YENİ BİR DÜNYA DOĞUYOR
Bu yazıyı hazırlarken Türkiye'nin Irak meselesindeki konumu biraz daha netleşmiş, ABD ile müşterek hareket etmemizi sağlayacak hükûmet tezkeresinin TBMM'ye sevk edilmesi Bakanlar Kurulunda karara bağlanmıştı. Dergimizin önümüzdeki sayısında büyük ihtimalle başlayacak olan harekâtın gelişmesi irdelenecektir. 1991 Körfez Savaşının amacı belliydi; Kuveyt'i alarak bölgesel bir tehdit unsuru olmaya yönelen Irak'ı geriye püskürtmek, Bağdat'ta rejim değişikliği sağlayarak Saddam'dan kurtulmak isteniyordu.
Bu hedeflerden ilki oldukça kolay gerçekleştirildi. Kuveyt'ten önemli bir direniş göstermeden çekilen Irak birliklerinin peşindeki ABD askerleri Bağdat'a çok yakın bir mesafede anîden fren yaptılar ve durdular. Böylece Saddam kurtulmuş, rejim yıkılmamıştı. ABD'nin bundan sonraki süreçte temel stratejisi Irak'ın petrol gelirlerini asgarî düzeye indirmek, yeniden silâhlanma ihtimalini ortadan kaldırmak, kuzeydeki Kürt nüfusunun Bağdat'ın kontrolünden çıkarılmasını sağlamaktı. Kürtlerin Irak içinde federal çerçevede bağımsızlıklarını ilân etmeleri bölgede yeni bir siyasal yapılanma anlamını taşıyordu.
ABD on yıllık süreçte Irak üzerinde ekonomik, siyasal ve askerî bir abluka kurdu. Bu tutumu şekil açısından Birleşmiş Milletler kararına dayanılarak yapıldığından girişimlerinde meşruiyet sorunu yaşamadı. Irak semalarında sürekli şekilde devriye uçuşları yapan uçaklarıyla uygun gördükleri yerleri askerî tehdit oluşturduğu gerekçesiyle vurdular. Kuzey Irak'taki iki aşiret lideri arasında anlaşma sağlayarak buralarda şimdiye kadar milletleşme evresine ulaşamayan, devlet kuramamış olan insanları sistemli şekilde ulus-devlet konumuna sevk etmeye çalıştılar. Bölgeden topladıkları binlerce insanı ABD'ye taşıyarak, kendi ülkelerinde eğiterek gelecekteki idarî ve askerî bürokrasiyi oluşturmak için ne gerekiyorsa yaptılar.
Irak bir tarafa bırakılırsa, Körfez Harekâtının sonuçlarından olumsuz olarak etkilenen ülkelerin başında Türkiye gelir. Ekonomimiz önemli ölçüde yara aldı. PKK bölgeden çekilen Irak ordusuna ait ağır silâhların büyük bölümünü eline geçirdi. Bu sıralarda faaliyete geçen çekiç güçün nasıl bir işlev yaptığı hâlâ gün ışığına çıkmış değil. Bölgede oluşan boşluktan yararlanarak ve elde ettiği silâhlarla güçlenerek faaliyetlerini yoğunlaştıran teröristleri durdurmak için büyük çabalar sarf etmek mecburiyetinde kalan Türkiye'nin önemli kayıpları oldu. 1990'lı yılların başında ekonomik büyüme trendini yakalamış olan, millî geliri üç bin dolar civarına ulaşan ülkemizin müteakip on yılda gerileme sürecine girmesinde ve meydana gelen çöküntülerde, kötü yönetimlerin yanında bu olumsuz şartların önemli payı vardır.
Körfez Harekâtı sona erdiği sıralarda, ABD yaptığı yardım vaatlerinin gerçekleştirilmesi gereğini düşünmedi; ülkemiz kaderiyle baş başa bırakıldı.
11 Eylül saldırıları olmasaydı ABD küresel egemenliğini pekiştirmek için askerî güç kullanma ihtiyacını duyar mıydı? Başka bir ifadeyle önce Orta Asya'da, şu sıralarda Orta Doğu'da ortaya çıkan askerî operasyonlar 11 Eylül travmasının tepkilerinden ibaret sayılabilir mi?
