SEÇİMLER ÜZERİNE
Dergimiz matbaada basılırken Türkiye bir genel seçimi daha geride bırakmış olacak. Yarım yüzyılı aşan çok partili dönem boyunca hiçbir seçimde sandıktan çıkacak sonuçların ihtiyacımız olan istikrarı sağlayacağına, aranılan güven ortamını oluşturacağına inananların sayısı şimdiki kadar az olmamıştır. Bu yüzden seçim kampanyaları alışılmışın dışında son derece sönük geçti. Parti görevlileri ile adayların koşuşturmalarını ilgisizce izleyen, yapılan konuşmaları mecbur kalmadıkça dinlemeyen, sunulan mesajlara karşı duygusal bir tepki vermeyen kitlelerin sergiledikleri bu tavır fevkalâde anlamlıdır. Toplumun içinde bulunduğu ruh hâlini dikkate almadan, bu psikolojik ortama vücut veren ekonomik, sosyal ve kültürel şartlar doğru okunup algılanmadan problemlere çözüm sağlanamaz. Bu genel tabloya uymayan farklı bir görüntü DEHAP'ın yürüttüğü kampanyada ortaya çıktı. HADEP'in PKK ile bağlantıları nedeniyle hakkında takibat yürütülen ve bunların sonucunda karşılaşabileceği yasal kararlardan çekinen örgüt son dakikada seçimlere DEHAP adına katılmayı kararlaştırdı. Ülke çapında son derece iyi organize olan ve siyasallaşma stratejisini izleme kararı aldıktan sonra bunun siyasal şartlarını eksiksiz yerine getirmeye çalışan örgütün başta Güneydoğu olmak üzere ülkenin pek çok yerlerinde etkili bir teşkilâtlanmayı başarmış olduğu ve bu sebeple parti adının önem taşımadığı aşikârdır. Belirli merkeze bağlı olarak güdümü altındaki kitleleri sevk ve idare etmeyi başaran ve bu insanları sıkı bir denetim altında bulunduran örgütün, bu seçimleri bir meydan okuma olarak algıladığı, dış desteklerden de yararlanarak ve her zaman olduğu gibi AB kanalını kullanarak taleplerinin hududunu çok daha genişletmeye hazırlandığı anlaşılmaktadır. Demokrasilerde seçimler meşruiyetin siyasî ve toplumsal açılardan en önemli kaynağıdır; bunun yanında yönetime işlerlik kazandıran ana eksendir. Bu mekanizmanın muntazam ve etkili şekilde işlemesi sağlıklı bir demokratik ortamın varlığı anlamına gelir. Erken seçim kararının alındığı günden itibaren ortaya çıkan kargaşa demokrasimizde ciddî problemlerin bulunduğunu, sistemin düzenli çalışmasını engelleyen yasal boşlukların yanı sıra birey, toplum ve devlet ilişkilerinde gerginliklere ve huzursuzluklara yol açan tartışmaların devam ettiğini göstermektedir. Erken seçim kararıyla birlikte bütün bu meselelerin varlıklarını ispat etmek istercesine ön plâna çıkmaları, gündemi her yönden doldurmaları ilginç bir manzaradır. Daha önceki dönemleri bir tarafa bırakırsak, özellikle 1991 genel seçimlerinden beri gün geçtikçe yoğunlaşan, siyasî hayatın bütününü kaplayan, ülke yönetimini derinliğine etkileyen ciddî bir krizle karşı karşıyayız.
1991'lerde başlayan koalisyonlar dönemi Türkiye'de siyasî istikrarsızlığın başlangıcı sayılabilir. Bu tarihten sonra başlayan önce ikili, sonra üçlü hükûmet yapılanmaları kısa ömürlü oldular. Hatta bir yasama döneminde ard arda birkaç hükûmetin iş başına geldiği görüldü. On ki yıl önce seçimlerden birinci çıkan partinin (DYP) oy aranı % 27, ikinci partinin (ANAP) % 24 iken, bu rakamlar muntazam şekilde geriledi. Oyların giderek daha fazla parti arasında bölünmesiyle birlikte, üç partili koalisyonlar dönemi başladı. Bu süreçte hükûmetlerin meclisteki sayısal zaafları yönetimdeki başarısızlıklarıyla birleştiğinden, siyaset kurumunun itibarı ve güvenilirliği kısa zamanda büyük oranda azaldı. Çetin pazarlıklarla kurulan hükûmetlerin çok geçmeden dağılmaları liderlerin toplum nezdindeki imajını olumsuz şekilde etkiledi. Başlıca partilerin genel başkanları yani siyasetin temel aktörleri karizmatik özellikler taşımayan, sadece makamlarından sağladıkları yaptırım gücüne dayanan, mühürü ellerinde bulundurduklarından dolayı kendilerine mecburen saygı gösterilen bir görünüm kazandılar. Hatta bunların önemli bir bölümünün haklarındaki ağır suçlamalara inandırıcı cevaplar bulamamanın ezikliği altında bunaldıkları, toplum vicdanında mahkûm edildikleri görüldü.
