YENİ HÜKÛMET ÜZERİNE

YENİ HÜKÛMET ÜZERİNE Nuri GÜRGÜR Türk Yurdu Dergisi (Aralık 2002)

3 Kasım seçimlerinin Türkiye siyasetini büyük ölçüde etkileyeceği tahmin edilse bile, yaşanan depremin büyüklüğü çokları için şaşırtıcı oldu. Sonuçlar 1980'lerden sonra oluşan siyasî dengeleri tamamıyla değiştirdi. Son yirmi yıl zarfında yönetim sorumluluğunu taşıyan partiler ve liderler seçmenin tercihiyle tasfiye edildiler. Seçim gecesi MHP Genel Başkanının sonuçlardan kendisini sorumlu sayarak başkanlıktan ayrılacağını açıklaması, diğerleri için bir davranış kılavuzu oldu ve art arda çekilme kararlarını açıkladılar. Bunların kararlarını değiştirerek yeniden politikaya dönme şansı, Bahçeli'nin dışında, kesinlikle görünmüyor. Aslında bu kararın çok daha önceden alınması gerekiyordu. Son on yılda yapılan bütün seçimlerde muntazam bir düşüş trendi izleyen Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller'in hırsları ve ısrarları, partilerini tükenme çizgisine sürüklediği gibi, politik kariyerlerini trajik bir sonla noktalamalarına zemin hazırladı. Bülent Ecevit ise Kasım ve Şubat krizlerinin doğurduğu ortamda hükûmetin başında bulunmasının politikanın temel kurallarıyla ve etik ilkeleriyle bağdaşmayacağını, esasen fizikî durumunun da buna kesinlikle elverişli olmadığını idrak edip, yeni bir hükûmet yapılanmasına fırsat vermek ve hatta bunun tanzimini bizzat yapmak yerine, kendisi dahil herkesle inatlaşmasının faturasını ağır şekilde ödedi. Türk siyasetinin sayılı karizmatik liderlerinden biri olan, bir zamanların efsanevî Karaoğlan'ının ekranlara yansıyan görüntüleri ona umut bağlayanlar için hüzün verici bir tükenişin hikâyesidir.

Seçim sonuçlarının etkili bir Meclis yapısına vücut vermesi, uzun süredir siyasî istikrar özlemini duyan geniş toplum kesimlerinde büyük bir ferahlama meydana getirdi. Özellikle 1991'lerden sonra ortaya çıkan koalisyonlar döneminin, Türkiye'nin ekonomik performansı başta olmak üzere, hemen bütün alanlarda genel bir tıkanma, durgunluk ve gerileme anlamına geldiği istatistikî rakamlarla ortaya çıkmaktadır. GSMH'mızın yetmiş dokuz yıllık Cumhuriyet dönemimizin genel artış ortalaması % 5'in üzerinde olmasına rağmen, 1991-2001 arasında önce % 2'lerde kalmış, son dönemde ise % 9.4 gibi çarpıcı bir oranda azalmıştır. Sadece bu tablo bile koalisyonların ülkemiz için tam bir talihsizlik olduğunun göstergesidir.