11 Eylülde maruz kaldığı saldırılara karşı Afganistan'da ABD'nin giriştiği operasyonlar ilk başta bir savunma refleksi şeklinde değerlendirildi ve genellikle meşru sayıldı. Ancak kısa zamanda olayın boyutlarının sadece saldırılarla sınırlı olmadığı, çok daha ileri amaçların bulunduğu ortaya çıktı. Afganistan'a giren ABD kısa zamanda bölgeye yerleşti ve giderek yayıldı. Türk cumhuriyetleriyle askerî, siyasî ve ekonomik alanlarda ikili anlaşmalar yapıldı. Bunlara dayanılarak yüzlerce Amerikan askeri ve idarî personeli bu ülkelerde görev yapmaya başladılar.
Kafkasya'daki gelişmelerde de ABD'nin etkisi kısa zamanda yoğunlaştı, Rusya'nın Hazar ve çevresindeki enerji yatakları üzerindeki girişimleri önemli ölçüde geriletildi. Bakü-Ceyhan boru hattının hayata geçirilmesi hususunda önemli bir adımın atılmasının sağlanmış olması ekonomik bir anlaşmanın ötesinde stratejik bir anlam taşımaktadır.
Irak'a yönelik askerî operasyonda geri sayımın başladığı bu süreç, küresel hegomonik gücün üçüncü adımı olarak algılanmalıdır. Ancak ABD yetkililerinin çeşitli açıklamaları bunun Avrasya'da seri şekilde sürdürülecek başka adımların da habercisi olduğunu gösteriyor. Başka bir ifadeyle dünyamız ve özellikle bölgemiz önümüzdeki beş yıl içerisinde önemli yapısal değişikliklerin arifesinde görünüyor.
İkinci Dünya Savaşından sonra yarım yüzyıl boyunca dünyanın ekonomik, siyasal ve askerî dengelerini oluşturan Birleşmiş Milletler ve NATO gibi kuruluşlar ve hatta Avrupa Birliği köklü değişimlerle karşı karşıyadır. Birleşmiş Milletlerde İkinci Dünya Savaşından sonra beş büyük galip devletin oluşturduğu güç ekseninin, Almanya ve Japonya gibi ülkeleri dışarıda tutarak, sonradan oluşan yeni güç merkezlerini bir tarafa bırakarak olayları kontrol altında tutması mümkün olamıyor. Öte taraftan yeni dünya düzeninin global egemeni olmakta kararlı görünen ABD inisiyatifini başkalarıyla paylaşmak cihetinde değil. Zaten 11 Eylülden sonra yaptığı hamleler, bu yüzyıldaki küresel yarışmada açık arayla önde götürdüğü liderliğini pekiştirmeye yönelik plânlı girişimlerdir. Önümüzdeki 25 yıl zarfında enerji ihtiyacı, petrol sarfiyatı ortalama % 25 oranında artacak olan ABD'nin dünya rezervlerinin büyük bölümüne sahip olan Körfez bölgesinde sağlayacağı hâkimiyet, kendisini hegemonik güç hâline getiren büyük ekonomik performansının devamı açısından hayatî önem taşımaktadır.
Bu yüzden problemi ahlâkî, insanî ve hukukî bir zemine oturtmak gibi bir ihtiyacı duymuyor. Müdahale için milletler arası meşruiyet oluşturulması gerektiğine ilişkin beyanları ve tepkileri duymazlıktan geliyor. Böylece ortaya yeni bir evrensel kutuplaşma çıkıyor. Bir yanda Türkiye'nin millî gelirinin dört mislini askerî harcamalarına rahatlıkla ayırabilen, dünya üretiminin üçte birini sağlayan, fert başına millî geliri 34 bin $ olan, IMF ve Dünya Bankası gibi ekonomileri düzenleyen mekanizmaları doğrudan kontrol eden ABD ile yandaşı konumundaki Anglosakson ülkeleri ve İsrail mevcut. Diğer yanda dünya kamuoyu var. Ancak bu taraf monolatik bir görüntüye sahip olmadığı gibi, çeşitli çıkar hesapları ve siyasal çatışmaların etkisiyle bölünmüş vaziyette. Dolayısıyla ABD'nin dışında dünya çapında etkili bir güç santralinden söz etmek mümkün olamıyor.
