KADER SÜRECİNDEYİZ
Irak ve Kıbrıs konuları, beklenen istikamette geliştiler ve bütün ağırlıklarıyla ülke gündeminin ilk sırasına yerleştiler. Önümüzdeki süreçte politik ve ekonomik hayatımız büyük ölçüde buralardaki gelişmelere göre şekillenecektir. Atacağımız adımların, alacağımız kararların doğruluk derecesi sadece bu meselelerin seyrini etkilemekle kalmayacak, Türk milletinin bulunduğumuz yüzyıldaki kaderinin belirlenmesinde birinci derecede etkili olacaktır.
ABD bir yılı aşkın bir süreden beri, yani 11 Eylül saldırılarının hemen sonrasından başlayarak, Irak'a yönelik askerî harekâtın hazırlıklarını yapıyor. Dünyada giderek yükselen itiraz seslerine rağmen, savaşa doğru yürüyüşünü kararlılıkla sürdürüyor. Başta Almanya ve Fransa gibi AB'nin mihver ülkeleri olmak üzere, pek çok ülkenin muhalefetine rağmen ciddî anlamda bir caydırıcılığın görülmeyişi, ABD'nin rakipsiz bir küresel güç olmasının tipik göstergesidir. Harekâtın gerekçesi olarak ilân ettiği, Irak'ın kitle imha silâhlarıyla tehdit oluşturduğu iddialarını doğrulayan inandırıcı belgeler şimdiye kadar ortaya çıkarılamadı. Birleşmiş Milletler'in Silâh Denetleyicilerinin Irak'taki araştırmalarıyla ilgili açıklamalar, ABD'nin savaş kararına haklılık kazandırmıyor. Bu durumda savaşın hakikî gerekçeleri daha belirgin hâle geliyor; öncelikle ABD'nin küresel egemenliğini sürdürebilmesi açısından büyük önem taşıyan petrol alanlarının kontrol edilmesi amaçlanıyor. Bunun yanı sıra İsrail için ciddî bir tehdit oluşturma potansiyeline sahip iki bölge ülkesinden birincisi etkisiz hâle getirilmek suretiyle, bu ülkenin güvenliği sağlanmış olacak. İsrail'in şu ana kadar cereyan eden gelişmelerin dışında görünmesi, plânlı ve hesaplı taktik bir tavırdır. Bu süre zarfında dünyanın dikkatlerinin Irak konusuna yönelmesinden yararlanarak, Filistinlilere yönelik saldırılarını yoğun şekilde sürdürüyor. Her ay onlarca Filistinlinin öldürülmesi artık kanıksanır hâle geldi. Bu şiddet ve baskının, Irak'ta savaşın başlamasından sonra stratejik uygulamalarla nihaî hedefine ulaşması dönemine geçildiğinde, İsrail çoktandır plânladığı amaçlara ulaşmış olacak. Bir yandan Filistinlileri ezerek, sindirerek, önemli bölümünü muhtemelen Ürdün gibi Arap topraklarına göç etmeye zorlayarak yerleşme alanı olarak seçtiği topraklarda kesin bir hâkimiyet sağlayacak; diğer taraftan Saddam gibi ne zaman ne yapacağı bilinmeyen, elindeki muazzam petrol geliriyle ciddî bir silâhlı güç olan tehlikeli bir düşmandan kurtulmuş olacak. Tam bu safhada Türkiye için kritik değer taşıyan bir gelişme, Irak'ın yeni statüsü gündeme girecek. Kuzey Irak'ta on yıldır ABD'nin desteğiyle oluşturulan fiilî Kürt Devletine hukukî ve resmî görüntü verilecek mi? ABD-İsrail mihverinin kanatları altında böyle bir devletin varlığı, uzun vadede aynı yardım ve desteğin devamı ihtiyacı sebebiyle, İsrail için bölgesel bir ittifak olarak görülüyor mu? Bu soruların cevabı, Türkiye'nin Irak'taki gelişmelerle ilgili alacağı tavrın belirlenmesi açısından hayatî önem taşıyor.
Aslında ABD çeşitli ağızlardan Türkiye'ye ciddî mesajlar veriyor. Bush-Erdoğan görüşmesi sırasında bunların birinci kaynaktan ne ölçüde iletildiği henüz açıklığa çıkmadı. Ancak Perle gibi yetkili isimlerin konuşmaları Amerika'nın isteklerini ve beklentilerini net şekilde ortaya koyduğu gibi, harekâttan sonraki yapılanma projelerine bir ölçüde ışık tutuyor. Başka bir ifadeyle, Türkiye, ABD'ye vereceği destek ve yardım ölçüsünde Irak'taki yeni yapılanmada söz sahibi olacak, zararlarının telâfisi için imkân sağlanacaktır.