Bu durumun giderek daha belirgin hâle gelmesi seçim sistemimizde köklü değişiklikler yapma ihtiyacını gündeme getirdi. Siyasî Partiler Kanunu, Seçim Kanunu ve bu bağlamda ilgili anayasa hükümlerinin değiştirilmesi tartışılmaya başlandı. Ancak siyasî merkezler bu konuların konuşulmasını gereksiz buldular. Çünkü bu değişiklikler, sonuçta makamlarını bırakmaya yol açacak başka gelişmelere kapı açacağından, partilerin hemen hepsinde oluşan oligarşik yapılanmanın büyük ölçüde sarsılacağından endişe ediyorlardı. Seçim kararı alınıp süreç işlemeye başladıktan sonra, seçimlerin ertelenmesini sağlayacak formüller için konuyu bir gerekçe şeklinde kullanmak istemeleri ise tipik bir samimiyetsizlik örneğidir. Siyasetçilerin çıkar hesaplarından sıyrılamamaları sebebiyle gerçekleştirilemeyen reformu Türk toplumu sükûnetle başardı. Devlet Bahçeli'nin kampanya sırasında sıkça tekrarladığı Osmanlı tokadı atma tavsiyesini kemal-î ciddiyetle yerine getiren seçmen, yaşanılan ortamın sorumlusu saydığı bütün partileri parlâmentonun dışına savurdu. Bu sonuçlar özlenen istikrarı sağlayabilecek mi, demokrasimiz yönetebilen bir nitelik ve işlerlik kazanabilecek mi? Yeni Başbakan Abdullah Gül'ün vurguladığı gibi, parlâmentoda sayısal üstünlük her şey demek değildir. Türkiye ekonomiden dış politikaya, kültür hayatından kamu yönetimine kadar derin ve ciddî problemlerle iç içedir. Bunların birinin ya da birkaçının halledilmesi yeterli değildir. İyi plânlanan, muntazam işleyen, etki sağlayan kapsamlı uygulamalara ihtiyaç vardır. Devletin yatay ve dikey anlamda organlarının tümünün ahenkli, uyumlu ve verimli şekilde çalışmasını sağlayan bir yönetim başarısı, sayısal imkâna anlam ve nitelik kazandırır. Parlâmentodaki büyük çoğunluk AKP'ye başarılı olmaktan başka bir seçenek bırakmıyor. Başka bir ifadeyle AKP'nin olumsuz bir gelişme karşısında gerekçe gösterme imkânı tamamıyla ortadan kalkmış durumdadır. Meclis tablosu bu partiye tarihî bir hizmet imkânı sunmaktadır. Anayasa çerçevesinde kalmak kaydıyla, rahatlıkla karar alabilirler, kanun çıkarabilirler, bunları uygulamaya koyabilirler. Uzun yıllardan beri ülkemizde hiçbir partiye nasip olmayan bu iktidarın nasıl kullanılacağı, yurt içinde olduğu kadar dış çevrelerde de büyük ilgiyle izlenecektir. Çünkü AK Partinin siyasî kimliği, ideolojisi, felsefesi, siyasî yelpazedeki yeri kuruluşundan itibaren yoğun tartışma konusu olmuştur. Seçim başarısı bu tartışmaları daha da alevlendirdi. Genel Başkan Erdoğan ve Başbakan Gül'ün dinî bir parti olmadıklarını, muhafazakâr, demokrat bir parti şeklinde tanımlanabileceklerini, referanslarının din değil, hukuk ve demokrasi olduğunu, icraatlarını da bu çerçevede yürüteceklerini ısrarla vurgulamalarına rağmen, partiye yönelik iddiaların arkası kesilmiyor. Parti yöneticilerinin, bakan ve milletvekillerinin aile yapıları, hanımlarının kılık ve kıyafetleri, gündelik yaşayışları ön plâna çıkarılarak bunlardan hüküm inşasına çalışılıyor. AKP milletvekillerinin eşlerinin çoğunun başlarının kapalı olması bir nevi siyasî manifesto olarak değerlendiriliyor ve hatta meclis lojmanlarının kullanılmaması kararı baş örtülü görüntülerin sergilenmesinin önlenmesine yönelik bir tedbir olarak değerlendiriliyor. AKP yöneticilerinin önemli bölümünün millî görüş çizgisinden gelmiş olmaları bu çevrelerin kuşku ve tedirginliğini daha da arttırıyor. Meselelere slogancı, dar kalıpçı ve yüzeysel bakma alışkanlıklarını değiştirme niyetleri olmayan entelektüel kesimlerin bilinen tutumları, Türkiye'yi bir