Kendilerine yönelik suçlamalarla ilgili olarak başlatılan soruşturmaları önlemek maksadıyla, başka konulardaki şiddetli çekişmelerini unutarak rahatlıkla iş birliği yapmaları, birbirlerini ibra etmeleri hiç unutulmadı. Kamu kaynaklarının bir yandan yönetim hatalarıyla, diğer taraftan giderek genişleyen yolsuzluk ve talan furyasıyla tüketilmesi, ekonominin sonunda iflâs noktasına gelmesi dürüst ve güvenilir bir yönetim ihtiyacını toplumun müşterek talebi hâline getirdi. Özellikle 1999 genel seçimleri sonuçlarında bu arayışın önemli bir faktör olduğu ortaya çıktı. 1990'lardan itibaren seçimlerde en fazla oy alan partinin takip eden dönemde aynı başarıyı tekrarlayamamasının en önemli sebebi, toplumun temel beklentilerine cevap verecek başarılı ve inandırıcı bir görüntünün sergilenmemesidir. Başka bir ifadeyle Türk seçmeni hükûmetteki icraatıyla aldığı desteği hak etmediğini gösteren partilere karşı tepkisini ilk yapılan seçimlerde ortaya koyduğundan, sandıktan birinci çıkan partiler sürekli şekilde yer değiştirdi.
Siyasî sistemimizdeki zaaf ve eksiklikler parti yönetimlerinde zarurî görülen değişimlerin yapılmasına imkân bırakmıyor. Kendimize model almaya çalıştığımız batı demokrasilerinde, siyasetin temel kurallarından biri, seçimlerde kaybeden parti başkanının hiç vakit kaybetmeden görevinden ayrılmasıdır. Bu başkan Helmut Kohl gibi iki Almanya'nın birleşmesini sağlayarak tarihî bir başarının mimarı olmaya hak etse bile, kitle desteğinin nisbeten azaldığının anlaşılmasıyla birlikte kuralın gereğini yerine getirir ve makamını boşaltır. Çünkü onlar tersine bir tavrın seçmenle inatlaşmak ve sonuçta daha ağır başarısızlıklara, yıpranmalara yol açmak anlamına geleceğini bilirler. Bizim siyaset kurumlarımızda liderin egosunu dizginleyecek, keyfiliklere dur diyecek bir zihniyet ve görenek teşekkül etmediğinden, genel başkanların kendileriyle birlikte başında bulundukları partiyi dibe vurdurmaları kaçınılmaz bir kader hâline geliyor.
Ne yazık ki bu çöküntü genel başkan ve partisiyle sınırlı kalmıyor. Sürekli şekilde eriyen ve dağılan siyasî merkezler sistemi sıkıntıya sokuyor; siyaset kurumu telâfisi zor baskılarla ciddî şekilde sarsılıyor.
Aslında geçen yıl yaşadığımız ekonomik çöküntü sırasında sistemi köklü şekilde düzenlemek fırsatı yakalanmıştı. Çünkü krizin sadece ekonomik hayatla sınırlı olmadığı görülmüş, esas bu şartları hazırlayan yönetim zaaflarının giderilmesi, yasal ve kurumsal eksikliklerin tamamlanması gereği ortaya çıkmıştı. Ancak ne iktidarda bu tarz radikal bir değişime yönelik cesaret ve kararlılık, ne de muhalefette problemlerin esas nedenlerini ortaya koyabilecek idrak ve hazırlık vardı. Her zamanki gibi günü birlik konularla, kamuoyuna şirin gözükecek polemiklerle çok değerli olan zaman bonkörce tüketildi. Başbakanın fizikî durumunun daha o zamandan ciddî bir yönetim boşluğu doğurduğu görmezlikten gelindi. Aradan bir yıla yakın süre geçtikten sonra, geçen mayıs ayında, rahatsızlığı önemli ölçüde artan Ecevit'in görevini sürdürmesinin geniş tartışma konusu olması tedbir arayışlarını gündeme getirdi. Ancak bu defa da mesele kendi alanının dışına taşındı; bazı medya ve büyük sermaye patronları devreye girerek, siyasî yapıya kendi görüş ve zihniyetlerine, ekonomik çıkarlarına uygun bir şekil vermeye çalıştılar. Bu durum hükûmet yapısında değişim ve siyasette tasfiye anlamına geliyordu. Hazırlıkların fark edilmesi sonucu erken seçim talebi ortaya atıldı ve ülke hiç beklenmeyen bir zamanda seçim sürecine girmiş oldu.