Irak'la ilgili konuda başka hiçbir ülkenin yaşamadığı çok müşkül şartlarla karşı karşıya bulunan Türkiye'nin işi gerçekten zor. Küresel hegamonik gücün Avrasya'yla ilgili siyasal ve ekonomik plânlarında birinci öncelikli jeostratejik konumda olmamız, her an uyanık ve dikkatli davranmamızı gerektiriyor. Yanlış bir adım, hesap ve değerlendirme hatası bizi bir anda bölgedeki karmaşık hesapların lâbirentinde karanlık ve müşkül bir ortamla baş başa bırakabilir. ABD'nin uluslar arası ilişkilerinde İsrail'in ve nispeten İngiltere'nin dışında hiçbir ülkeye karşı duygusal bir sorumluk tanımadığı, olayları tamamıyla kendi çıkarları açısından değerlendirdiği tarihî bir vakıadır. Esasen bu tavır bütün uluslar arası ilişkilerin temel esaslarından biridir. Türkiye bu kritik süreçte muhataplarından beklentilerini doğru ve gerçekçi olarak tespit edebilirse, imkânlarını yerinde değerlendirirse gelişmelerin olumsuz etkilerini orta vadede en az zararla savuşturabilir; bundan da önemlisi bölgede bir süre sonra geniş şekilde yararlanacağımız ekonomik ve siyasal avantajlar sağlayabiliriz.
Ancak bunun için şartları lehimize çevirebilecek hazırlıklarımız, plân ve projelerimiz var mı?
Bu soruya ne yazık ki olumlu bir cevap verme imkânına sahip değiliz. Türkiye şu anda bulunduğu coğrafyanın, jeopolitik konumunun, tarihî ve kültürel özelliklerinin hakkını veren, bunların bilincinde olduğunu gösteren kapsamlı ve içerikli politikaları üretemedi. Bunları yapmakla yükümlü kurumlar arasında ahenkli, verimli ve derinlikli irtibatlar kurulamadı. Zaman zaman devlet hayatında, bürokraside parlayan isimler, birer kuyruklu yıldız gibi arkalarında hatıralardan ibaret bir iz bırakarak kayıp gittiler. Bugün Kıbrıs meselesinde yegâne hukukî dayanağımız olan Londra-Zürih Anlaşmalarının mimarı ve adadaki Türk Mukavemet Teşkilâtının kurucularından zamanın Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu'yu, batı karşısında ender sağladığımız bu büyük diplomatik zaferin üstünden iki yıl bile geçmeden idam ettiğimizi, ibretle ve dehşetle hatırlamak mecburiyetindeyiz. Irak'ta Türklerin yaşadığını devlet olarak anlayıp, anlamını idrak edebilmek için Saddam'ın iyiden iyiye azıtmasını, bölgeyi tümüyle tehdit edecek tehlikeli bir saldırgan olduğunu göstermesini bekledik. Biz bekleyip sessizce izlerken Türkmen liderleri darağacına gönderildiler, çok önemli bir Türk yerleşim alanı ve kültür merkezi olan Kerkük tarumar edildi, Türkler tarihî mekânlarından sökülüp dört bir tarafa savruldular. Bu ıstırap çığlıklarına yıllarca duyarsız kalan kulakların, şimdiki sıkışık ortamda gerekli tedbirleri almaları elbette kolay olmuyor.
Buna benzer temel millî politikalarda daima hazırlıksız olmak, gündemi oluştuktan sonra algılamaya çalışmak, olayların peşinden koşuşturmak özellikle son çeyrek yüzyılda sık yaşadığımız olumsuz alışkanlıklarımızdan biri sayılabilir. Sovyet Birliği'nin dağılmasıyla ortaya çıkan Türk Dünyası realitesini bu bağlamda, hâlâ tam olarak algılayabildiğimizi söyleyebilir miyiz? Elli yıllık Kıbrıs meselesinde bile, resmî beyanlardaki çelişkiler, yanlışlar, arka arkaya kırılan potlar idrak seviyemizin tespit ve terkip kalitemizin göstergeleridir.
Kıbrıs davasıyla bütünleşen, bu tarihî mücadelenin simgesi ve hafızası hâline gelen Rauf Denktaş'a yöneltilen eleştiriler, siyasî içerikli yorum ve değerlendirme sınırlarını aşarak, manevî bir linç girişimine dönüştürüldü. Atina ve Larnaka'da yıllar boyunca Denktaş'a yönelik hücumlar ise bu aşamada bir anda kesiliverdi. Çünkü buna artık ihtiyaç kalmadı. Kıbrıs ve Türkiye'de onların reva gördüklerinden çok daha ilerde saldırılar yapılıyor. Basın ve televizyonlarımız, liberal aydınlarımız ve bazı politikacılarımız acımasız bir değirmenin taşları arasına sıkıştırmaya çalıştıkları Denktaş'ı un ufak etmek için olanca güçleriyle uğraşıyorlar. Bu tutumlarının adını çoktan koymuşlar; olumlu ve uzlaşmacı politikalar üretmek suretiyle Rauf Denktaş'ın çözümsüzlük ilkesine dayalı 30-40 yıllık politikalarını güya ters yüz edecekler; adaya barış ve anlaşma sağlayacaklar.
Bu tavrı bilinçli şekilde benimseyenlerin ahlâk ve tıyneti ortadadır. Yıllardan beri Rumların tahsis ettikleri fonlardan beslenenler, sunulan çeşitli imkânları kullananlar şu sıralarda aldıklarının bedelini ödemeye çabalıyorlar. Ancak onları bir kenara ayırmak gerekir. Asıl bu tutumu siyasal bir tercih ve yol olarak benimseyenlerin, sunulan Birleşmiş Milletler Plânına bir kurtuluş reçetesi olarak sarılanların üzerinde durmak ve düşünmek gerekiyor.