kere daha gereksiz, verimsiz, çorak bir tartışma ortamına doğru sürüklüyor. Oysa siyasetteki bu dönem, ülkemizde çoktan aşılması gereken bazı temel, sosyal ve kültürel problemlerin çözümüne vesile olabilir, toplumda büyük huzursuzluklara yol açan, insanlarımızı inançlarına göre tasnif eden, öteki muamelesine tâbi tutan tahakkümcü jakoben tavırların tasfiyesini sağlayabilir. Din eksenli politikaların yanlışlığını gören, acı tecrübelerini yaşayan, İslâm'a siyasal işlev yüklenmeye çalışılmasının onun evrensel mahiyetiyle bağdaşmadığını anlayan, yaşananlardan önemli dersler çıkardıklarını açıkça ifade eden bu ekibin şimdiden önünün kesilmeye çalışılması makul değildir. Dini insanların vicdanlarıyla ilgili dar bir alanın dışında görmeye tahammülü olmayan, dindara seccadesinin dışında hiçbir hareket ortamı tanımaya yanaşmayan, 18. yüzyılın ilkel pozitivist anlayışından esinlenen dar ve ideolojik lâikçilik saplantısıyla, dini ontolojik mahiyetine ve evrensel anlamına aykırı şekilde siyasal ve hukukî zemine taşımaya çalışan yobazlığın nelere mal olduğunu hep birlikte gördük. Toplumda gereksiz kutuplaşmalara, gerginliklere yol açarak toplumsal enerjimizin belirli ve yararlı şekilde kullanılmasını engelleyen bu uçlar aslında çağdaşlaşma ve modernleşme çabalarımızın önündeki en önemli engeldir. AKP iktidarı, diğer alanlarda yapacağı icraat ve gösterebileceği başarı bir tarafa, bu müzmin probleme çözüm getirebilirse, ülkemizde bilimsel, analitik düşünme alışkanlığının yerleşmesini sağlayabilirse tarihî bir hizmet yapmış olur. Bu partiye oy veren on milyondan fazla seçmenin sosyolojik yapısı, yani bu insanların inançlarından kaynaklanan beklentileri, gündelik hayatlarında benimsedikleri kurallar, dünyaya bakış ve algılayış tarzları dikkate alındığında, AK Parti yönetiminin düşündüklerinden çok daha ağır bir sorumluluk altında bulunduğu ortaya çıkar. Böylesine önemli bir misyonun yerine getirilmesinde sergilenecek başarı, bir bakıma bu yüzyılda kültür ve medeniyetimiz açısından ciddî bir tecdit anlamı taşıyacaktır. Millî ve yerli değerlerin, örf ve geleneklerin inanç ekseninde etkili ve verimli kullanılması ve bunların toplumsal alanda sergilenmesi neticesinde günümüzde küresel baskılar altında bunalan insanımıza direnme şansı sağlanmış olur. Böylelikle büyük bir hızla değişen ve yenilenen küresel konjonktürel ortamda kültürel özelliklerini korumak suretiyle ayakta kalmamızı sağlayacak sağlam bir zemin oluşturulur. AK Parti yöneticileri siyasî yelpazedeki konumlarını muhafazakâr, demokrat olarak tanımlarken, bunun yükümlülüklerini ve % 34 seçmen desteğinin anlamını ne ölçüde düşündüler bilemeyiz; ancak ülke şartlarının ve seçim sonuçlarının omuzlarına yüklediği ağır sorumlulukları şimdiden düşünmek ve bunlara cevaplar aramak mecburiyetinde oldukları aşikârdır. Tayyip Erdoğan ve ekibinin işleri elbette kolay değil. Bir yandan iki yüz yıllık bir modernleşme sürecinin biriktirip derinleştirdiği zihniyet ve kültürümüze ait toplumsal problemler, diğer yandan son on yıl içerisinde sür'atle büyüyen, ağırlaşan ekonomik meselelere karşı mücadele vermek ve kısa zamanda çözümler sağlamak zorundalar. Yeni hükûmet, icraatını iki temel alanda geliştirmeye hazırlanıyor. Hükûmet programında bir yandan ekonominin canlandırılması, sürdürülebilir büyümeye geçilmesi, oluşan sosyal yaraların sarılması için çalışılacağı açıklanırken, diğer yandan demokratikleşme amacına yönelik yasal ve idarî reformların gerçekleştirilmesi yönünde yoğun çaba gösterileceği belirtiliyor.