İşin ironik yanı seçim tarihi belirlenip süre çalışmaya başladıktan sonra, siyasî partilerimizin Seçim ve Siyasî Partiler Kanunlarında ve hatta anayasada mevcut eksiklikleri fark etmiş görünmeleridir. Ancak bunu çoğu zaman oldukça düşük tonda ve cılız şekilde dillendirmeye çalıştılar. Oysa siyasî yapımızın, bu gibi temel problemlerinin hâli çok daha etkili ve ciddî tavırlar almayı gerektirmektedir. Parti kademelerinin nitelikli ve becerikli insanlarla takviyesi suretiyle temsil seviyesinin ciddî şekilde yükseltilmesine elverişli ortam sağlanmadıkça, siyaset kurumunun işlevini yerine getirmesini beklemek hayal olur.
3 Kasım seçimlerinin bir taraftan ihtiyaç duyulan istikrarı, diğer taraftan siyaset kurumuna saygı ve güvenin sağlanmasına ne ölçüde imkân vereceği bundan sonra da tartışılacaktır. Ancak bu seçimlerde sandıktan birinci çıkması çok muhtemel olan partinin meşruiyeti konusunda başlatılan tartışmalar, genel başkanı hakkında verilen kararlar ve yürütülen takibatlar olayı siyasî zeminin dışına taşıyor. İnandırıcı olmayan ve kanıtlanmayan gerekçelerle yapılan suçlamalar sadece yönetim kademelerini değil, bu partiye oy veren milyonlarca insanı sisteme karşı ciddî bir tehdit ve potansiyel tehlike saymak anlamına geliyor. Toplum-devlet ilişkilerinin gerilmesinin sakıncaları ortadadır. Bölücü ve komünist siyasî örgütlere karşı Avrupa'nın baskı ve telkinlerinin de etkisiyle gösterilen hoşgörünün, geniş toplum kesimlerinden esirgenmesi, inançları nedeniyle on binlerce insanın horlanıp incitilmesi çağ dışı bir bağnazlıktır. Türkiye'nin gündemi hayatî meselelerle, iç ve dış çetin problemlerle dopdolu iken, ilkel pozitivist saplantılarla, vehimlerle şartları çok daha ağırlaştırmanın mantığı nedir?
Türkiye ekonomisi çok ciddî özen ve bakım isteyen ağır bir hastalığın nekahat dönemine yeni yeni girerken, yaşanacak ufak bir sarsıntı bile çok daha ağır krizlere davetiye çıkarmak anlamına gelir. Başta AB ile ilişkiler ve bunların çeşitli alanlardaki yansımaları olmak üzere Irak ve Kıbrıs gibi meseleler ülke gündeminin baş sıralarındaki yerlerini koruyorlar. Boşa geçirdiğimiz dönemlere bakarak zamanın ne kadar değerli olduğunu daima hatırımızda tutmalı ve onu iyi kullanmalıyız.
Kurulacak yeni hükûmet gündelik meselelerin anaforunda yolunu kaybetmezse, dikkat ve enerjisini özellikle ilk aylarda esas meseleler üzerinde yoğunlaştırırsa, gereksiz tartışmalarla yeni gerginlikler yaratmaktan kaçınırsa başarılı olma şansı bulabilir. Ancak şartların görünenden daha ağır olduğu bilinmeli, Türkiye gibi bir ülkenin yönetiminin sıradan insanların şimdiye kadar sergiledikleri kötü yönetim açmazını aşabilecek ölçüde bilgi ve beceri gerektirdiği hiç unutulmamalıdır.