Bir ara ABD ile rekabet potansiyeline sahip ve dünyada şimdiye kadar gerçekleştirilen en geniş ve kapsamlı bütünleşme anlamını taşıyan Avrupa Birliği bile çatırdıyor. Almanya ve Fransa'nın oluşturmaya çalıştığı güç ekseni, İngiltere başta olmak üzere, İtalya ve İspanya gibi birliğin önemli ülkeleri tarafından endişeyle karşılanıyor. Irak konusu bu iç çekişmeyi gün ışığına çıkarıyor, böylece AB içinde yakın gelecekte siyasal ve askerî bütünleşme, merkezî yönetim ve entegrasyon iddiaları önemli bir darbe almış oluyor.
Fransa'nın başını çektiği anti Amerikancı tavırlar NATO'da da derin sarsıntılar doğurdu. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra misyonu önemli ölçüde tartışılmaya başlanan, karşısında somut bir düşman kalmaması nedeniyle ittifak anlamından uzaklaşan NATO'nun gelecekte eski işlevini andıran etkili bir konum sağlaması mümkün görünmüyor. Esasen dağılan Varşova Paktı üyesi Doğu Avrupa ülkelerini bünyesine katmakla yeni bir yapılanmanın içine giren NATO askerî niteliğinden önemli ölçüde uzaklaştı; bir protokol örgütü görüntüsü kazandı.
Evrensel plândaki bütün bu gelişmelerden etkilenmekte olan Türkiye'yi ilgilendiren öncelikli konu Irak'ta meydana gelen gelişmelerdir. Çünkü bölgedeki en ufak bir değişim bile, olumlu yahut olumsuz şekilde doğrudan bize yansıyor. Üstelik içimize kapanmak, yani olaylardan kendimizi soyutlamak gibi bir şansa sahip değiliz. Dolayısıyla şu sıralarda ülkemizde de dillendirilen savaşa hayır jargonu reel politik açıdan fazla bir anlam taşımıyor. Aslında siyasette ve basında sergilenen savaş aleyhtarlığının ciddiye alınabilmesi ve etki sağlayabilmesi için, bilinen retorik tekrarların dışına çıkılarak, somut teklifler, projeler sunulması gerekiyor.
Hükûmetten başka, Cumhurbaşkanlığı, Genelkurmay ve MİT gibi başlıca devlet organlarının katılımlarıyla oluşturulan ve esas itibariyle hayatî bir devlet politikası niteliğindeki bu meselenin, siyasî hesaplara bulaştırılması, psikolojik rahatlama ve zihnî egzersiz unsuru şeklinde kullanılmaya çalışılması çok yanlış olur. Çünkü Türkiye bu gibi hafifliklere ve popülist tavırlara tahammülü olmayacak derecede ciddî ve ağır problemlerle karşı karşıyadır.
1991'de Körfez Krizi sırasında ekonomimiz şimdikinden çok daha elverişli durumdaydı. Buna rağmen meydana gelen kayıpların telâfisi sağlanamadı. Son iki yılda iki büyük ekonomik depremin tahribatını giderememiş bulunan, sığ ve kırılgan ekonomimizin, önlenebilmesi imkânsız görünen ABD operasyonuyla oluşacak olumsuz etkilerle çökmekten kurtulabilmesi için ciddî tedbirler gerekiyor. Bu bağlamda ABD ile yapılan görüşmelerde pazarlık yapılmasını, talepler öne sürülmesini yakışıksız ve hatta gayri ahlâkî saymak saçmalıktır. Türkiye'nin uğraması kaçınılmaz olan zararlarının bütünüyle telâfisi mümkün olmasa bile, bunu en aza indirmeye çalışmak yönetimin görevidir. Geçmişten alınan derslerle ayrıntıların üzerinde durmanın, anlaşmayı yazılı güvenceye bağlamaya çalışmanın ve nihayet önümüzdeki iki kritik yıldaki borç ve faiz servisimizi rahatlatacak formüller aramanın yanlış tarafı yoktur.