Batı standartlarına uygun bir toplum ve devlet konumuna gelebilmek için mevcut eksiklerin sür'atle giderileceği, merkezî yönetimin etkinliğini azaltacak tarzda yerel yönetimler reformu yapılacağı AK Partinin seçim bildirisinde olduğu gibi hükûmet programında da geniş yer tutuyor. Bunlar Türkiye'nin ihtiyacı olması sebebiyle öncelik verilen konular olmakla beraber Avrupa Birliği'ne uyum sağlayabilmemizin zarurî adımları sayılıyor. Ancak 3 Kasım gecesinden başlayarak AB çevreleriyle kurulan yakın ilişkiler, özellikle Tayyip Erdoğan'ın çok yoğun bir şekilde gerçekleştirdiği ziyaret programı AK Partinin konuya özel bir ağırlık verdiğini göstermektedir. Bu tutumun temelinde Türkiye AB ilişkilerinin geliştirilmesinin iç politikayı etkileyecek stratejik bir faktör oluşunun rolü açıktır. 12 Aralıkta Türkiye'ye somut bir müzakere tarihi verilmeyeceği AB'nin yetkili ağızlarından defalarca açıklandı. Buna rağmen Kopenhag toplantısından önce muhataplarımıza şok etkisi yapacak çok önemli adımlar atılacağından bahsediliyor. Bu ifadeler hükûmeti demokratikleşmeyle ilgili reformlar konusunda büyük bir taahhüt altına sokmuştur. Nelerin yapılacağı tam olarak açıklanmamakla beraber, Türkiye'nin siyasî, idarî ve hukukî yapısının önemli değişiklikler arifesinde bulunduğu ortadadır. Bu çabaların temel amaçlarından biri Tayyip Erdoğan'ı siyasî yasaklı hâline getiren, partileri her şeye rağmen kapatılma tehdidiyle karşı karşıya bırakan mevcut yasaların değiştirilmesidir. Bütün bu girişimlerin AB kriterleri çerçevesinde oluşturulmak istenmesi AKP açısından doğru bir stratejidir. Ancak 12 Aralıkta Türkiye'ye müzakere tarihi verilmemesi karşısında nasıl bir politika izleneceğinin belirsiz oluşu, bir B plânının bulunmayışı çok önemli bir eksikliktir. Diğer taraftan demokratik bir yapılanma için çalışılırken, AB kriterlerinin nasıl yorumlanacağı son derece önemli bir konudur. AKP'nin meclisteki gücü istediği yasal değişiklikleri rahatlıkla gerçekleştirebilecek imkân sağlıyor. Ancak zihinlere takılan ve temel tercihler anlamında büyük önem taşıyan bazı soruların bir an önce açıklığa kavuşturulması gerekiyor. Meselâ düşünülen adımlar atılırken AB'nin arkası bir türlü kesilmeyen, sınırları belirlenmeyen taleplerinin tümü Kopenhag Kriterlerine uyum mülâhazasıyla yerine getirilecek mi?

AB ile ilişkilerimizde kendi karar ve irademizin geçerli olabildiği sayılı alanlardan ikisinde, Kıbrıs ve AGSP meselelerinde iç ve dış baskılara karşı gerekli direnç gösterilebilecek mi? AB'nin teröre bakış tarzında kendisi için uyguladığı kıstasları Türkiye'den esirgemesi çok ciddî bir problemdir. Bunun hiçbir gerekçeyle görmezlikten gelinmesi mümkün değildir. Avrupa PKK'yı yıllarca terörist bir örgüt olarak belirlemekten kaçındı. Bölücü örgütün silâhlı mücadeleyi kaybettiğinin anlaşılması sonucu stratejik bir değişim projesi hazırlandı. Örgüt bunu Avrupalılarla mutabakat sağlayarak yaptı. Eylemlerini siyasal zeminde sürdürebilmek için legale çıkması gerekiyordu; bunu silâhlı eylemlerde kullandığı isimler altında yapamazdı. Bu sebeple basit bir taktik uygulamaya geçti; adını KADEK olarak değiştirdi, silâhlı gruplarında da aynı yöntemi izledi. Almanya başta olmak üzere, Avrupa ülkeleri büyük bir pişkinlikle bu şovu sahneye koymaya yardımcı oldular. Kendini feshetmiş olan PKK'yı terörist olarak ilân ederken, devamı olan KADEK'i siyasal mücadele veren bir örgüt olarak benimseyip kanatlarının altına aldılar. Aynı Avrupa İspanya'da yasal bir parti olarak faaliyet gösteren, siyasal organlarda seçilmiş temsilcileri bulunan Batasuna Partisinin ETA örgütünün eylemlerini açıkça kınamadığı gerekçesiyle cezalandırılmasına, kapatılmasına sessiz kaldı. Zira bu uygulama, AB çevrelerinde bir üye ülkenin kendini savunma