniş iş birliği yapmaya, Saddam'a karşı onlarla birlikte savaşmaya karar vermiş oluyor. Güven veren bir müttefik konumunu kaybeden Türkiye'nin Irak'ın yeni yapılanmasıyla ilgili görüşmelerde masada yer almasına imkân verilmeyecektir.

Ekonominin Farkında Mıyız? Bu gelişmeler bir yandan Türkiye'ye ağır stratejik ve politik kayıplara mal olurken, diğer yandan ekonomimiz endişe verici bir belirsizlikle karşı karşıya kaldı. Savaşın Türkiye ekonomisine büyük zararlar vereceği, bunların telâfisinin kolay olmayacağı önceden biliniyordu. Amerikalılarla yapılan görüşmelerde kredi genişliği olarak 22 milyar dolara ulaşan bir yardım paketi üzerinde anlaşıldığı açıklanmıştı. Bu rakamın uğrayacağımız zararların karşılığı olmadığı açık olmakla beraber, önümüzdeki iki kritik yılı aşmamızı kolaylaştırması, içinde bulunduğumuz borç-faiz sarmalından kurtulmamıza zemin oluşturması açısından önemli bir destek teşkil edeceği görülüyordu. Paketin rafa kaldırılmasının sonuçları derhâl belirmeye başladı. Tezkere tartışılırken zaten yükselen ve son iki kamu ihalesinde Hazinenin % 60'ın üzerinde bir rakamla borçlanmasına yol açan faizler, bu seviyede de durmadı ve % 78'e ulaştı. Bu uzun süre taşınması imkânsız bir yük demektir. En önemli problemi iç borçların ödenmesi olan Türkiye bu ısınmaya ne kadar tahammül eder? İşsizlik hızla artıyor, her üç üniversite mezunundan biri çaresiz ve umutsuz bekliyor. Ekonomide süren daralma Türkiye'yi üç yıl önceki kriz dönemlerinden daha kırılgan ve dirençsiz hâle getirdi. Bu dar boğazdan elbette çıkabiliriz; kaynaklarımız iyi kullanıldığı takdirde, iki-üç yıllık ciddî ve disiplinli bir program uygulanabilirse bu ortamdan kurtuluruz. Ancak bir taraftan kendi dinamiklerimizi kullanırken, diğer taraftan dışarıdan sağlanacak uzun vadeli ve düşük faizli bir kredi, işimizi hayli kolaylaştıracaktı. Nisan ayı içinde IMF ile sürdürülen görüşmeler sonuçlanacak, son kredi dilim için yeşil ışık yakılıp yakılmayacağı belli olacaktır. Bu karar normal zamanlardan daha fazla önem taşıyor. Kararın Türk ekonomisi üzerindeki etkisini iyi bilen ABD, olumsuz bir tavrın sonuçlarının ne olacağını dikkate almak suretiyle, gelecekte ilişkilerimizi hangi çerçeveye oturtmak istediğini gösteren somut bir tutum izleyecektir.

Sür'atle Hasar Tespiti Yapılmalıdır Türkiye tezkere depreminin yol açtığı hasarın dökümünü bir an önce yapmalı, zararın boyutlarını doğru ve gerçekçi şekilde okumaya çalışmalıdır. Bu durumun oluşumunda, anayasal organlar ve kurumlar arasında gerekli iş birliğinin, yakın ve sıcak çalışma ortamının kurulamayışının önemli rol oynadığını herkes görmelidir. Rejimimizin adı demokrasi olduğuna göre, devlet çarkının işlemesini sağlayacak kurallar bellidir. ABD ile yaşanan bu krizin temel nedenlerinin başında güven eksikliğinin geldiği görülmeli; bundan ders çıkarılmalı, kendi içimizde kurumlar arasındaki ilişkilerin kilitlenmesine yol açabilen güvensizliğe, şüphe ve tereddüde kesinlikle yer verilmemelidir. Bu olaylar ülkemizde yönetimle ilgili problemlerin yanında, çok ciddî bir muhalefet boşluğunun bulunduğunu göstermiştir. İngiltere'de iktidarın çok müşkül bir pozisyonda bulunduğunu gören muhalefet partisi, bundan yararlanarak hükûmeti düşürme hesabı yapmak yerine, herkese ders olması gereken bir tavır aldı. Muhafazakar Parti savaş kararına karşı olmasına rağmen "İngiliz askerleri Körfez'de savaşırken arkalarında İngiltere'nin bulunduğunu düşünmelidirler" diyerek Tony Blair'e destek verdi. Bu görüntü büyük devlet olmanın nasıl mümkün olabildiğinin enfes bir örneğidir.

Şartları Doğru Algılamalıyız Irak Savaşının ne kadar süreceği giderek belirsizleşiyor. Uzaması hâlinde yükümüz daha da ağırlaşacak, problemler büyüyecektir. Bu süreci asgarî hatayla geçirmek zorundayız. Harekât nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, bölgemizde, çevremizde ve bütün dünyada köklü değişmeler yaşanacaktır. Eskisinden çok farklı bir siyasal ortam doğacak, stratejik dengeler altüst olacaktır. ABD muhtemelen Saddam'dan kurtulacak, ancak çok daha çetin problemleri üstlenmek zorunda kalacaktır. Güvenliğini sağlayacak, ekonomik hegemonyasını genişletecek bir alan hazırlama amacıyla giriştiği bu operasyondan sonra tam tersi sonuçlarla karşılaşarak huzur ve güvenini geniş ölçüde kaybetmiş bir toplum hâline gelmesi sürpriz olmayacaktır. Bu küresel kargaşada biz öncelikle kendi işimize bakmalıyız. Jeopolitik imkânların yeterli ekonomik desteklere sahip olmaması ve iyi yönetilmemesi hâlinde etkili olmadığını görmüş bulunuyoruz. Savaş sürerken de, bittikten sonra da etkilerini yakından hissedeceğiz. Ateş altında olduğumuzun bilinci içerisinde olursak, çevremizdeki anaforun anlamını doğru algılayabilirsek bu badireden fazla berelenmeden çıkmayı başarırız. Millî bütünlüğümüzü, üniter yapımızı sürdürmenin, milletler arası arenada saygın, onurlu ve güçlü bir millet olarak var olmanın başka bir yolu yoktur.