ABD ile onun ortalarda görünmemeye büyük özen gösteren stratejik ortağı İsrail medya üzerindeki büyük etkilerini kullanarak, dünya kamuoyunu diledikleri gibi yönlendirmeye, kendi açılarından bilgilendirmeye, sonuçta elverişli bir psikolojik ortam sağlamaya çalışıyorlar. Türkiye de bu dezenformasyon kampanyasından nasibini alıyor. Özellikle son aylarda ABD'nin eli sıkıştıkça, zaman daraldıkça Türkiye'yi baskı altında tutmak için, sanki bütün çabamız parasal taleplerden ibaretmiş gibi bir hava oluşturulmak isteniyor. Oysa Türkiye'nin bundan çok daha öncelikli endişeleri, siyasî ve askerî alanlardaki istekleri var.
Türkiye'yi para gözlü olarak göstermeye ve dikkatleri bu alanda yoğunlaştırmaya çalışan ABD, harekâttan sonra bölgede nasıl bir siyasî tablo oluşturmak istediğini net olarak belirtmekten kaçınıyor. Irak'ta yeni siyasî harita nasıl şekillenecek; Kürtlerin konumu ne olacak, şimdiye kadar varlıkları ısrarla görmezlikten gelinen Türkmenlere hakları verilecek mi, kimlikleri tanınacak mı hâlâ belli değil. Ülkede merkezî bir yönetimin devamı için zarurî olan Irak Silâhlı Kuvvetleri yerine, kendi ordularını kurmayı amaçlayan Barzani ve Talabani'nin frenleneceğini gösteren somut bir belirti mevcut değil. Tam tersine şimdiden ağır silâhlarla donatılan Kürtler giderek daha küstah ve pervasız hâle geliyorlar; Türkiye'ye açıktan meydan okumaktan çekinmiyorlar. Onların bu cesareti nereden buldukları cevaplandırılması gereken bir husustur.
Brezinski'nin yıllar önce işaret ettiği küresel oyunla karşı karşıyayız. Irak'ta önemli bir hamleyi gerçekleştirmeye çalışan ABD ile bu olayların gölgedeki aktörü İsrail, Kuzey Irak'ta bir Kürt Devletinin kurulmasıyla başlayacak istikrarsızlığın temellerini atıyorlar. İsrail bu arada Filistin meselesini istediği çerçeveye oturtmayı geniş ölçüde başarıyor. Bir taraftan sınırsız şiddet metoduyla Filistinlileri öldürüp sindirirken, diğer taraftan harekâttan sonra bunların önemli bölümünü Ürdün ve Irak'a göç ettirerek nihaî hedefi olan etnik arındırmayı sağlamayı plânlıyor. Arap devletleri ise hareket kabiliyetleri önemli ölçüde felç olmuş hâlde derin bir duyarsızlık ve tepkisizlikle gelişmeleri sadece seyrediyorlar. Bir taraftan da sıranın kendilerine geleceğini, bölgenin yeni bir siyasal yapılanma sürecine sevk edilerek rejimlerinin ve yönetimlerinin orta vadede değiştirileceğinin plânlandığını düşünerek, korkudan bunalıyorlar. Böylece Türkiye'nin bölgesel iş birliği sağlayarak savaşı önleme yönündeki çabaları sonuçsuz kalıyor.
Türkiye Irak konusunda şu ana kadar doğru olanı yaptı ve rasyonel politikalar uygulamaya çalıştı. Hükûmet yanlış telkinlere kulak vermeden bu tutumunu sürdürmelidir. Silâhlı Kuvvetlerimiz bölgede güvenliğimizi ve millî çıkarlarımızı tehlikeye düşürebilecek gelişmelere karşı en önemli teminattır.
Türkiye'nin varlığı, güvenliği ve bekası açısından bu gücün gerektiği şekilde ve gereken yerlerde kullanılmasını kimse yadırgamamalıdır.