refleksi olarak değerlendirildi ve anlayışla karşılandı. Buna karşılık Türkiye'de İmralı'daki terörist başından aldığı talimatlarla çalışan partilere yasaların uygulanması, insan haklarına ve temel hukuk ilkelerine aykırı bir tutum olarak değerlendirilip büyük tepki gösteriliyor. AB'nin ısrarla sürdürmekte olduğu çifte standardın tipik bir örneği siyasî af çıkarılması hususundaki son talepleriyle gündeme geliyor. PKK örgütüyle iş birliği yaptıklarını inkâr gereği duymayan DEP milletvekillerinin, başta Leyla Zana olmak üzere yeniden yargılanıp serbest bırakılmalarını istiyorlar. Bu ve benzeri tahrik dozajı yüksek isteklerle Türkiye'nin direnme gücü test ediliyor. Türkiye'nin mutlaka ve ne pahasına olursa olsun AB'ye girmesini savunan çevrelerin tutumu bunlara cesaret veriyor. 12 Aralık toplantısına günler kala Türkiye-AB ilişkilerinde yeni ve kritik bir süreç başlamış bulunuyor. Tayyip Erdoğan'ın yoğun Avrupa ziyaretlerinin dışında bütün diplomatik kanallar kullanılarak şartlarımızın müzakerelerin başlaması için ne derece uygun olduğu anlatılmaya çalışılıyor. Buna karşılık Avrupa'nın talep bombardımanı bütün hızıyla devam ediyor. Diplomatik tecrübeleri ve ustalıkları bilinen Avrupalıların amaçları açıktır. Türkiye'nin zamanla yarışmak gibi bir telâş içerisinde oluşundan yararlanılarak temel problemlerde çıkarlarına uygun çözümler sağlamak ve içerde çok önemsedikleri bazı hukukî ve yapısal değişimleri gerçekleştirmek istiyorlar. Bu taleplerin bütünüyle karşılanması hâlinde orta vadede Türkiye kendini hiç beklemediği siyasal, sosyal ve kültürel bir anaforun ortasında bulacaktır. Oluşacak zeminde mikro milliyetçilikler olabildiğince tahrik edilip geliştirilecek, kültürel doku, alt kimliklere siyasal işlev kazandırılmak suretiyle alt-üst edilecek, kültürümüzün önemli bir zenginliği olan Alevîliğin ayrı bir din şeklinde tanımlanmasıyla yeni bir kargaşanın kapıları aralanacak. Sonuçta bu yüzyılın ortalarında büyük oranda azalacak olan Avrupa nüfusuna karşılık yüz milyonu geçecek Türkiye'nin AB ile rekabet ihtimali ortadan kalkmış olacak. Türkiye'nin bu tuzağa düşmemesi için hükûmetin son derece dikkatli olması, taleplerin amacını ve anlamını iyi irdelemeden aceleci kararlardan kaçınması gerekir. AKP'nin, meşruiyetini iç ve dış çevrelere tescil ettirmek, varlığını herkese kabul ve benimsetmek isterken, ülkenin geleceğini risk altına sokacak, hareket alanımızı daraltıp kilitleyecek yanlışlardan özenle kaçınması gerekiyor. Oysa Türkiye'de bazı çevreler bunun tam tersini telkin etmeye çalışıyorlar. Eski Marksist militanlar, ultra liberaller, ikinci Cumhuriyetçiler ve Avrupa'nın kanatları altına sığınmak suretiyle serbest çalışma ortamını bulacaklarını zanneden fundamentalist gruplar elbirliği hâlinde yoğun bir kampanya yürütüyorlar. AK Parti yöneticilerinin yakın geçmişte yaşadıkları acılar, hukukî sıkıntılar kullanılarak ve hatta bazı özel dostluklardan yararlanılarak etkili olmaya çalışıyorlar. Tayyip Erdoğan ve ekibi, içerden ve dışardan özenle hazırlanan bu tuzaklardan kurtulabildiği ölçüde başarı sağlayacak, siyasal zeminde kalıcı olacaktır. AKP'nin ekonomik konulardaki performansı 3 Kasımda sağladığı toplumsal desteğin devamı açısından büyük önem taşımaktadır. Son yıllarda art arda yaşanan ekonomik krizler neticesinde meydana gelen büyük daralma, bütün toplumsal dengeleri önemli ölçüde bozdu. Seçim sonuçları, esas itibariyle millî gelirin % 40 azalması sonucu bir anda fakirleşen, işsiz kalan, gelecek kaygısıyla bunalan, bütün bunların yanı sıra inançları sebebiyle itilip kakılan, incitilen umutsuz ve karamsar kesimlerin öfkesi olarak değerlendirilebilir. Geniş toplum kesimleri yaşadıklarının sorumlusu saydığı siyasî merkezleri ayrım yapmaksızın cezalandırdı.

Yeni hükûmetin kendisine ümit bağlayan milyonlarca insana çok fazla gecikmeden olumlu mesajlar vermesi, beklentilerini cevaplandırması gerekiyor. Son altı aydan beri ekonomik göstergelerde görülen iyileşme belirtileri, faizin, doların ve enflâsyonun düşmekte oluşu, borsanın son iki aylık yükselişi yeni hükûmet için elverişli bir zemin anlamına geliyor. Bunun yanı sıra 3 Kasım gecesinden itibaren küresel finans çevrelerine verilen mesajların beklenen olumlu etkileri fazlasıyla yaptığı söylenebilir. Kredi notumuzun derhâl yükseltilmesi bunun somut örneğidir. Ancak bu arada önemli bir nokta dikkatlerden kaçırılmamalıdır. Henüz hükûmet icraatı başlamadan, uygulamalara geçilmeden oluşan bu olumlu hava, önemli ölçüde Türkiye'de istikrarlı bir yönetimin kurulmakta olmasının meydana getirdiği güven duygusundan kaynaklanmıştır. Bu psikolojik ortamın devamı uygulamaların başarılı olmasıyla sağlanabilir. Bu açıdan ilk aylarda sergilenecek icraat büyük önem taşıyor. Ekonomimizin ne derece sığ ve kırılgan olduğu düşünülürse, bugünkü elverişli ortamın birkaç yanlış adım ve karardan kolaylıkla etkilenebileceğini ve hiç umulmayan zamanda kâbusun bir anda geri dönebileceğini hiç unutmamak gerekir. Ekonominin yönetiminde büyük hatalar yapılmadığı sürece mevcut dengeler ve genel göstergelerdeki olumlu gelişmeler devam edecektir. Yakın geçmişte yaşanan iç borcun döndürülebilme problemi, bu durumda 2004 yılında fazla bir sıkıntı doğurmayacaktır. Faizlerin kendi mecrasında yani Merkez Bankası baskısı olmadan biraz daha gerilemesi dış kaynak ihtiyacımıza etkili bir çözüm sağlayacaktır. Hükûmete yakın bazı çevrelerin enflâsyonu önemsemeyen ve sür'atle büyümeye geçilmesini isteyen görüşlerinin, para basma ve borç öteleme gibi absürt taleplerinin gerçekçi ve rasyonel bir tarafının olmadığını yetkililer umarız anlamışlardır. Türkiye ekonomisinde izlenen bu olumlu seyir, sadece Irak operasyonu gibi kendi irademizin dışında meydana gelecek dış faktörlerle olumsuza dönüşebilir. Böyle bir ihtimalin tahakkuk etmemesi herkesin öncelikli dileğidir; ancak devlet hayatında her duruma karşı hazırlıklı olmak temel kuraldır. Türkiye bir taraftan askerî harekâtı önlemek için elinden geleni yaparken, diğer taraftan her türlü olumsuz gelişmeye karşı tedbirlerini şimdiden aramak mecburiyetindedir. Hükûmet, şartları olduğu gibi ortaya koyarak kimsenin mucize beklememesi gerektiğini iyi anlatmalı, talan ve yolsuzluklardan usanan insanlarımıza bütün kamu harcamalarının özenle yapıldığını, israf ve vurgun döneminin kesinlikle kapandığını icraatıyla göstermelidir. Şimdiye kadar yaşananlar, seçimi kazanma açısından meşru sayılabilecek gösteriler, demeçler ve vaatlerdi. Güvenoyunun alınmasıyla birlikte slogan ve retorik dönemi noktalamıştır. Bundan sonrası için Başbakan Gül'ün ifadesiyle iş ve icraat zamanının başladığının herkes tarafından iyi anlaşılması ve bunun fiilen ispatı gerekiyor. AK Parti iktidarının geleceğini belirleyecek esas kriter budur.